İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rum bağlarından cami ve plazalara İstanbul’un küçümsenen bölgesi Bağcılar’ın öyküsü

‘Ortadoğu’ya bir barış gelirse’ diyor Serra, ‘Bağcılar’dan gelir.’

ARTI GERÇEK – Serbest gazeteci Evan Pheiffer, kuruluşundan günümüze Bağcılar’ın öyküsünü çarpıcı bir üslupla kaleme Newsline Dergisi için kaleme aldı

Evan Pheiffer’in Newline Dergisi’nde yayımlanan yazısı şöyle:

Özcan, İbn Haldun’un dediği gibi hem zevk hem de teslimiyet imasıyla bana “Coğrafya kaderindir” diyor. İstanbul bölgesinin en zorlu belediyelerinden biri olan Bağcılar Belediye Başkanı’nın yumuşak huylu yardımcısı olan Özcan’ın 14. yüzyılın ikonik Kuzey Afrika bilgesinden alıntı yapması uygun.

Zira İbn Haldun’unki gibi onun hayatı daimi göçlerle damgalanmış. Türkiye’nin Kürtlerin çoğunlukta olduğu en büyük şehri Diyarbakır’da doğan Özcan, 2008’de İstanbul’un Avrupa yakasındaki Bağcılar semtine taşınmadan önce yıllarını Almanya’da geçirmiş..

Queens, New York da için ne ise, Türkiye’nin 81 ilinden sakinlerinden gelen insanların yaşadığı, İstanbul’un batısındaki Bağcılar Türkiye için odur: İnsanlığın bir olduğunun kanıtı. Büyüme acıları yaşanmadan olmaz. Bağcılar’ın yaklaşık 1 milyon nüfusu, Manhattan’ın üçte biri kadar bir alan olan 21 kilometrekareye sıkışmış durumda. Tek başına Kopenhag, Amsterdam veya Oslo’dan daha kalabalık olan Bağcılar, gezegendeki en yoğun şehir olabilir. Şu haliyle Türkiye megalopolisindeki en kalabalık dördüncü belediyedir.

İstanbulluların İbn Haldun’un ünlü “Coğrafya kaderindir” sözünü alıntılamayı sevmesi anlaşılabilir bir durumdur. 1000 yıl boyunca Avrasya’nın kalbine hükmettiler. Ama neden Bağcılar halkı sürekli ona başvuruyor? Ne de olsa Bağcılar, Avrasya’nın en büyük kentinin sadece çeperinde değil: “Diğer yarı”nın vücut bulmuş hali.

İstanbul’un herhangi bir yerinde adını anmak, orta sınıfın ileri gelenlerinde acıma ve şaşkınlık, zenginlerde korku ve küçümseme uyandırmaya yol açıyor. İstanbul’u birbirine bağlayan her yerde bulunan minibüs dolmuş bile oraya gitmiyor.

Görünüşe göre “destiny” kelimesini “kader”e çevirmenin sorunu da bu. Bölgedeki birçokları için coğrafya daha karanlık bir şeydir. Ağaçsız labirentinde yaşayan 30 yaşın altındaki 400 bin insan için coğrafya kader değil, kader, demir bir kafes…

1992 yılında kurulan Bağcılar, Türkiye’nin en genç belediyelerinden biri. Tarihinin büyük bir bölümünde bu bölge, çekişme ve fırsatların eşit bolluk içinde olduğu, yasal olarak belirsiz, herkese açık bir Vahşi Batı’ydı.

2009’dan bu yana Bağcılar Belediye Başkanı olan Lokman Çağırıcı’nın yardımcısı Mehmet Şirin, New Lines’a “Tabii ki yeni bir mahalleyiz” deyip ekledi:

“Ama unutmayın, İstanbul’un merkez olduğunu düşündüğünüz yerlerin çoğu Osmanlı günlerinin sonuna kadar merkezden uzaktı. Beyoğlu, Kadıköy, hatta Üsküdar…”

Bunlar İstanbul’un en ünlü üç semti. Hukuken ayrı olmalarına rağmen, yüzyıllardır İstanbul’un can damarının merkezinde yer almaktaydı. Bağcılar ise 1970’ler boyunca ağırlıklı olarak tarım arazisiydi. Bağcılar’ın hikayesini ilçenin en müreffeh mahallesi Mahmutbey’in CHP’li muhtarı Esat’tan dinleyin:

“Birkaç yıl önce, yeni bir kurumsal plazanın en üst katında bir müşteriyle oturuyordum, kardeşim beni aradı. Kardeşim bana ‘Neredesin?’ diye soruyor. ‘Köydeyim,’ diyorum ona. ‘Seni on dakika sonra arayacağım’ dedim. Telefonu kapattığımda iş ortağım kıpkırmızı oldu. ‘Kardeşine neden yalan söylüyorsun?’ diye sordu. “Niye köyünde olduğunu söyledin?” Ortağımın meramını anlayınca ağzımdan şu sözler döküldü, ‘Ama burası benim köyüm!’ En azından eskiden öyleydi.”

Türkiye’nin ayakta kalabilmiş son sol gazetelerinden birinde araştırmacı gazetecilik yapan Fırat’ın da benzer anıları var: “Kürtlerin, Arapların ve Süryani Hıristiyanların yaşadığı eski bir Mezopotamya şehri olan Mardin’den 1997’de buraya ilk taşındığımızda, mahallenin yüzce 60’ı gecekondulardı. İlk kuşağın temelini oluşturan derme çatma tek katlı müstakil evler. 20 yıl sonra ön kapıdan dışarıyı pek göremiyoruz.”

Türkiye kadar hızlı kentleşen bir ülke için bile Bağcılar’daki değişimler baş döndürücü. 1980’de, Türkiye’nin yüzde 57’si hala kırsalken, Bağcılar’ın nüfusu 54 bin civarındaydı. On yıl sonra, ülkenin yüzde 57’sinin kentsel hale geldiği noktada, nüfus 300 binin üzerine çıkmıştı.. Bin yılın başında, gelişmekte olan belediyenin 560 bin sakini vardı, bu sayı 2010’a kadar 750 bine yükseldi.

Bağcılar’ın en eski cemaatinin arasında sosyal yaşamı koordine eden STK Mahmutbey Selanikliler Vakfı’nın başkanı Fuat Sarp, “Bağcılar Anadolu’daki herhangi bir köyden daha geri kalmış bir deyişimiz vardı” diye şaka yapıyor: “Bağcılar’ın yolları tamamen topraktandı. Kış gelip yağmurun başladığı aylarda bir yere gitmek imkansızdı. Toplu taşıma yoktu, elektrik çok zayıftı ve altyapı yoktu. Daha iyi bir yaşam arayışıyla gelenler için Bağcılar büyük bir hayal kırıklığıydı. Buradaki hayat açıkça daha kötüydü!”

1990’ların başındaki iki önemli değişiklik bu durumu değiştirmeye başlayacaktı. Birincisi, Bağcılar’ın 1992’de belediye olmasıydı. Bakırköy’den ayrılan Bağcılar’ın artık somut hedefler peşinde koşan bir yerel yönetimi vardı. Yeni belediyenin ilk projeleri arasında modern bir kanalizasyon sistemi inşa etmek, düzenli çöp toplama ve bölgeyi on binlerce çiftlik hayvanından kurtarmak vardı.

Bağcılar’ın 1992’den 2007’ye dönüşümünü yöneten ve şimdi AKP’den milletvekili olan efsanevi ilk belediye başkanı Feyzullah Kıyıklık, “Herkese sürüsünden vazgeçmesi için altı ay verdim” diye anlattı

“Göreve başladığımda 260’tan fazla ahır vardı,” diye hatırlıyor: “Sahipleriyle dürüstçe konuştum. Hayvanlarınızı buradan çıkarmak için altı ayınız var, yoksa Tuzla’daki kasabıma götürürüm dedim. İki adam bana inanmadı, ama en azından onlara bir parça et gönderdim.”

İkinci değişiklik, Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı seçilmesiydi. Refah Partisi’nin Türkiye’nin büyük şehir merkezlerini kazanması modern Türk tarihinde bir dönüm noktasıydı. 1994 seçimlerinde İstanbul, Ankara, Kayseri, Diyarbakır, Konya ve Erzurum’da iktidara gelen parti, siyasal İslam’ın önümüzdeki çeyrek yüzyıl boyunca Türkiye siyasetindeki başarısını mühürledi.

1960’ta 8,8 milyondan 1994’te 37 milyona dört katına çıkan rakamlarla, Türkiye’nin ‘kentsel’ nüfusuyla ilgili istatistikler bile yanlış bir adlandırmaydı: Su, elektrik, kanalizasyon veya çöplerin boşaltılması gibi hizmetler olmadan milyonlarca Türk için ‘kentsel’, bir anlam ifade etmiyordu. Kent, terk etmeye çok hevesli oldukları köylerin daha yoğun, daha kirli, daha tehlikeli bir versiyonuydu.

Orijinal popülistler, Refah’ın ağır topları ellerini kirletmeye istekliydi. Feyzullah, “Ben belediye başkanı olduğumda çöpleri toplamaya bizzat Erdoğan geldi” diyor.

Feyzullah’ın çıkış anı uzun süredir sokaklarını tıkayan ve derelerini tıkayan çöp dağlarından kurtarma noktasında geldi. İlçenin kendine ait tek bir kamyonu bile yoktu. Feyzullah her türlü araç için bir çağrı yaptı: Ertesi sabah 80’den fazla kamyon gönüllü oldu. Operasyona katılan mahalle sakini Mehmet Orhan, “Yıllardır biriken tüm çöpler bir ayda temizlendi” diye anlattı o günleri. Sonrası gül bahçesi gibiydi.

Pek çok insan için Bağcılar her iki dünyanın da en kötüsü: Büyük şehrin şiddetinden, sömürüsünden ve boğucu yoğunluğundan muzdarip olduğu kadar, köyün cehaletini, izolasyonunu ve sosyal muhafazakarlığını da içinde barındırıyor. Bağcılar’ın ilk belediye başkanı, savaşta sertleşmiş bir ahlakçılıkla, “Elbette yeni toplumsal sorunlar var” diye kabul ediyor. “Eski bir atasözümüz var: ‘Aç karnına ne tür giysiler giydiği önemli değil.’ Ama unutmamalısınız, seçildiğimizde şehrin yarısı okuma yazma bilmiyordu! Şimdi dört üniversitemiz ve bir tıp okulumuz var.”

Mevcut Belediye Başkan Yardımcısı Şirin, “Tabii ki eski İstanbul ile asla rekabet edemeyiz” diyor: “Asla Boğaz manzarasına sahip olmayacağız! Ama herhangi bir semtin insanı ne kadar barış içinde yaşarsa yaşasın, yüzde üçü her zaman hayattan şikayet edecektir. Bu sadece insan doğasıdır.”

Yine de, bir çamur krallığını miras alan adam Feyzullah ısrar ediyor: “Bağcılar’ın hiçbir zaman gerçek maddi sorunları olmadı. Yani aşılmaz bir şey yok. Su, kanalizasyon, elektrik, okullar, spor merkezleri, kütüphaneler, hastaneler meselesini biz çözdük! Hatta çocuk meclisi, kadın meclisi, engelliler meclisi bile yaptık!”

Biri daha ne isteyebilir ki demek istiyor bir anlamda…

Üniversite eğitimli bir asistan olan Serra, pandemi başladığında Fransa’da okumak için kazandığı bursu kaybetmiş. Çalışmak için başvurduğu kafe ve bar sahipleri bile adresini gördükleri anda başvurusunu red etmiş: “Eve nasıl gideceksin?” Bağcılar’a 2006’dan beri metro seferleri yapılsa da son tren saat 23:30’da merkezden ayrılıyor. Otobüsler gece yarısını geçmiyor, taksiye binersen maaşın yarısı gider.

“Bağcılar’ı benzersiz yapan nedir?” 1990’ların sonundan beri Bağcılar’da oturan Cihangir’in gözde mahallesinin tanınmış berberi Ali’ye soruyorum. Boğaz’ın kıyısında Tophane’de büyüyen 48 yaşındaki berber, “Aslında hiçbir şey” diye gülüyor. “Orası sadece yaşanacak bir yer.”

Herkes aynı fikirde değil. Gri, aşırı kalabalık ve mimari açıdan baskıcı olsa da, Bağcılar’ın hâlâ belli bir büyüsü, olasılıklara meydan okuyan bir dayanışma ve dayanışma duygusu var. İlk çöp temizliğine katılan Mehmet Orhan, “Bana kalsaydı, Bağcılar dünyanın belediyesi olurdu! Ne de olsa Bulgarların, Kazakların, Pakistanlıların, Filistinlilerin, Arnavutların ve Boşnakların çıplak elleriyle inşa edilmiş. Muhtemelen orada Ruslar da vardı.”

1923-4’te Bağcılar’ın Rum Ortodoks köylüleri toplanarak Yunanistan’a gönderildi. Onların yerine kuzey Yunanistan’dan sürülen Müslümanlar geldi. Günümüzde Selanikliler olarak bilinmesine rağmen Yunanistan’ın Osmanlılardan aldığı bir bölge olan Batı Trakya’nın her yerinden gelmişlerdi..

Sonraki elli yıl boyunca bu “mübadele halkı” koyun yetiştirip bamya, tütün, yulaf, buğday, ayçiçeği ve üzüm ekti. Bağcılar’ın adı ne de olsa “les vignerons”, yani bağcı-şarapçı anlamına geliyor. Bu muhafazakar semtte şarap yapmak artık haram-yasak olsa da, asma hala birçok beton apartmanın kenarlarında varlığını sürdürüyor.

Bağcılar 1980’lere kadar yoğun bir şehirleşme yaşamamış olsa da, ilk on yıllarda başka göçmen dalgaları buraya sığındı. Birincisi, 1950’lerin başında Sofya’daki komünist rejimin acımasız asimilasyonist politikalarından kaçmak için gelen Bulgar Türkleriydi. İkincisi, kısa bir süre sonra Sovyet Orta Asya’sından kaçan Kazaklardı. Üçüncüsü, 1970’lerden itibaren Anadolu’nun her köşesinden gelen ekonomik göçmenlerdi; dördüncüsü, güneydoğuda savaştıktan sonra gelen on binlerce Kürt’tü..

Belediye Başkanlığı, Bağcılar’da da en az 50 bin Suriyeli olduğunu tahmin ediyor. Bağcılar, her zaman sığınılacak bir yer olsa da, İstanbul’un sanayileşmesine daha da bağlı bir süreç yaşadı.. 1950’den 1960’a kadar iktidarda olan Demokrat Parti’nin Soğuk Savaş dönemi reformlarının tetiklediği İstanbul, 1950’lerde ilk büyük büyümesini yaşadı.

Buna Ülker de dahildi. Türkiye’nin küresel bisküvi imparatorluğunun fabrikası bu bölgedeydi. İlk fabrikasını 1948’de Topkapı’da açtı ve 1965’te büyük bir genişleme yaşadı. Bağcılar’ın erken büyümesinin çoğundan Ülker sorumluydu.

Ancak asıl patlama, 1980’lerde Turgut Özal’ın neoliberal reformlarının Türkiye’yi küresel ekonomiye açmasıyla geldi. ABD’de eğitim görmüş bir mühendis ve Dünya Bankası ekonomisti olan Özal, askeri rejimi faiz tavanlarını ve döviz kontrollerini kaldırmaya ve sıkı bir kemer sıkma diyeti uygulamaya ikna etti. İstendiği gibi, bu ihracatı büyük ölçüde artırdı, enflasyonu dizginledi ve kıtlığı ortadan kaldırdı.

Tüketimin kısılması ve kişisel tasarruflardaki büyük artışlarla birlikte, Türkiye’nin kaynakları toplu halde ihracata yönelik sektörlere kaydırıldı. Ülke, yalnızca ilk yıl ihracatını %55 oranında artırdıktan sonra, pek çok kişi daha 1981 yılında bir “Türkiye ekonomik mucizesinden” söz etti.

Türkiye’nin ihracata yönelik çıktı payı, 1979’da GSYİH’nın %5’inden 1989’da %23’e çıkarken, Bağcılar gibi yerler büyük fayda sağladı. Et paketleme fabrikaları ve küçük tekstil fabrikalarının patlamasına ek olarak, Özal’ın iktidara geldiği ilk yıllarda İstanbul’un en ünlü sanayi parklarının çoğu burada yükseldi. Bunlar arasında, şu anda 75 bin kişiyi istihdam eden bir oto-üretim kooperatifi olan İstoç; 10 bin çalıştığı İÇDAŞ Çelik ve Demir; ve Türkiye’nin en büyük mobilya, demirci ve matbaa işletmeleri.

Ancak tekstil hala sanayinin kralı olmaya devam ediyor. 18. yüzyıl İngiltere’sinin proto-sanayileşmesini hızlandıran sisteminin”modern bir versiyonunda Bağcılar’da artık. Zara, Mango gibi daha büyük şirketler için taşeronluk yapan işaretsiz mağaza vitrinlerinde ve konut bodrumlarında binlerce derme çatma ‘sözleşmeli tekstil üretim’ tesisi var. Nüfusun yaklaşık yüzde 40’ı tekstilde çalışıyor.

Konutta da benzer devrimler yaşandı. İstanbulluların tahminen yüzde 75’i milenyumun başında derme çatma gecekondularda yaşıyordu. Etkileyici olmasa da, bu rustik tek katlı evler, sebze ve tavuk yetiştirmek için kendi bahçeleriyle donatıldıkları ve doğal ortamla harmanlandığı için garip bir şekilde hoştur.

Kaçak olarak inşa edilmiş gecekondular, Türk kapitalist modernitesinin güvencesiz belkemiğidir. Evler, kente gelen nesillerin kendileri için cılız bir yer edindiği temeldi ve 1948’den 1988’e kadar Türk Parlamentosu tarafından, gecekonduya yerleşenlere en az 15 af kabul edildi.

Bütün bunlar 1990’ların başında sona erdi. AKP’nin selefi olan Refah Partisi, gecekondudaki desteğinin gücüyle seçilmesine rağmen, gecekonduların inşasını yasakladı. Bu, arazi tapusu olanlar için muazzam bir servet yaratılmasına yol açsa da, yeni gelenleri zora soktu..

Bağcılar’ın konut devrimindeki bir sonraki aşama, 1990’larda gecekonduları deviren beton blokların yerini almak üzere her yerde ortaya çıkan devasa “siteler” ya da yüksek katlı konut kompleksleriyle, çoktan başlamış durumda. Çok daha lüksler ve fiyatları 1,5 milyon liraya (200.000 $) kadar çıkıyorlar. Yine de çoğu insanın bunları alacak parası yok ve çoğu yabancılar tarafından satın alınsa bile boş kalıyor.

Bağcılar’ın ilk belediye başkanı Feyzullah Kıyıklık, “Etrafınıza iyi bakın” diyor. “Burası cennet değil, ama çok uzun bir yol kat ettik. Göreve ilk geldiğimde parklar ve mahalle sağlık ocakları yoktu.” “Bir yıl içinde 22 mahallenin tamamında bunları inşa ettik.”

Bugün onun vizyonuna pek benzemese de -Bağcılar’ın çoğu herkesin bildiği gibi ağaçsız ve semt hızla dikey olarak büyüyor. Selefleri Bağcılar’ın daha yaşanabilir hale gelmesi için neye ihtiyacı olduğunun tamamen farkındalar.

Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Şirin, “2050’ye kadar nüfusu en az yüzde 25 azaltmalıyız” diye itiraf ediyor.

Yardımcısı Özcan, “Tabii ki Bağcılar, İstanbul’un diğer semtleriyle asla rekabet edemez” diye şaka yapıyor. “Marmara Denizi, Haliç, tarihi yarımada onlarda. Onların çayhaneleri Boğaz’a bakıyor,” diye şaka yapıyor, “bizimki Demirkapı’ya bakıyor!”

Bağcılar’ın en çetin semtlerinden biri. “Coğrafya,” diye tekrar göz kırpıyor, “kaderdir.”

Serra birkaç eşit derecede önemli noktaya değindi. Bağcılar’da kadın olmanın çok zor olduğunu itiraf ediyor: Hava karardıktan sonra yürüyerek gitmek için cesur bir silahşör olmak gerekiyor.

“Bu yüzden geceleri burada uzaktan ‘modern’ giysilerle bile herhangi bir kadını selamlıyorum: Bu özel bir cesaret gerektiriyor. Ben kendim o kadar cesur değilim,” diye itiraf ediyor, “Bu yüzden her zaman fazladan bir elbiseyle seyahat ediyorum. Biri Kurtuluş, Kadıköy ve Beyoğlu için,” diyor, laik orta sınıf semtlerde giydiği atletini ortaya çıkarırken, “bir diğeri de Bağcılar için.”

Serra, özellikle varlıklı liberaller tarafından Bağcılar’dan geldiği için alay edilse ya da korksa da, başka hiçbir yerde yaşamakta olduğu kadar rahat hissetmiyor.

“Burası benim ülkem ve bunlar benim insanlarım. Bağcılar’da kimse seni İstanbul’un geri kalanında olduğu gibi yargılayamaz” diyor. Onu en çok üzen, zengin insanlardan aldığı küçümseme.. “Bu ön yargılar çok saçma,” diyor bıkkınlıkla, “özellikle de Bağcılar’dakiler dünyadaki herkesten daha çok çalıştığı için!”

Onlarca milletin kanıyla, teriyle, gözyaşıyla inşa edilmiş bir şehirde yaşarken, kendilerine “dünyaya Türkiye’nin belediyesi” demeye hakları var. Ancak bölgenin somutlaştığı gururdan, hatta ilerlemeden bile daha önemli bir şey var. İstanbul’un en çetin semtiyle ilgili kaba klişelere meydan okuyan bir araya gelme, ifade edilemez ama elle tutulur bir dayanışma duygusu var.

“Ortadoğu’ya bir barış gelirse” diyor Serra, “Bağcılar’dan gelir.”


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.