İskenderun Sancağı’nın 2 Eylül 1938’de bağımsızlığını ilan etmesi ile kurulmuş olan Hatay Devleti, 29 Haziran 1939’da 40 üyeli Hatay Devleti Millet Meclisi’nin aldığı karar gereği Türkiye’ye katıldı. Bu gelişmenin yıldönümünde Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül tarihsel sürece dair önemli arşiv belgeleri içeren bir makale kaleme aldı.
HÜSNÜ GÜRBEY & MAHSUNİ GÜL
Osmanlı-Fransız ilişkileri 1908-1918 İttihatçıların (İTC) kısa yönetimi sırasında kısmen sekteye uğrasa da 1919 yılından itibaren Kemalistlerin güç kazanmasıyla yeniden canlanmaya başlar. Fransızlar; müttefikleri olan İngiltere’nin savaşın kazanımlarından kendilerini mahrum bırakacaklarından, Ortadoğu’da paylarına düşen Suriye ve Lübnan’ı ellerinden alacaklarından kuşkulandıkları için, Güneydoğu Anadolu’da işgal ettikleri bölgelerin tümünü, malzeme ve teçhizatlarıyla birlikte Kemalistlere bırakarak onlarla anlaşma yolunu seçtiler. Bunu yaparken bölge sakinlerinden ne Kürtler’in haklarını, ne de Ermeniler’e vaatlerini dikkate aldılar. Fransa’nın öncülük ettiği ve uygar dünyanın değerleri olan ‘eşitlik, özgürlük ve adalet’ gibi temel değerleri de umursamadılar. Varsa yoksa Fransız burjuvazinin çıkarlarıydı.
Türk Tarih Kurumu Arşivi’nde bulduğumuz, belge no/1236 olan bir belge, 21. 3. 1921 tarihinde Roma Elçiliği’nden Doktor Ahmet Fuat (muhtemelen dönemin istihbarat elemanı Kuşçubaşı Eşref) tarafından ismi belirtilmeyen bir paşaya- (muhtemelen Harbiye Nezaretine) gönderilen rapor, yukarıda yazılanları doğrulamaktadır.
Roma’dan İstanbul’a
Raporun konuyla ilgili bölümü şöyledir:
“3-Fransa ve Mısır şubesinin murahhaslarından (üyelerinden) biraderimiz Mahmut Hayri Bey’in Paris erkân-ı hükümeti (hükümetin ileri gelenlerin) nezdinde haiz olduğu büyük nüfuzdan istifade etmeğe teşebbüs edildiği mümaileyh (adı geçen kişi) ile Fransa hükümeti ile bir ittifak yapmıştır. Ona binaen (ona dayanarak) Ayıntab’ta (Gaziantep’te) bulunan kıtaat-ı askeriye (askeri birlikleri) bütün esliha (silah) ve malzemesiyle o kasabayı terk ediyor. Fransız kıtaatı (askeri birliği) harp etmeden şehre giriyor fakat Fransa’nın izzet-i nefsini (şeref ve haysiyetini) muhafaza etmek üzere yapılan bir tertibe mukabil Fransa bütün Adana Vilayetini ve Ayıntab şehrini Türklere bila kayd ve şart (kayıtsız şartsız) iade eylemeyi taahhüd (kabul) ediyor. Mütareke ahkâmı mucibince (anlaşama koşulları gereğince) teslim ettiğimiz eslihayı (silahları) ve malzemeyi el altında tedrici (el atında) olarak bize vermeğe ve mümkün olursa kendi malzemesinden bize satıyor. Bundan başka gizli olarak bize 5 (beş) milyon liralık bir istikraz yağmağa ve ayrı bir sulh akd (barış anlaşması) eylemeye razı olmuştur. Kendisi (Fransa) Londra Konferansı’nda bize müzeheret (yardımcı olmayı) eylemeyi kabul eylemiştir. Zira İngiliz tehlikesinden pek korkuyor. İngilizlerin Suriye’de Fransa aleyhinde yapmakta olduğu teşvikat ve muavenat-ı maddiye (kışkırtma ve maddi yardım) malum olduğu gibi İstanbul ve Boğazları yutmaya ramak kalmış olduğunu anlıyor. Hayri Bey’in biraderi murahhasamızla (üyemizle) Londra’ya gitmiştir. Ve Hayri Bey bu hafta Paris’te azimet eylemişti. El hasıl takib ettiğimiz siyaset mucibince (gereğince) İtalya ve Fransa’yı İngiltere’den ayırmak ve Fransa’dan maddi istifade eylemek ve ilâ nihaye (sonuna kadar) İngiltere ve onun bendesi (kölesi) olan Yunanistan aleyhinde nihayete kadar mücadele eylemek mukarrerdir.”
Bu sıcak ilişkiler, II. Dünya Savaşı öncesinde, Hatay’ın ilhakında etkili olacaktır.
Ankara Antlaşması
20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’yla, İskenderun Sancağı özerkliği kabul şartıyla Fransız yönetimine bırakılmıştı. 9 Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında manda idaresine son vermeyi ve iki taraf arasında ittifak kurmayı amaçlayan bir anlaşma imzalandı. İskenderun Sancağı’nın, özerkliğinin korunması koşuluyla Suriye yönetimine bağlanması isteniyordu. Türkiye Ankara Anlaşması’nın hükümlerine dayanarak (1) bölgedeki Türkler üzerinde söz sahibi olduğu ve buranın Suriye’ye bağlanması halinde bu hakkını kaybedeceği gerekçesiyle itiraz etti. Alman tehdidi altındaki Fransa, Türkiye ile iyi ilişkilerine zarar vermek istemediği için Türkiye’nin taleplerini kabul etti. Böylece İskenderun Sancağı, Suriye devre dışı bırakılarak, Türkiye ile Fransa arasındaki bir sorun haline getirildi.
İki ülke arasında Haziran 1938’de Antakya’da başlayan görüşmeler sonucunda 3 Temmuz 1938’de Türkiye-Fransa Askerî Antlaşması, 4 Temmuz’da da Türkiye-Fransa Dostluk Antlaşması imzalandı, 2 Eylül 1938’de Hatay Meclisi’nin açılmasıyla süreç tamamlandı.
Üç aşamalı sorun
Hatay sorunu üç aşamalı olarak gelişti.
1-1936-1937 yılları arasında Mr. Durieux’nün Yüksek Komiserliği döneminde, İskenderun Sancağı, Milletler Cemiyeti’yle yapılan anlaşmaya göre, Suriye Cumhuriyetine bağlı özerk bir cumhuriyet oldu.
2-Temmuz 1937 Haziran 1938 döneminde Mr. Garreaux’nun Yüksek Komiser vekilliği döneminde İskenderun Sancağı’nın bağımsız bir bölge olarak Suriye’den ayrılma girişimi, yerli halkın sert direnişi sonucunda başarısız oldu.
3-Haziran 1938-1939 döneminde Mr. Collet döneminde, İskenderun Sancağı Hatay adıyla önce bağımsız bir devlet oldu ve ardından Türkiye’ye ilhak etti.
Bu üç dönemin ilk ikisinde, yerli halklar şiddetli bir direniş gösterdiler. Önce Türk olmayan halkların direnişi, Fransız sömürge yönetiminin desteğiyle kırıldı. Fransız sömürge yönetimi Türkiye’ye her türlü desteği verdi. Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde(CA) 01013328 nolu iki raporda, Fransa sömürge yönetiminin açık desteği görülmektedir. İlk rapor; Dörtyol Emniyet Amirliği’nin 1734 nolu, 2/6/938 tarihli şifreli yazısına istinaden Antalya Saylavı (mebusu) Tayfur Sökmen tarafından Ankara’ya gönderilmiştir. Raporda şu ifadeler dikkat çekiyor:
“1-Birçok reca ve ihtarlara binaen güç halle partiden gelen 233 sayı ve 1 Haziran 938 tarihli raporda; dün umumi vaziyet büsbütün karışmış şehirle nevahî (taraflar) arasında muvasala münkati (ilişkiler kesilmiş) olmuştur. Bu şerait dâhilinde (bu şarlar altında) konsolosun hükümet nezdinde vaki olan teşebbüsü üzerine beş gün mücadele intihap (seçim) daireleri tadili faaliyet etmiştir. Fransızların istediği milli kindarlık haline getirilmiştir. Şuursuz bir şekilde yapılmakta olan cinayetlerin umumi bir şekil alması katliama müncer (taraf)olması müsteb’at (olası) değildir. Fransızlar tarafından verilmekte bulunan sözlerin zerre kadar kıymeti yoktur. Hiçbir Türk malına ve canına sahip değildir. Yazılarımızda katiyyen mübalega (abartı) olmadıktan başka yapılan mezalimin ufak hadisatın kaydından sarfınazar edilmiş olduğunu arz ederiz.”
Tayfur Sökmen’in kendisinden şikâyet ettiği Mr. Garreaux görevden alınıp, yerine Türkiye’nin tüm isteklerini yerine getirecek olan delege Albay Collet getirilecektir.
Ziya Oral’ın raporu
İkinci rapor, Dörtyol Emniyet Amirliği’nin 11/6/1938 günlü ve 1798 rapora istinaden, Emniyet Amiri Ziya Oral imzalı olup 13-VI-938 tarihlidir. “Delege kumandan Collet’nin bugüne kadar yaptıkları hatalarını telafi edecekleri sözünü kendilerine verdiği” belirtilen raporda; en büyük sorunun nüfus sayımı olduğu, Türk tarafının henüz tam bir nüfus sayımının yapılmadığı, sayımın bir an evvel yapılması için Albay Collet’nin yardımcı olacağı, bu konuda her türlü tedbiri alacağı ifade ediliyor. Raporun devamı şöyledir:
“(…) Bugünden itibaren jandarma kumandanı Yümür ile Kırıkhan Jandarma zabitinin malum olan şekildeki mezuniyetleri, Sancak hudutları haricine (dışına) çıkarılmasına emir vereceğini ve kumandan Seri ile Kapiten Kakon’u gayri faal bir vaziyette sokmakla beraber iki güne kadar bunları da mezuniyet ve tebdil hava vesilesiyle Sancak hududundan uzaklaştıracağına, istenilen nahiye müdürleriyle köy muhtarlarının bilakaydüşart azilleri için Türk Partisinin bütün taleplerini terviç (karşılayacağını) edeceğini ve arzu ettiğimiz şekilde yapılması icab eden icraat hakkında hemen kendisine bir plan verilmesini ve bu planın tatbikinde bugün için mesuliyeti üzerine alacağını ve bilhassa şimdiye kadar nüfusça küçük yaşta yazılmış ve yahut mektum (gizli) kalmış olan Türklerin serian nüfus siciline kayd edilmeleri için yine mesuliyeti kendine ait olmak üzere her türlü tashilatı yapmağa ve bu hususta icab eden tedbirleri almağa selahiyetter (yetkili) memurlara selahiyeti mutlaka verdiğini, şu kadarki bu işlerde yani nüfus muamelatının tasviyesinde kendisini açıktan açığa müşkül vaziyete düşürecek ihtiyatsızlıkdan tevakki (sakınmasını) edilmesini ve bilhassa Arap ve Alevi köylerinde aleyhimizde hareket etmekte olan ve etmesi memul bulunan eşhas (kişiler) hakkında icab eden tedbirleri almak üzere bunların isimlerinin kendisine verilmesini ve bundan sonra hariçten hiçbir Ermeni ve Arabın Sancağa girmesine ve kendini kaydettirmesine her türlü tedbirle mümaneat (mani) edeceğini ve bu işinde mesuliyetini üzerine alacağını ve her vakit partinin delaletine ve yardımına muhtaç olduğunu beyan etmiştir.”
Raporda anlaşılacağı gibi Haziran 1938’de Fransız sömürge yönetiminin tek görevi, Türkiye’nin isteklerini yerine getirmekten ibarettir. Şimdi sırada seçmen kütüklerinin kayıt işlemleri vardır, fakat önce nüfus oranlarının gözden geçirilmesi gerekmektedir. 1936 sayımına göre nüfusun dağılımı şöyledir:
a)Arapça konuşan nüfus 99.163
b) Türkçe konuşan nüfus 85.274
Ayrıca, bölgede aynı yılın sayımlarına göre 28.857 Ermeni (2), 4.831 Kürt ve 954 Çerkes yaşamaktadır.
Arap nüfus da yekpare değildir, kendi içindeki dağılımı şöyledir:
1-Ortodoks ve Katolik dinine mensup Araplar yani Hıristiyan Araplar: 14.105
2- Müslüman Sünni Araplar: 22.461
3-Alevi Araplar: 62.123. (3)
Araplar nasıl Türk oldu?
Görüldüğü gibi Sancakta Türk nüfusu çoğunluğu sağlayamamaktaydı. Bu nedenle Arap Alevileri kazanmak gerekiyor. Yapılan yoğun propaganda çalışmalarıyla, Arap Alevilerin aslında Arap olmadıkları, 40 asırdan beri buraya yerleşen ve zamanla dillerini unutarak Araplaşan Eti Türkleri olduğu iddia edildi. (4) Böylece, bazı Arap Aleviler bu yöntemle, bazıları da başka vaatlerle olmak üzere pek çok Arap Alevi’nin kendisini Türk olarak kayıt ettirmesi sağlandı. Tayfur Sökmen’in 14. 5 938 tarihinde Dâhiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya’ya gönderdiği rapor da bunu doğruluyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor:
“Bugün Yenişehir mıntıkasında Türk yazılan Alevilere dayak atmışlar, hakaret etmişlerdir. Sandık etrafında kordon çevirmiş olan Alevi askerlerden birisi ‘Türk yazılan namusuzdur’ diye alenen milletimize tecavüzde bulunmuştur. Bu sözü işiten mümessilimiz bu neferlerin isminin kendisine verilmesini reisten istemiştir. Reis, bu adamın ismini tahkik edeceğini ve komisyon reisi vasıtası ile cevap vereceğini söylemiştir.”
Cumhurbaşkanlığı CA ‘da bulunan: 01013440/604166 nolu belgeye göre, seçmen kayıtları şöyle gelişmektedir.
Nüfus (seçmen) sayımından istenilen sonucu nihayet elde etmeyi başaran Türkiye, bunu Milletler Cemiyeti Seçim Komisyonu Heyeti’ne de kabul ettirecektir. Milletler Cemiyeti Yüksek Seçim Komisyonu’nun 11 numaralı kararına göre; “Türk cemaati 35.847, Alevi cemaati 11.319, Ermeni cemaati 5.504, Arap cemaati 1.845, Ortodoks cemaati 2.098, sair cemaatler 395’dır. Buna göre mebus adedi Türk cemaatinden 22, Alevi cemaatinden 9, Ermeni cemaatinden 5, Arap cemaatinden 2, Ortodoks cemaatinden 2 olarak tespit ve ilan edilir.
Seçimler
Seçimler demokratik bir ortamda halkın özgür idaresiyle yapılmadı. Her şey Ankara’dan belirlenerek gönderilmişti. Kimin Cumhurbaşkanı, kimin Meclis Başkanı, kimin de Başbakan olacağı Ankara’dan belirlenmişti. Sömürge döneminin ilk Türk Valisi ve Hatay Devleti’nin ilk Başbakanı olan Abdullah Melek, anılarında şunları anlatır:
“(…)22 Türk mebus namzedini Ankara’ya bırakmamızı ve oradan gelecek liste üzerine bunu, Hatay Halk Partisi’ne otomatikman kabul ettirmemizi, 18 ekalliyet (azınlık) mebus namzedini de benim seçmemi ve bunların Meclis’te milli gayemize mugayir (aykırı) hareket etmeyecek kimselerden olmasını garanti etmemi istediler. Devlet, hükümet ve meclis reislikleri için de Abdülgani Türkmen, Tayfur Sökmen, Abdurrahman Melek’ten ibaret üç ismin Atatürk’e arz edileceğini beyan ettiler. Bu kararların hepsinde mutabık kaldığımızı bildirerek ayrıldık ve Açıkalın’la İskenderun’a döndük. Üç gün sonra Halk Partisi’nde yapılan fevkalade bir toplantıda Açıkalın, 22 Türk mebus namzedinin isimlerini okudu. Namzetler arasında benim kendisine evvelce vermiş olduğum isimlerden ancak 7-8 kişi kalmıştı. Diğerlerinin yerini başka isimler hatta eski muhaliflerden iki ve şimdiye kadar Hatay’da bulunmayanlardan da birkaç kişi almıştı. Aynı zamanda Tayfur Sökmen’in devlet reisliğine, Abdülgani Türkmen’in meclis reisliğine seçileceklerini, benim de hükümet reisi olacağımı tebliğ etti. Partide eskiden beri fedakârlıkla çalışmış olan arkadaşlar, Türk mebus namzetleri arasında, isimleri hatıra bile gelmeyecek kimseler bulunmasını hayretle karşıladılar; fakat hiçbiri asil hislerden uzaklaşarak menfi yol tutmadı. Ekalliyet (azınlık) mebus adaylarını da ben, aynı zamanda mandater otoriteyi de memnun etmiş kimselerden seçtim.” (5)
2 Eylül 1938’de Hatay Millet Meclisi törenle toplandı. Daha önceden isimleri tespit edilen Devlet ve Meclis Başkanları seçildi. Tayfur Sökmen cumhurbaşkanı oldu ve göndere Hatay bayrağı çekildi. Hükümet kurmak ve yeni bir anayasa hazırlamak için hemen çalışmalara başlandı. Böylece Bağımsız Hatay Cumhuriyeti’nin ilan edilmesinin önünde hiçbir engel kalmadı. Hatay Devleti Meclisi 23 Haziran 1939’da Türkiye’ye ilhak kararı aldı ve böylece Hatay Devleti’nin varlığı sona erdi.
1939 sonrasında Ermeniler
Hatay’ın [İskenderun Sancağı] adım adım Türkiye ile birleşmeye gitmesi, başta Ermeniler olmak üzere Türk olmayan unsurları rahatsız etti. 1915 yılında yaşanan ağır travmadan sonra, Ermeni halkının Türk yöneticilerinin sözlerine ikna olması zaten beklenemezdi. Yer yer sataşmalar, mallara el koymalar da başlamıştı. Abdullah Melek anılarında bunu teyit ederek şunları yazar:
“Kırıkhan ve Belen’de Ermeniler bir iki sarhoşun sarkıntılık yapmalarını büyüterek Hatay’dan hicret etmek istediklerini işaa ettiler (haberini yaydılar). Kıbrıs’a gitmek üzere pasaport alan bir Ermeni mebus, oradan gönderdiği bir mektupta Hatay mebusluğundan istifa ettiğini, Kıbrıs’ta ikamete karar verdiğini bildiriyordu. Kesab nahiye merkezinde bir iki Ermeni’nin jandarmalar tarafından dövülmesi, bir müsteşarın Turizm Oteli’nde bir Hıristiyan garsonu tokatlaması ve bunlara mümasil (benzer) birtakım vakalar büyütülerek siyasi dalga haline getiriliyordu.” (6)
İskenderun Sancağı’nda yaşayan Ermeniler de 1915’te tehcir uygulamasına tâbi tutulmuşlardı. Alman yazar Franz Werfel’in 1930-32 yıllarında kaleme aldığı, ‘Musa Dağ’da 40 Gün’ adlı önemli eserinde öğreniyoruz ki Ermeniler burada destansı bir direniş göstermişler, sonunda kendilerini kurtarmaya gelen Fransız donanmasına ait gemilerle Mısır’ın Port Said limanına taşınmışlar, savaşın sona ermesinden sonra hayatta kalanlar ise tekrar eski yurtlarına geri dönmüşlerdi. (7) Bu talihsiz halk, şimdi bir kez daha kitlesel halde yolara dökülecektir. Onlardan geriye kalan malları ne olacaktı?
Bu konuda elimizde iki rapor var. Raporlardan ilki 3.2.943 tarihli, Süveydiye’den (Samandağ) Nahiye Müdürü Behçet Perim tarafından, Hatay Valiliğine gönderiliyor.
‘Kaçak Ermeniler’den kalan emlak ve arazinin halis Türk unsuruna tahsis buyrulması hakkında’ başlıklı raporda özet olarak şu ifadeler yer alıyor:
“Kapusuyu, Batıayaz, Yoğunoluk ve Hıdırbey gibi Ermenilerden metruk (terk edilmiş) köylerle bunlara muvakkaten (geçici) iskân edilmiş olan öz Türk köylüleri hakkında önce sunulmuş olan 31/12/942 gün ve 2675 sayılı yazı örneği ilişik olarak takdim kılınmıştır. Bu kere milli emlak müdürlüğünden alınan müzayede ilanlarına göre bu gibi gayrimenkullerin peyderpey satılığa çıkarılmakta olduğu anlaşılmaktadır.”
Raporun ikinci paragrafı Arap Aleviler hakkındadır. Bu konuda da şu ifadeler yer alıyor:
“18 bine yaklaşan nüfuslarıyla, Hatay’ın ilhakından dört yıl geçmesine rağmen, asimile olmadıkları gibi, günün birinde Türkiye’nin Suriye ile girebileceği bir savaşta, bunların Suriye’nin yanında yer alacaklarından kuşkulanmaktadır. Alevilerle meskûn (yerleşik) Süveydiye (Samandağ) nahiyesinin manen de ilhak edebilmesi için, bu mıntıkaya Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’dan gelmiş evsiz ve topraksız halis Türk muhacirlerinin yerleştirilmesinden başka çare göremiyorum”.
Yasal olarak Ermeni mallarına doğrudan el konulamayacağını, ancak cüzi bir fiyattan Türklere satıp bedellerinin hak sahiplerine ödenmesinin mümkün olduğunu belirten raporun devamında şu ifadeler yer alıyor:
“Filhakika bir asırdan beri millet ve memleketimiz aleyhinde çalışarak başımıza türlü gaileler (sıkıntılar) açmış ve manda idaresinin hükümran olduğu yıllarda vilayetimizin halis Türk unsuruna türlü mezalimde (baskılar/haksızlıklar) bulunmuş olmalarının akıbetinden korkarak Hatay’dan kaçan Ermenilere ait olan bu malların Türkiye’ye intikal etmediği ve bu itibarla bunların müzayede suretiyle satılarak bedellerinin mal sahiplerine iade edileceği…”
Raporda daha sonra tekrar Arap Aleviler sorununa değinilir. “2510 sayılı iskân kanuna göre, Hatay, birinci mıntıkaya girdiği için, iskâna kapalı olacağı, ancak aynı kanunun 12. maddesi de 2. mıntıkalarda sakin Türk kültürlü vatandaşların birinci mıntıkalarda iskânının sarahaten (açıkça) tasvip eylemektedir” denilerek, gelecekte sorun yaratacak olan Arap Alevilerin buradan sürülmelerinin ülkenin çıkarına olduğu iddia edilmektedir.
1942 tarihli rapor
30. 1. 1942 tarihli ikinci rapor, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği tarafından, Hatay, C.H.P. Vilayet İdare Heyeti Reisliğine gönderilmiştir.
Rapor, henüz tamamlanmamış bir Ermeni okulunun tamamlanması için, 5200 lira yüklenici Ömer Şen’e verilen ihale konusunda, 5.11.1941 tarih ve 12/41140 sayılı yazıya verilen yanıttır:
“Bu binanın satın alındığına dair buraca (burada) bir malûmat (bilgi) olmadığı gibi satın alınması için alım bildirildiği gönderilmesi de istenilmemiş ve tapusunun gönderildiğine dair bir kayda da tesadüf edilmemiştir. Yazınızda da binanın teferruğ (devir işlemi) edildiği muşarrah değildir. Henüz partiye mal edilmemiş olan bir binanın tamirine ne suretle başlandığı anlaşılamamaktadır. Bu hususat (konu) hakkında bizi tenvir (bilgilendirme) etmenizi diler sevgilerimi sunarım.”
‘C.H.P. Genel Sekreteri A.-Zonguldak Mebusu/ H. Türkmen’ imzalı raporda da açıkça görüldüğü gibi okul binasına, ödeme yapılmadan doğrudan el konulmuştur.
Sonuç
Dönemin Fransız hükümetinin, ‘Alman tehdidi’ gerekçesiyle Türkiye’nin isteğini kabul etmek dışında bir alternatifi yoktu. Öte yandan Fransa’ya güvenen insanlar ciddi mağduriyetler yaşamış oldu. Suriye ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar ise çözülmeden kalmıştır.
Dipnotlar:
(1) 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’yla İskenderun Sancağı ilk defa uluslararası hukuki bir terimde yerini aldı. Antlaşmanın 7. Maddesi şöyle: “İskenderun bölgesinde özel bir idari şekil kurulacak, bu bölgenin Türk yerleşimcileri kültürlerinin gelişimi için ayrıcalıklı haklarını kullanacaklardır; Resmi dil Türkçe olacaktır.” Görüldüğü gibi 7. madde Türkiye’ye müdahale hakkı tanımıyor. Buna rağmen Türkiye bundan vazife çıkararak bölgeye müdahale etti.
(2) Abdullah Melek hatıratında şu bilgiyi verir: “Umumi harbin ikinci senesinde Antakya’da Musa Dağı’nda isyan eden yerli Ermeniler Fransız gemileriyle Kıbrıs ve Mısır’a kaçmışlardı. Fakat mütarekeyi müteakip Fransız işgaliyle beraber yeniden köylerine dönmüşlerdi. Böylece İskenderun-Antakya ve havalisinde 30-40 bin kadar Ermeni toplanmış oldu.”
(3) Pierre Bazantay, ‘Hatay’ın O Yılları’.
(4) Gazeteci Cihad Baban 1937 yılında şunları yazar: “40 asırdan beri Türk olan bu ülke, [İskenderun Sancağı] tarihin içinde kısa, fakat bize nazaran çok uzun süren bir ittifak devresinden sonra benliğine tekrar Türklüğüne kavuşacak.”
(5) Abdullah Melek’in hatıratı.
(6) Abdullah Melek’in hatıratı.
(7) Franz Werfel, ‘Musa Dağ’da 40 Gün’, Çeviri: Saliha Nazlı Kaya, Belge Yayınları, İstanbul, 2007.
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25858/resmi-arsivlerde-hatay-in-ilhaki-arap-aleviler-ve-ermeniler
İlk yorum yapan siz olun