ARİS BODODOĞAN*
Siz hiç Kırşehirli Ermeni duydunuz mu? Ben uzun süre aradım fakat bulamadım. Dedem Garabed ise ufak bir çocukken İstanbul’a gelmesine rağmen, mezar taşında adının önüne ‘’Kırşehirli’’ yazdıracak kadar benimsemiş Kırşehirli olmayı.
Ondan bize miras kalan bu özellik ile hiç gidip görmesek de ‘’Memleket nere?’’ diye sorulan soruya verilen cevaptı Kırşehirliyiz demek.
1913 yılında Kırşehir’de dünyaya gelmiş. Annesi Gülirenk, babası Vartan. Anadolu Ermeniliğinin üzerinden geçen kılıç Kırşehir’den de geçmiş. Babası Avukat Vartan Efendi, değirmenden un almaya gittiği sırada, köye gelen jandarmalardan saklanmasına yardımcı olmak istemiş değirmenci. “Benim ırkım gidiyor, kanım diğerlerinden daha kırmızı değil, geride kalanların eşlerinin yüzüne bakamam’’ diyerek teslim olmuş. Raymond Kevorkian’ın ‘’Ermeni Soykırımı’’ kitabına göre Kırşehir’de toplanan erkekler şehirden çıkarılıp öldürülmüş. İki yaşında yetim kalan Garabed 1915’in ‘Kılıç Artıkları’ndan biridir artık.
Dul kalan annesi acılara daha fazla dayanamayıp kısa bir süre sonra ölünce Garabed artık hem yetim hem de öksüzdür.
Dudusu ile birlikte yaşadıkları bölgedeki baskılara dayanamayıp 1927 yılında ellerinde sadece bir tahta bavulla İstanbul’a Haydarpaşa’ya vardıklarında gördükleri manzara karşısında dudusu ‘’Garabed oğlum göğün tüm ışıkları buraya inmiş’’ demiş.
Anadolu’dan İstanbul’a gelen her Ermeni aile gibi ilk sığınakları Kumkapı’daki Patrikhane olmuş. Kumkapı’ya yerleştikten sonra çeşitli işlerde çalışmış. En sonunda daha önce Kırşehir’de de çıraklık yaptığı bir sobacının yanında iş bulmuş.
Dört yıl Diyarbakır’da askerliğini yaptıktan sonra İstanbul’a geri gelmiş. Soyadı Kanunu çıkdığında askermiş. Gelir gelmez başına bir bela almamak için koşarak nüfus dairesine gitmiş Garabed. Soyadlarından ‘yan’ ekleri kalkacağı için zaman içinde Bedrosyan’dan, Bodosyan’a evrilen soyadımız en sonunda nüfus memurunun taktiri ile Bododoğan olmuş.
Birkaç yıl sonra evlilik çağına gelen dedem memleketlileri vasıtasıyla Naringül ile evlenmiş. Eşinin annesi Takuhi 1899 doğumlu. Mets ‘Büyük’ Yayaydı bizim için. Görüp dinleme fırsatımız oldu. Mets Yaya 2000 yılında vefat etti. Eşi Kalaycı Hagop, kendinden yaşça baya büyükmüş. 1915’in yıkıcılığını canlı yaşamış biriydi. Dört kız arkadaşı ile birlikte gündüzleri saklanıp geceleri kaçarlarmış. Yozgat’ın dağlarında kaçarken bir gece adı efsaneleşmiş İnce’nin oğlu Samuel ve arkadaşları tarafından bulunup sağ salim Yozgat Amerikan Misyonerleri’nin Yetimhanesi’ne teslim edilmiş. Oradan da Hagop ile evlenip bir süre sonra İstanbul’a gelmişler.
Yayamla dedemin iki oğlu olmuş. Vartan ve Hagop. Çocuklarına babalarının isimlerini vermişler. İlk çocukları olduktan sonra dedem 20 Kura Nafia Askerliği denilen, azınlıkların silahsız olarak amele taburlarında görev aldıkları bir sistemde tekrar askere alınmış.
Ortaköy Dereboyu’ndaki sobacı dükkanının duvarında kendilerini ölümden kurtardığına inandığı Mareşal Fevzi Çakmak’ın posteri en güzel yerde asılıymış.
Hayatta kalıp geri geldikten sonra bu seferde başlarına Varlık Vergisi belası çıkmış. Aşkale’ye gitmekten tesadüfen kurtulmuş. İyi kötü sobacılık yapmaya devam etmiş.
Seneler ilerlerken dertleri hiç azalmamış. Derken 6/7 Eylül 1955 olayları patlak vermiş. Evlerinin karşısındaki arsada toplanan kalabalığa karşı beş yaşında çocuk olan babam evde onun dışında, dedem, amcam, babamın dayıları evdeki tüm erkekler kapının önünde mücadeleye hazırlanırken yan komşularının burada hiç Rum yok demesiyle Portakal Yokuşu’ndan aşağı koşan kalabalığın gitmesiyle derin bir nefes alırlar.
Ertesi sabah Dereboyu Caddesi yerlerde kumaşlar, kıyafetler, talan edilmiş evlerden atılanlarla doluymuş.
Dedemin sobacı dükkanına gelen arkadaşları ağırlıklı olarak ya Boğazlıyanlı ya da Burunkışlalıymış. Taşçının Ardaş, Topal Artin, Alakuş. Yan yana gelindiğinde konuşulan konu büyük ihtimalle ‘çart’ olurmuş. Yozgat’ta yaşadıklarını, hayatta nasıl kaldıklarını, hayatta kalırkan yaşamını yitiren akrabalarının yaşadığı vahşeti her biri anlatırmış. Hrant Dink’in dediği gibi ‘’Her biri bir belgeymiş’’. Bir de emekli albay gelirmiş. Tabi albay gelince konuşulan konu çok farklı olurmuş. Menderesçi olan albay ile buluştukları ortak nokta, yaşadıkları kötü hatıraların sorumlusu olan İnönü karşıtlığıymış.
Yaşadığı olaylar dedemin inançla arasını epey açmış. Bir pazar kilisede Derhayra size bir soru sorucam diye yaklaşmış. Abraham ile İsahak’ın hikayesini anlatmış. Kurban olduğum İsahak için koyun yollarken Anadolu’da halkımız kırılırken İsahak kadar sevdiği hiçbir tane kulu yok muymuş diye isyan edip kiliseden ayrılmış. Ermenice anlamaz ama Ermenice harfli Türkçe basılan yayınları okumayı bilirmiş.
Dedemin babama babamın da bize bir nasihati vardı. Yaşadığı bir tatrtışma sonucu karakoldan çağırmışlar dedemi. Tartıştığı müşteri dedemi ‘dinime, ezanıma, bayrağıma küfür etti’ diye şikayet etmiş. Dedeme iftira atıldığını anladıkları, onun haklı olduğunu bilmelerine rağmen kurtulmak için amirin evine sıfırdan soba kurmuş dedem. O yüzden kimseyle tartışmayın siz hiç birşeysiniz derdi. Babam da bize derdi…
Babam bu yaşanan olayların çoğunun birinci derece şahidiydi. Geçen hafta ‘Göklerdeki Babası’ nın yanına gitti. Dedem Sobacı Garabed, Babam Alaturkacı Sakallı Hagop.
Krikor Zohrab’ın ‘İ Herastane’sinde bahsettiği babamın da okumaktan gurur duyduğu Ortaköy Tarkmançats Okulunda ilk okulu okuduktan sonra Getronagan Lisesi’ne gitmiş. Dokuzuncu sınıfta kalınca ekonomik sebeplerden dolayı okulu bırakıp Çuhacı Han’ın yolunu tutmuş. On yedi yaşında da yetim kalmış.
O dönem adet herkesin bir lakabı varmış. O lakap ile tanınırmışsın. Babam da ‘Sakallı Agop’ olarak nam yapmış. Samatyalı Parlak Hacı ki dönemin meşhur ve büyük mıhlayıcılarından yerine varis olarak babamı gösterirmiş.
Alaturka mıhlama, eski Osmanlı Tarzı mücevher imalatıdır. Bu coğrafyadan çıkmadır. Genelde elmas taşların montür üzerine mıhlanmasıyla yapılır. Suyla temas etmemesi lazımdır. Babamın mıhladığı işlerle denize giren, hamamda yıkanan, bulaşık yıkayan ve hiç sorun yaşamadığını anlatıp teşekkür eden onlarca müşterilerimiz vardı.
Cemaat işleri ile de uğraşan babam Bakırköy Kilisesi’nde iki dönem yönetim kurulu üyeliği yapmış. Bu görevi sırasında, dönemin Türkiye Ermenileri Patriği Karekin Kazancıyan’ın Danışma Kurulu’nda da görev almış. İstanbul Ermeni Milleti’nin daha iyi koşullarda varlığını sürdürebilmesi için çabalamış.
Kapalıçarşı’daki ustalardan farklı bir yönü daha vardı babamın. Ağızından bir gün küfür çıkmazdı, çıraklarına kalfalarına hakaret etmezdi.
Bizim atölyede ben babama Raffi’yi ,Paramaz’ı ,Arpiyar Arpiyaryan’ı , Taniel Varujan’ı anlatırdım, babam bana Karekin Beşgötüryan’nın ‘Yeg im Srink’ini , Çarents’in ‘’Yesim Anuş Hayastani’’sini okurdu. Yeri gelir Baruyr Sevag’ın ‘Mart el ga, Mart el ga’sı ya da ‘Mez Hayen Asum’unu dinlerdik. Ama en çok da Cem Karaca dinlerdik…
12 Eylül sonrası Özal ile birlikte Kapalıçarşıdaki esnaf yapısının değişmesi, kuyumculuk sektörünün yerli ve millileşmesi sonucu birçok tüccar ya yurt dışına kaçtı ya da mesleği bıraktı. Diran Şenlerin, Aram Frenkyanların , Parseh Semerciyanların yerleri, devlet destekli büyük sermayelerle bu sektöre girenlerin olacaktı.
Sermayenin emeği ezdiği bu sistem içinde, ne ustalığın, ne de zanaatın değerinin kalmadığı dönemde birkaç usta, ustalıklarıyla ön plana çıksa da artık Kapalıçarşı, toplumun çırak gönderip kolunda altın bileziği olsun dediği bir merkez değil.
Bu anlattıklarımda isimleri değiştirerek İstanbullu birçok Ermeni aileye uyarlayabiliriz. Dedemden babama, babamdan da bana aktarılanlar bende kalsın istemedim.
Umberto Eco’nun bir sözü var ‘’Mutlu insanların hikayesi olmaz’’ diye…
Biz Anadolu Ermenileri’nin çok hikayesi var. Umarım bundan sonraki hikayelerin sonunda biz de mutlu oluruz….
Nur içinde yat Baba… Seni hiç unutmayacağız…
*Yazının orjinali 30 Temmuz 2021 tarihli Agos gazetesinin arka sayfasında yayımlanmıştır.
İlk yorum yapan siz olun