01.06.2021
Taner Akçam, “Kürd Ermeni ilişkileri, farklı yönlerde ele alınabileceği, Kürdlerin Ermeni Soykırımına iştiraklerinin araştırmaya muhtaç bir durumda..” olduğunu belirtikten sonra, İttihat ve Terakki’nin rolünü, “kendiliğinde” ya da “kayıtsızlık” düzeyine düşürerek ele alıp, Gazete Duvar muhabiri, Filiz Gazi’ye verdiği mülakatta da;“Kürdler Gönüllü olarak soykırıma iştirak etmeseydi, Ermeni soykırımı gerçekleşmezdi” demek, araştırmayı sonuca vardırmadan, önyargıyla bir halkı peşinen ve genelleştirir bir zihniyet ile infaz etmeyi benimsediğini ortaya koyuyor.
Taner Akçam’ın, Gazete Duvar muhabiri Filiz Gazi’ye verdiği, sitenin manşete çıkardığı ve özellikle Kürdler kastedilerek, “Gönüllü katılım olmasaydı, bu kadar insan ölmezdi.” başlıklı röportaja ilişkin, eleştirilerimi daha önce , 02. 05 2021 tarihinde, “Kürd Ağası” başlığı ile yazmıştım. Yazıya isteyen, “https://www.nerinaazad.cc/tr/columnists/ahmet-onal/kurt-agasi” linkinde bakabilir… Bu yazıya ek olarak, Taner Akçam’ın iddiasını “Bazı Kürdler” diyerek, az geri adımla sürdürmesinden sonra, yazılarında , “Doğru ve yanlışları nasıl birbirine bindirdiğine dair ek olarak, Müthiş Hatalar Neden?” sorusunu sorarak açmaya çalıştım. O yazıya bakmak isteyenler, https://www.nerinaazad.cc/tr/columnists/ahmet-onal/muthis-hatalar-neden” linkinde asılı olduğu üzere aydınlatmaya’ çalıştım! Bu yazıyı da okumanızda fayda olur.
Bu yazılardan sonra, Taner Akçam’ın, söz konusu; “Ermeni Soykırımı’nın Kısa Tarihi” kitabını edindim, inceleme imkanını buldum. Taner Akçam, Filiz Gazi ile yaptığı röportajında geçen; “Kürd Feodalleri Ermeni gelinlerinin İlk gece hakkına sahipti” gibi bir iddia ve sözcüğün, kitapta geçmediğini belirteyim!
Ayrıca, konuyu daha detaylı anlamak için, Aso Zagrosî’nin, “zagrosname.com” sitesinde, 10 Mayıs 2021 tarihinde yayınlanan, “Taner Akçam’ın Asılsız iddiaları ve Bazı Yanlışlıklar” ile dayandığı belgelerin nasıl oluştuğunu ve bu sözün geçtiği kaynakları sıraladıktan sonra, 13. Mayıs 2021 tarihinde cevabı olarak yayınlanan “Taner Akçam’ın İlk Gece Hakkı” ile İlgili Yeni Kaynakları”” https://zagrosname.com/taner-akcam-in-ilk-gece-hakki-ilgili-yeni-kaynaklari.html “ başlıklı yazı ile de iddialarına,” kaynak” ettiği “belgelere” nasıl yaklaştığını değerlendirmek, Kürd tarihi ve şahsiyetleri konusundaki yazıları hakinde önemli açıklamalara yer verir.
Yine Brahim Ziravav, kendi facebook portelinde, “Ermeni Soykırımından Kim Neyi Anladı” başlığı ile I. Bölümü’nü 18 Mayıs 2021, II. Bölümünü ise, 31 Mayıs 2021 tarihinde olmak üzere, iki bölüm halinde yazdığı yazıların da çok değerli olduğunu belirtelim. Ayrıca başka arkadaşlar da çok değerli yazılar yayınladılar. Konuyu farklı yönlerde tartışmaya çalıştılar ki tamamı düşün dünyamızın derinleşmesine katkı sundular.
Okurun dikkatini bu yazılara çektikten sonra, yazan pek çok arkadaşın kitabı okuma imkanı bularak değerlendirme olanağına sahip olmadıkları için ele almaya çalıştim.
Taner Akçam’ın, söz konusu; “Ermeni Soykırımının Kısa Tarihi, Aras yayınları, 2021 İstanbul” kitabını okumuş ve altını çizdiğim bazı noktalarını kritik etmek üzere, sizinle paylaşmak istiyorum! Bunu yaparken, daha önce yazdığım yazılardaki tespitleri, hatta yazılanları dikkate alarak, yazının uzamaması ve okuru bıktırmaması adına, tekrarlamamaya özen göstereceğim. Taner Akçam’ı ve söylediklerini sağlıklı ve bütünlüklü anlamak için, tekrar altını çizerek belirteyim ki, o yazılara da göz atılırsa isabetli olur ve bu eleştirilerle birlikte düşündüklerim daha iyi anlaşılmış olur..
Yazımın, bir makalenin boyutlarını ve bir kitabın tanıtım çapını aştığının farkındayım. Ancak, konunun son derece önemli olduğunu sizler de taktir edersiniz ki, kaynak verilmeksizin değerlendirmelerin izahının güç olduğunu siz de takdir edersiniz..
***
Taner Akçam, “Ermeni soykırımı tarihimizin en kara ve karanlık sayfalarından biri. Ama tek olanı değil. Eğer 1878 Berlin Antlaşması’nı başlangıç alırsak, Cumhuriyetin kuruluşuna kadar, Hıristiyanlara yönelik katliamlardan sadece biri ama en büyüğü. Bu nedenle sembolik bir önemi ve anlamı var.” diye önsüzü ile “Ermeni Soykırımı’nın Kısa Bir Tarihi” isimli kitabına giriş yapar. (Ermeni Soykırımının Kısa Bir Tarihi, Aras Yayınları, 2021 İstanbul, s.12)
“Olayların anlatımında Başbakanlık, Osmanlı arşivi dokümanlarını esas aldım, bu da kurbanların değil, faillerin merkezde olduğu bir tarih yazımını kaçınılmaz kıldı.” (age. s.12)
Kitabının; “Birinci Bölümde, “1878-1923 döneminde Hıristiyan Soykırımının bir parçası olarak Ermeni Soykırımını,
İkinci Bölümde, çalışmanın odak noktasını oluşturan, 1915- 1918 arasında yaşanan imhanın kısa hikayesi…
Son bölümde ise soykırım çalışmalarının ve inkar tarihinin köşe taşları üzerinde çok genel bilgileri vermeye çalıştım” der ve “Bu Çalışma, alandaki boşluğu doldurmak amacıyla, bir başvuru kitabı olarak hazırlandı.” diye işaret eder. (age, s.12)
“Dışarıdan bakıldığında, ilk bakışta, soykırım tam anlamıyla, keşmekeşin eğemen olduğu, sistemsiz, her şeyin son derece plansız ve düzensiz olduğu bir süreç gibi görünür. Merkezi otoritenin çok zayıf ve/veya beceriksiz olduğu, olayların seyrinin büyük ölçüde yerel yöneticiler veya güçlerce belirlendiği zannedilir. Ben bu görünüşün gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu kanaatindeyim. Tüm kaotik, plansız ve sistematik olmaktan uzak görünümüne rağmen, olayların gelişimini belirleyen çok sağlam bir iskelet-ana yapı söz konusuydu. Gelişmelerin yönü esas olarak bu sağlam iskelet tarafından belirlendi ve İttihatçılar, hedef olarak belirledikleri şeyleri de büyük ölçüde gerçekleştirdiler.” diyerek, başlangıçta bir gerçeğe parmak basar. Bu başarmalarının esas nedenini de, geçmişte iyi bir posta memuru Talat Paşa’nın, dönemin işlevli telgraf ağı başta olmak üzere, iletişim ağını iyi kullanan, esas kararları ise şifreler ve özel kuryeler ile ileten, “Otorite ve koordine yeteneğine sahip”, bir liderin başında bulunduğu, Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) tarafından koordine edilmek üzere, işlenen soykırıma ,“Az sayıda idari birimin katılmış.”(s.12) olmasına bağlar. Bunun Yahudi Soykırımı’ndan “farklı gerçekleşen tarafı” olduğunu anlatır. Bunu izah ederken, sistemin oluşan jenosidal niteliğini ve tarihini açmaz, Türk ulusunu yaratma ideolojisi irdelenmeden, tarihi izahın bu yönünü ıskalayarak, konuyu açıklamaya giriştiği göze çarpar.
İttihatçıların ‘Osmancılık, İslamcılık, Türkçülük’ ideolojisi olmasına rağmen, esas amaçlarının “ devleti kurtarmayı” merkeze aldıkları bir “devlet-milliyetçiliğini” savunarak, bu yönü ile “Hitlervarı /Nazı ırkçılığından ayrıştıkları’, ‘Talat Paşa’nın etkin rolüne rağmen, söz konusu olan pragmatizm ile şekillenmiş ‘devrimci’ bir partinin önderliğini’ ‘fark…” olarak açıklar.
Bu arada İttihatçıların, “İnançlarına bağlı ‘dava adamları’ özeliklerini korumuş olmalarını” savlar. Bu tespitlerden sonra, “Özellikle bir tehdit olarak algıladıkları Ermenilerin –Hıristiyanların imha edilmesi gerektiği konusunda, aralarında kuvvetli bir fikir birliği vardı ve bu durum kişisel-hizipsel çekişmeler de dahil, aralarındaki bir çok sorunun ikinci plana itilmesini sağlayabiliyordu. Bütün bu ve başka etmenlerin sonucu olarak imha kararı büyük bir muhalefet ile karşılaşmadan uygulanmaya konulabildi ve İttihatçılar hedefledikleri sonuca ulaştılar.” (s.15). diye belirtir. Burada da İttihatçıların yakaladığı konseptin ve kitlelerin ruhunu, amaçları doğrultusunda yakaladıklarını belirtir.
Adana 1909 Ermeni katliamında, II. Abdulhamid taraftarları ile İttihatçıların iktidar mücadelesi dorukta devam ederken, Ermeni katliamı konusunda iki kesimin ortaklaşa hareket ettiklerini, “Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları, 2018 Ankara” ve “Ahmet Önal(benim) Devşirmeler ve Devletsizler, Pêrî Yayınları 2018, İstanbul” kitaplarına bakabilir!
Taner Akçam, “Tüm bu soykırım sürecini anlamamızı sağlayacak önemli kavramlardan biri de ‘zayıflıktır’ der. Osmanlı devleti, askeri, siyasi ve ekonomik bakımdan son derece zayıftı ve savaşı sürdürebilmek için Almanya’nın askeri ve mali yardımlarına muhtaçtı.’ I. Dünya Savaşı’na dahil olmamış Amerika’nın, Almanya’yı etkileme ve Osmanlı devletinin uyguladığı bu “şiddet” nedeniyle “vazgeçirme” ihtimalinden korkan ittihatçılar, ‘kanıt bırakmama’ konusunda da daha dikkatli olmalarını sağladıklarını” belirtir.
‘İmhayı gizlemek ve sanki sıradan bir sevk ve iskan yapıyorlarmış intibası vermek için çok özel bir çaba harcamak zorunda idiler!’ der.
Kitlesel cinayetleri işleyenler, ekseriyetle işledikleri bu ağır insanlık suçunu gizlemek, suçu başka başka toplumsal kesimlere yığmak için “Suç gizlemek konusunda Yahudi Holokost ile mukayese edildiğinde daha hassas davranmalarının nedeni ise bağımsız olamayıp, Almanya’ya bağımlı olmalarından kaynaklandığı” belirtilir. Bunun için ‘İttihatçılar kendine has mekanizma ve dili geliştirdikleri”nin altı çizilerek, soykırımı, “Almanya ve Amerika’dan gizli ve sadece bir Tehcir-İskan.. yani yer değiştirme” olduğu imajını vererek, soykırımı yürüttüklerini anlatmaya çalışır.
Şimdi bu tespitlerin tamamının, bir bütün olarak tartışmaya açmak, 20’yi aşkın devletin Ermeni Soykırımını resmi düzeyde kabul ettiği, 30 yılı aşkındır, çok sayıda kaynağın ortaya çıkarıldığı bunca tartışmadan sonra, katledilen onca yoldan sonra, geriye dönüp yeniden geri bir aşamadan tekrarlara düşmek, bizi ileriye değil geriye taşır. Ancak, bunca olandan sonra, yine de değinmeden geçmek olmuyor. Zira her yeni günde yeni manuplasyonlar ile karşılaşılınca, bunlara karşı tutum almamak da doğru olmuyor.
Cilt cilt yazılan kitaplardan da biliyoruz ki Yakın Doğu’da, dönemin en aktif Emperyal gücü İngiltere, Amerika ve gerekse de Almanya, olan imhaların farkında olmanın da ötesinde, gelişmeleri gözetleyip içinde olduklarını, İngiltere açısında James Bryce&Arnold Toynbee’nin iki ciltlik “Mavi Kitap”taki açıklamaları, Soykırım Döneminde İstanbul Amerika Büyük Elçisi Morgenteou’nun yazdığı anılarında, İttihat ve Terakki’nin yöneticilerinin nasıl “kılı kırk yararak” idarelerini ve soykırımı koordine ettiklerini, imhaya nasıl başvurur hale geldiklerini, devletlerine rapor ederler. Yine Almanya Büyük Elçisi Paul Wolff Matternich’in, Almanya basınını kast ederek, “Türklerle ilişkide o kadar korkak olmamıza gerek yok… Basınımızda da Ermeni takibatı üzerine hoşnutsuzluk dile getirilmelidir ve Türklere şakşakçılık son bulmalıdır. Onların ‘başarıları’ bizim eserimizdir. Bizim subaylarımız, bizim toplarımız, bizim paramızdır. Bizim yardımımız olmazsa şişinen kurbağa misali kendi içlerine göçüverirler.” diye işlenmekte olan soykırım gibi ağır bir suçun içinde olduklarını, uzak kalmaya özenle dikkat çeker. Ancak, Almanya soykırım suçunun içindedir, Osmanlı İttihat ve Terakki devletinin, başından beri bu soykırım ve soykırımları planlamalarının içinde olduğu, İmhaların, ‘Tehcir’ yani ‘Sevk ve İskan hukuku içinde gerçekleştiği’, uydurma bölgeler, telgraf ve resmi kayıtlar ile yollanan ve gayenin, gerçeği gizlemek üzere mahsusça kayıtlara yerleştirilip, gösterilmeye çalışıldığı sahte emirlerde; “kafilelere saldırıların engellenmesi”,“yiyecek, kalacak yer ve sağlık ihtiyaçlarının giderilmesi”, “aksi davranışta bulunanların cezalandırılacakları” gibi standart cümleler gösterilircesine eklenir. Gerçek durumun hiç de böyle olmadığı, sayısız belge, anlatı ve güçlü bir hafızanın geride bırakıldığı ile aşikardır. Bu düzenlenen sahte belgeler, olan gerçeği gizleme amaçlı olduğu, yaşanan sözlü tarih ve pek çok diğer belgede de göstermektedir.
Zira, Wolfgang Gust’un derlediği, “Ermeni Soykırımı/1915-1916, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv belgeleri, Belge Yayınları, 2012 İstanbul”kitabında, İttihatçılar ile Alman Devleti’nin ortaklığı, sürecin başından beri var ve bu açıktır. 1894-1896 yıllarında Alman Dışişleri Dairesi’nin Siyasal Şubesi, Yakın Doğu Başdanışmanı Alfons Mumm Von Schwarzentein tarafından, Ermeni katliamlarına müdahale etme isteklerine karşı, politikasını şöyle izah etmiştir: “1- Almanya hiçbir menfaati olmadığı bir ırk namına müdahalede bulunmaya sebep duymuyor. Ne de bir Hıristiyan halkın hatırına, İslam alemine karşı bir Haçlı Seferi başlatmak Alman politikasının işi olabilir!. 2- …Ermenistan’daki katliamlar büyük resim içinde ehvenişer sayılmalıdır.” Buna onay veren Dışişleri Bakanı Marşal, 26 Kasım 1896 günü bu siyaset beyannamesini, Şansölye Chlodwig von Hohenlohr-Schillingsfürst’e iletiyordu. Şansölye, Bismark’ın, “Osmanlı İmparatorluğunun tebaa milliyetlerinden hiçbirinin tek bir Alman askerinin bile feda edilmesine değmeyeceği” biçimindeki sözlerini hatırlatarak, onay veriyor ve Ermeniler uğruna Osmanlı devletine karşı harekete geçme tekliflerine, kesinlikle itiraz edeceğini ifade ediyor. Bu dönemde Berlin Bağdat Demir Yolu ihalesi ve Alman devletinin Yakın Doğu, Orta Doğu üzerine girişimlerinin gündemde olduğu ve ileriye dönük Alman-Osmanlı ilişkilerinin geliştirilmek istendiğini belirtelim!
Yukarıda tanımlanan Almanya- Osmanlı ilişkilerindeki “kayıtsızlık” mirası, 1908 Selanik Darbesi ve sonrasında, “Stratejik ittifaklık ve işbirliği” ilişkilerine vardırılarak geliştirilir. I. Dünya Savaşı yıllarında “Müttefiklik” ortak proje ve aynı cephede vuruşmaya ulaşmıştır. Almanya devlet yetkilileri, Osmanlı devletinin tüm yaptıklarından haberdar olmanın da ötesinde, planlanan soykırım senaryolarının içindedirler. Alman yetkililer, kendi basın mensuplarına, “Ermeni meselesi hakkında sesiz kalmanız iyi olur” telkinlerini, kendi basın çevrelerine yapıyorlar.(Alman Dışişleri Bakanlığı Arşiv Belgeleri, S. 13). Dolayısıyla, Taner Akçam’ın anlattığı bu “zayıflık” tespiti, havada kalıyor. Ayrıca, “hasta adam” Osmanlı Devleti’nin, uluslaşmak için, Yakın Doğu halklarını imhayı hedefine koyduğu ve bunu “başarı” ile gerçekleştirdiği tespiti de “zayıf” tanımı ile çelişkisini tescil ettiği anlaşılmaktadır!
“Hasta adam”, önce kendisi yaşama tutunur. Başkasını( Yakın Doğu’nun tüm otokton halklarını) soykırım ile imha etmeyi hedeflemez. Aşamadaki Osmanlı devleti, İttihatçı kadro ile kendisini ulusal bir devlete oturtmak, gerileyişini durdurmak ve yeniden yayılma politikasını, ulus devlet olarak sürdürmek gayesindedir. Osmanlı devletini, Türk İmparatorluğu olarak, “Adriyatik’ten, Çin Sedi’ne” varmak ve hakimi olmak için, öncelikle Yakın Doğu’nun tüm otoktan halklarını ortadan kaldırmayı hedefine koyan bir devlet siyasetini güder ki, Osmanlı İttihatçı devleti için, “Zayıflık” ve “Hasta adam” tespitlerini yapmak, İttihatçıların bu amaçlarını görememek ve hatta gizlemek, soykırımın anlaşılmamasına ve amacına hizmet olur.
Gerek yeni Osmanlıcıların ve gerekse de Jön Türklerin, “Adriyatik’ten Çin Sedi’ne Turan ve Türk yurdu” tezini savunurken, vatan kavramını “süngülerinin vardığı yer” tespiti ile hareket ederler. Bu siyaset ile Yakın Doğu ve ötesine uzandıklarını biliriz. Bu tarifin, Mustafa Kemal tarafından, 1923’ten sonra Milliyet Gazete’sine yaptığı bir mülakatta yaptığı ile karşılaşırız. Süngüsünü daha daha uzak alanlara uzatmayı da “vatan”, “millet”, “milli kurtuluş”, “Kuvayi milliye ruhu ” vb. edebiyatıyla yürüttüğünü tarihten izliyoruz.
Biliriz ki, bir hareketin “Milli Kurtuluş” tanımına oturabilmesi için, öncelikle bir millet ve yurt olgusuna sahip olması, ikincisi ise bu yurdun devletsiz konumda olması ve sömürge konumuna düşürülmesi ile bu konumdan çıkmak üzere, kendi geleceğini ele alıp, belirlemek üzere verdiği “milli mücadele” ile kendini yönetme konumuna geçme özlemi ile “milli temeller üzerinde statü edinmesi” mücadelesine oturması gerekir. Aksi halde “milli mücadele”, “milli kurtuluş” kavramları, karşılıksız kalmanın da ötesinde, başka başka halkların, milli ve vatan varlığına yönelen işgalci devletin, şu ya da bu kliğinin verdiği mücadeleyi “Milli Kurtuluş mücadelesi” olarak izah etmek, o devletin işgalciliğini meşru görmek anlamına gelir.
Taner Akçam, Naziler ile İttihat ve Terakki iktidarlarının farkını “Irkçılık” ve “Devlet Milliyetçiliği” olarak ortaya koyarken, devletsiz ırkçılığın olamayacağını, “devlet Milliyetçiliği”nin de ırkçılık olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca, “devlet milliyetçiliği”, “devrimci”, “milli kurtuluşçu”, “milli mücadele” değil, ırkçılık, işgalcilik, egemenlik, şovenizm vb. olacağını, “Türk ve Türkiye” aidiyetiyle siyaset sahnesine düşenlerin, bunca olana rağmen, anlamak istemediği bir konu olarak var olmuştur!
Bütün bu literatürleri tanımlayarak düşündüğümüzde, Osmanlı Devleti’nin işgal ettiği toprakları kaybetmesi, askeri ve imparatorluk düzeyinde devlet olmanın geleneklerini kullanarak, bunun üzerinde “millet olmak” ve hüküm ettiği ülkelerin topraklarını işgal yolu ile elinde tutup, yeniden “vatan” diye katarak, buralar üzerinde bir millet yaratmak üzere, devleti yeniden şekillendirmeye koyulur. Yakın Doğu halklarını bu amaç doğrultusunda imha etmek suretiyle, Turancı ve Türkçü, dolayısıyla Irkçı bir ideoloji çerçevesinde, Osmanlı devleti bakiyesi üzerinde, kendini yeniden var etmek için, devletçi, Türkçü ve siyasal İslam’ı da bir harç olarak kullanarak, Müslüman olmayan halkları imha ettiği bilinen bir gerçektir. Zira Türk İslam sentezi üzerine oturtulan ideolojinin, adım adım 1839’dan beri örüldüğüne dair tarihi kanıtlar oldukça fazladır. Sadece Hıristiyan olan halkları değil, Müslüman olup, Türk olmayan halkları da asimilasyon (Bkz. Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, Hüseyin Sadoğlu, Bilgi Üniversitesi Yayınları) ve jenoside projelerle yok etmeye giriştiğine dair çok sayıda gerçekçi tezin “soykırım” denmeden, izahlarının olduğunu, ırkçılık ideolojisine büründürerek sürdürdüklerini biliyoruz.
Bu arada, yeniden konuya dönersek, “Almanlar, Doğrudan ve Dolaylı Biçimde Ermeni Soykırımındaki İşbirlikleri, “Telkin”, “Rıza” ve “Suç Ortaklığı”eğilimlerinin örnekleri, Bismark döneminden beri gözlemlendiği gibi, “Devlet adamları ciddi kararlar verme arifesindeyken, kararlarının en önemli öğesi gayri resmi kalır. Yani, ‘ muhaberat, arşiv vesikalarının bir parçası olmayacak şekilde, şifahi olarak ve mahremiyet içinde nakledilir.” Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeni ve diğer toplulukların Soykırımı’nın başladığı günlerde, Alman Büyükelçisi Wangenheim bu düşünceyi Şansölyesine yazdığı bir raporda da tekrarlıyordu. Kendi deyişiyle, ‘Yakışık olmamasına rağmen, bu tür gayrı resmi kanalların ‘sık sık” kullandığını” diyerek açıklar, itiraf eder. (Bkz. age. S.13-14)
Bizler açısından, Ermeni soykırımı döneminde bir müttefik ve suç ortağı olan ve bugün(2016) bu suçunu meclislerinin kararı ve onayı ile kabul eden Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın, o dönem içinde var olduğu ve çıkarları istikametinde, “Son Ermeni de ortadan kaldırıldığında Türkiye Selamete erecektir” diye, Türkiye’yi soykırıma teşvik edip, tetikleyen, bugün vardığı sonucu önemsemesi, “özür” dilemesi pek önemlidir. Alman Dışişleri raporlarında, Almanlar ile İttihat ve Terakki liderlerinin nasıl iç içe çalıştığını, İstanbul Büyükelçiliği Deniz Ataşesi ve Fiili Başkumandan Enver’in çok yakın arkadaşı, Kıdemli Yüzbaşı Hans Humann (-ki kendisi II. Wiilliam’ın kişisel güven ve desteğine sahiptir-) 15 haziran 1915 tarihli bir el yazısı notunda; “Ermeniler az ya da çok imha ediliyorlar. Zalimce lakin mecburi..” diye yazar. Amerikalı diplomatlar Einstein ise, 03 Haziran 1915 tarihli günlüğünde; “ Human.. buradaki en tesirli Alman. Kendisi Enver’in can dostu!” diyerek, Hans Humman üzerinden, Almanya politikasına yön vermede etkili olduklarını belirtir. Almanlar, “Rusya’ya müttefik olan Ermenilerin, bulundukları coğrafyadan sökülüp atılmaları gerektiğini” aleni olarak savunur. Bu düşüncenin kaynağı, Emperyalistler arası rekabetin vardığı çelişkiden olduğu bilinir.
Talat Paşa’nın, 03 Ağustos 1915 tarihinde, “Ermenilerin sevk ve iskanları sırasında, insani ihtiyaçlarının karşılanması, ırz ve canlarının, mallarının ve terk ettikleri mülklerinin korunarak daha sonra sahiplerine iadesi… ve meydana gelebilecek yağma, suiistimal ve saldırıların kesin şekilde önlenmesi şarttır.Gerek halktan ve gerek memurlardan, hangi rütbe ve makamda olursa olsun(bu hareketleri yapmaya kalkışanlar), kesin ve şiddetli bir şekilde cezalandırılacaktır.” (Genel Kurmay Başkanlığı Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, Cilt 8, Ankara Genelkurmay Basımevi, 2008, s. 12- 13/ Aktaran T. Akçam, s.17).
Yine Cemal Paşa’nın kafilelere yönelik saldırıları, “ orta çağa ait” olduğunu belirtip “men ederek”, “Dördüncü Ordu mıntıkasının şerefli kalarak, isminin kirletilmemesini”(Suriye Valisi Hulusi’den, Dahiliye Nezaretine 02 Ekim 1915 tarihli şifre telgraf) istemesi, Talat Paşa’nın, işlenen suçları; “Görevli jandarma ve halkın sırf hayvanca duygularını tatmin etmek” (Talat Paşa’dan bölgelere 29 Ağustos 1915 tarihli şifre telgraf) gibi gösteren belgeler, işlenen ağır insanlık suçunun vasıflarını üstlerinden atmak ve dışarıya karşı “aşırı dikkatli” olduklarını işlerler. Bu dikkatlerinin nişanesi olarak, yer yer “suç ve suçlu” üreterek, bazı insanları, grupları göstere göstere infaz ettikleri de olmuştur. Ancak bunun “zayıflık” olarak yorumlanması, ekonomik olmaktan ziyade, insanlık karşısında işlenen suçun ağırlığı altında çıkmanın, inkar etmenin, suçu başkasına yığmanın, katliam gibi olayların “iradeleri dışında ve münferit olduğu” manevrası, yaşanan soykırımın derinliğindeki gizleme zayıflıkları ve zorunluluğunu gördüklerindendir.
Hayrı bey adında bir subayın, “Halep’ten İstanbul’a beraberinde getirdiği birkaç Ermeni kız çocuğunun, bölgede yaşananları İstanbul sokaklarında özgürce dolaşıp, deşifre etmeleri, dünyaya yaymalarının “vahametini” kaldıramayacaklarından dolayı, Hayrı Bey’i “Gizlilik kurallarını ihlal ettiği”, deşifrasyona sebep olabilecek davranışlara karşı titiz olmadığı gerekçesiyle, “tedbir” diye ‘İbreti İttihatçılara ders’ diye yargılarlar.
Görülen lüzum üzerine, Talat ve Cemal Paşalar, Ağustos 1915 tarihinde, “Osmanlı Hükümetinin aldığı hukuki tedbirleri gösteren belgeleri”, “Orijinal halde(!)”, yanlarına dosya şeklinde alarak, ayrı ayrı görüştükleri Almanya’nın Şark İstihbarat Dairesi görevlisi Max von Oppenheim ile Şam’da görüşerek sunmuşlardır. Bu maksatlı düzenlenen ve sunulan “belgeler”, daha sonra soykırımı inkar edenlerin de elinde “kanıt” olarak gösterilmeyi planlayarak “belge” diye vermek için idi. Ancak Almanya, 2016’da bütün bunların bir kıymetinin olmadığını, “gaye ile düzenlenen belgeler” olduğunu, elinin tersi ile de bir tarafa ittiklerini göstererek, “Soykırıma ortak oldukları için”, Almanya Federal Parlamentosu’nda oy birliği ile karar alarak “özür dileriz” dediler. Durum bu iken inkar “gayeli” “Türkiye Başbakanlık Arşivi” üzerinden, “Ermeni Soykırımı’nın Kısa Tarihi”ni sunmanın maraziliği de kendiliğinden anlaşılmış olur.
Elbette Taner Akçam’ın bu belgeleri ortaya çıkarması, “geçmişi silme adına”sahtekarlıkları ortaya serme açısındaki “ibretlikler” olarak açığa çıkarılması olumludur. Ancak, “Soykırım Tarihi”ni bu belgeler üzerinden ve ciddiye alarak sunmanın problemli olduğu anlaşılmalıdır.
Soykırım meselesini incelerken, bütün bu Başbakanlık Arşivlerine bakılabilinir. Ancak böylesi gaye ile oluşturulan “belgeleri” , sahada izlemeden, test etmeden alıp işlemenin yaratacağı tarihi yanılgıları da görmek önemlidir. Bu “gayeli” belgelere dayanarak ve bunlar üzerinde bir tarih yazımının doğru yapılmasının zorluğu ortadadır ve mümkün de değildir. Bu avlananların tarihini, avcılardan aktarmak olur!
Kitaba yerleştirilen “Anadolu” coğrafyası kavramı, soykırımlar üzerinde şekillenen resmi ideolojinin söylemidir. Ancak, Yakın Doğu ve Trakya’yı düşündüğümüzde, 1915 tarihinde, Osmanlı işgali altında kalan bölgelerde, Hıristiyan nüfus takriben % 25-30 civarında, gayrı Müslim(Êzidi, Rêya Heqiyê vb.) olanları da hesaba kattığımızda, %50’nin üzerinde bir nüfusa tekabül ettiğini düşünebiliriz. Ancak, İttihat ve Terakki’nin, 1911 Kongresi’nden sonra “Türk Millet ve Türk vatanı oluşturmak için” çizdikleri yol haritasında, bu oran Cumhuriyetin 1930’lara varıldığındaki resmi söyleminde, “laiklik şiarları” eşliğinde, ”Ülkede Müslümanlar % 99’dur!” diye ilan edilir. “Türk Milli Kurtuluş Savaşı” ile böylesi bir “başarı”nın insanlık açısından bir yorumunun yüz yıl sonrasında saptırılması, ağır aksak sesler ile saptanması, insanlığın kendine karşı samimiyetsizliği ve ikiyüzlüce inkara geçerek, coğrafyasını ve tarih bilincini kirletip, lanetlemesi değilse nedir? Bu hususta insanlığın kendisi ile yüzleşmesi, doğrularını yalandan, sahte belgelerden, manipülasyonlardan, mübalağalardan ve abartılardan arındırarak ortaya koyması, doğru algılayıp yorumlaması ile mümkündür. Bizi doğruya taşıyacak, sistemin ve ideolojilerin kirlettikleri bir yana, esas olarak saflık ve şeffaflık istikametidir. Taner Akçam’ın da özen gösteremediği durum budur.
Taner Akçam, kitabını, “Doğru olan Ermeni Soykırımını 1878 Berlin Antlaşması ile 1923 Lozan Antlaşmasıyla tamamlanmış bir süreci kavramaktır.” diyerek, “1915-1918 gibi üç yıllık bir süre ile sınırlayıp, değerlendirmenin eksik ve yanlış…” olduğunu belirtirken, kendisinin ayrı bir lokal duruma düşmeyip, çıktığını anlatmaya çalışır. Ancak, bunu yapmakla Soykırımı sistem bazında ele almayıp, Hamid, Talat, Kemal dönemi ile halen sürmekte olan, uzun döneme yayılmış bir Total Kürd Soykırımını kapsadığını karartmak istemediğini söylemek çok zor oluyor!
Yine, “Ermeni soykırımı, ‘Ermeni Reformu Sorunu’ olarak adlandırılıp, birincil sebep olarak gösterilmesi de problemli, eksik ve yanlıştır.
1939 Tanzimat Fermanı, İngiliz ve Fransız ittifak devletlerinin, Ermeni, Rum ve diğer azınlık Milletlerden kendine bağımlı bir ticaret burjuvazisi sınıfını yaratarak, Osmanlı hakimiyeti altındaki alanlarda, pazarlarını kapitalizmin ruhuna uygun geliştirmek istedikleri bilinir. Bunun için gerek içinde bulundukları üretim ve coğrafi konumları ve gerekse de dini ve kültürel uyumluluk bakımından en uygun kesimlerin, Rum, Ermeni ve bu arada Yahudiler olması, eşyanın tabiatına da uygundur. 1839 Tanzimat Fermanları ile hem Osmanlı İmparatorluğunu Avrupa, Asya ve Afrika’da dizginlemek, hem de iktisadi pazarına, kültürel ve ideolojik atmosferine uygun bir sınıf oluşturup geliştirmek amacı ile bu fermanları çıkardığını ve Osmanlı devletine dayattığını biliyoruz. Tabii ki bu pazara soktuğu, güvenliğini almak istediği sınıf ve tabakalar, pazar içinde sosyalleşip değişime uğradıkları da kaçınılmaz olur. Bu istikamette önemli bir mesafenin alındığını, Karl Marx’n ,“Doğu Sorunu” isimli eserinde konuyu işlerken ki bölümde de görmek mümkün. Ancak, 1878’den sonra durumun tersyüz edildiğini, olan kırımlar ve soykırımların gayesi, gayrı Müslimlerin bu gelişmişliğini ya da “reformunu engellemek için” olmaktan ziyade, İngiliz ve Fransız devletleri ile ticaret burjuvazisi işlevini gören Ermeni ve Rumların mallarına el koyarak, Almanya’nın Pazar sahasına bir aç gibi girmiş, hırçınlığı ile İttihatçılığın vardığı ideolojik saldırganlığının birleşmesi sonucu, “devlet”, “millet”, “vatan” olmak için, kapitalist pazar, maliye ve hazine sahibi olması gereken bir Türk burjuvazisi yaratmanın stratejisinin birleşerek dayattığı mühendisliğin sonucu olduğunu görmek önemlidir. Bu projenin bir tarafında da pazarı eline geçiren, İngiliz ve Fransızları geriletmek, hatta tasfiye etmek ve kendine(Almanya) bağımlı bir Türk burjuvazisi sınıfı yaratmak üzere, aynı süreçte Rum ve Ermeni burjuvazisinin elindeki pazara, mal ve mülke el koymak suretiyle, hakim olmak ve yayılmacılığını sürdürmek idi.. 1839’dan beri fikren oluşan ve Osmanlı imparatorluğu korumacılığı üzerinden ilerleyen Türk milliyetçiliği,, II. Abdulhamid döneminde İslamiyet’i arkalayarak, Asya, Afrika’da takim olmaya, Avrupa’da ise gerileyişini durdurmaya çalışıyordu.. İttihat ve Terakki Cemiyeti, merkezi ve otoriter siyasette daha otoriter ve otonom ilişkilere fırsat vermeden bu istikamette daha kanlı girmenin ideolojisini örüp uyguladılar.
Bu sürece, Osmanlı devletinde, 1826 ‘da, II. Murat döneminden sonra, merkezileşmeye hız verilerek gelindi.. Bu merkezileşme süreci, 1839 Tanzimat Fermanları ile daha da hızlandı. Tek farkla ki, merkezileşmede hedeflenen, kısmı Kürd Beylikleri’nin özerkliğini tamamen tasfiyesi iken, Hıristiyanlar üzerindeki şiddeti hafifletip. Avrupa ile Osmanlılar arasında Hıristiyanlar üzerindeki gerilim, bu politika ile kısmen geriletmek idi. Ermenilerin Osmanlı devleti ile bu ittifakı, “Millet-i Sadıka” olarak daha bir üst perdeden dillendirilmeye devam edildi. Osmanlı Devleti’nin bu süreçte, anti-Kürd politikası daha çok işlevlilik kazandı.
1839 Tanzimat Fermanı’nın, gayrı Müslimler açısında oluşan bu kısmı rahatlama süreci, II. Abdulhamid dönemi ile birlikte, tersine döndü. II. Abdulhamid dönemine gelindiğinde, Kürd Mirliklerinin varlığı tasfiye edilmişti. Bu boşlukta yol verilen Nakşibendi Kürd Şeyhlerinin (Şeyh Ubeydullah Nehri 1878-1880) önderliğindeki direnişleri de kırılmış oldu. Kürd hareketini denetimde tutmak, Rusya’ya karşı konumlandırarak dikkatleri oraya odaklamak, II. Abdulhamid dönemi ile birlikte Gayri Müslimlere karşı kullanmak gibi, çok amacı içinde barındıran ve II. Abdulhamid’in kendi adına, Erzingan Merkez olmak üzere, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Muş, Erzurum gibi, Hıristiyan ve Kürdlerin yoğunlukla iç içe yaşadığı, Rusya ile kapışma ihtimali bulunan alanlarda kurdurttuğu, ağırlıklı olarak Kürdlerin Sünni mezhebine ait ve yakın tarihteki geçmişte, Osmanlı devleti ile bir kapışmaları ve kalkışmaları olmayan, mezhebi uyumu da dikkate alınan aşiretlerinden, 100 adet Hamidiye Alayı oluşturdu. Hamidiye Alayları’nın, esas olarak, “Rusya’ya karşı kurulduğu” söylense de, 1894-1896 Ermeni katliamlarında olduğu gibi, Gayri Müslimlere, Êzdi ve Rêya Heqiyê Kürdlerine karşı, devletin askeri, süvari birliği gibi kullanıldığı bilinir.
1908 Selanik Darbesi ile birlikte, II. Abdulhamid’e bağlı, sahada çalışan bu alaylar, 1909 ve 1913’de, II. Abdulhamid’in tahttan alınıp, Selanik’e sürgün edilip, gözaltında tutulmasından sonra, Hamidiye Alayları da, İttihat ve Terakki tarafından tasfiye edildi. Bunların yerine, yine ağırlıklı olarak Kürdlerin farklı kesimlerinin yanı sıra, diğer milliyet ve dinlerden bireylerin de yer aldığı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne biat edecek ve onlar tarafından yönetilecek, 24 Alaydan ibaret, İttihat Süvari Birlikleri adında yeni bir hareketli askeri süvari birliği oluşturuldu. Bu süreçte Hamidiye Alayları’nın bazı komutanları, İttihat ve Terakki, tarafından sürgün edildi, kaçak/firarı durumunda yaşayanları olduğu gibi, İttihat ve Terakki’ye biat etmek istemeyenlerden öldürülenleri de oldu. Bu hususu merak edenler, Hamidiye Alayları Kuzey Saha Komutanlarından Mirliva Kör Hüseyin Paşa ile İttihatçılar tarafından öldürülen Hamidiye Alayları Güney Saha Komutanlarından Mirliva İbrahim Paşayê Milli’nin hayatını araştırmaları ve öğrenmeleri, kendilerine bir fikir verir ve aydınlatabilir!
Durum bu iken, “1914- 1915’te, “Gücünden bir şey kaybetmeyen Hamidiye Alayları”(Taner Akçam, age.)’nin bahsini etmek, abes ile iştigaldir.
Ancak katliamlar konusundaki ısrarın, II. Abdulhamid’in mirasını devir alan, İttihat ve Terakki’nin tüm “özgürlük”, “eşitlik”, “demokrasi” vs. sloganlarının, 1913’ten sonra ve -1915’te gelip dayandığı yer, 12 Mayıs 1915’te Talat Paşa’nın, Ermeni Milletvekili Varteks Serengülyan’ın, 1894-1896 katliamlarını kast ederek, “Abdulhamid’in yaptıklarına devam mı etmek istiyorsunuz?” sorusuna, Talat Paşa’nın verdiği ve “Evet!” dediği cevapta somutlanır. Bu cevap, aslında bugün Kürdlerle de oynandığı üzere, geçmişte de “çözüm” , “reform” görüşmelerinin de boş bir taktikten ibaret olduğunu görmemek körlüktür. Bu, Ermeni ve Kürd siyaset sınıfının, ortak tarihi zaafı olarak görülürse yeridir. Bu açıdan da Taner Akçam, “Ermeni Soykırımı’nın Kısa Tarihi” kitabında, soykırım gerekçesini; “Reformlardan korktular, soykırım yaptılar!” tespitine oturtması, eğer bir manuplatif tespit değilse, büyük bir tarihi yanılgı ve sapmadır. Zira Êzidi Kürleri’nin, 1915’teki geri, saf, köylü ve izole edilmiş sosyal yapılarına rağmen, soykırıma tabii tutulmaları, devletin ne gaye ile soykırımları yaptığı konusunda da bize bir fikir verir.
Sorunlar tartışılırken, İttihat ve Terakki’nin oluşum ve güçlenmesi süreci, aynı zamanda uniter, merkezci iktidarı şekillendirerek, ademi-merkezi düşünceyi savunanları önce kendi içinde, sonra sistemde sert bir şekilde tasfiye ederek, kendini iktidara taşıması görülmezse, bugünkü resmi ideoloji anlaşılamaz. Böyle olunca, kendi merkezi iktidarına biat etmeyecek en ufak bir güce tahammül edemeyecek ideolojide kenetlendiklerini anlamak gerekir. İttihatçı kesimin “dava adamı” tarifleri buna oturtulursa ancak doğruya işaret edilir. Böyle olunca, kendi merkezleri dışında, içte ve dışta bir fırsat verecekleri, reform yapacakları, demokratik ve özgürlük ortamına fırsat vereceklerini düşünmek saflık olur. O kadar ki, ‘İT_C’, II. Abdulhamid’i aratacak kadar, diktatör bir iktidar örgütlenmesidir. Bugün de aynı tarzdaki siyaset geleneği sürmektedir. Bu kavranmadan, oyalamak üzere devlet yetkililerinin ettikleri süslü sözlere karşı, çokça siyasi insanın yanıltıldığı bilinir. Gelenek haline gelen bu siyasi işleyişi, görerek düşünmek yerinde olur.
Taşnak Partisi üyelerinden Nemesis(Şahan Natalie), 1909 Adana Ermeni katliamından sonra, İttihat ve Terakki’nin bu taktiğini görerek, İttihat ve Terakki ile Ermeni Taşnak Partisinin ‘Millet-i Sadıka’ temelinde sürdürdükleri ilişki ve ittifaklarının, ‘reform’, ‘hürriyet’, ‘insan hakları’ ve ‘demokrasi” sözleriyle aldattığını görerek, “Ermenileri yok edişe götüreceğini, Millet olmaktan çıkaracağını..” söyleyerek, intikamcı “Nemesis” örgütünü kurmaya karar verir ve yönelir. 1921’lerde, “İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı, Pomak Talat Paşa”(Hans-Lukas Keizer, İletişim Yayınları, 2021 İstanbul), İttihat ve Terakki’nin lideri olmanın yanı sıra, soykırım planlayıcılarından ve Teşkilat-i Mahsusa lideri Dr. Bahattin Şakir ve diğerlerinin öldürülmesini, “Öcalma!”duygusuyla gerçekleştirdiği belirtilir.(Bkz. Şahan Natalie, Biz Ermeniler ve Türkler, Pêrî Yayınları, 2008, İstanbul). Bu tepkinin, Ermeni milletinde büyük bir karşılık bulmasına rağmen, arkasındaki tartışmalardan habersiz durmaları da ayrı bir marazileri olarak durduğunu düşünüyorum.
Taner Akçam, “Kürd Ermeni ilişkileri, farklı yönlerde ele alınabileceği, Kürdlerin Ermeni Soykırımına iştiraklerinin araştırmaya muhtaç bir durumda..”olduğunu belirtikten sonra, İttihat ve Terakki’nin rolünü, “kendiliğinde” ya da “kayıtsızlık” düzeyine düşürerek ele alıp, Gazete Duvar muhabiri, Filiz Gazi’ye verdiği mülakatta da;“Kürdler Gönüllü olarak soykırıma iştirak etmeseydi, Ermeni soykırımı gerçekleşmezdi” demek, araştırmayı sonuca vardırmadan, önyargıyla bir halkı peşinen ve genelleştirir bir zihniyet ile infaz etmeyi benimsediğini ortaya koyuyor. . Üstellik, bir tarafta, Ermeni soykırımı konusunda “Kürdlerin başat ve cesaretli” tutum almış olduklarını kitabında belirtmeyi ihmal etmezken, bunu izaha gerek duymadan, diğer yandan “Hıristiyan karşıtlığının, Kürd ulusal uyanışının önemli bir özelliği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.”(S.122) demesi, çelişkili, ters ve tezat oluyor. Kaldı ki, Taner Akçam’ın bu açıklaması, kendisindeki anti-Kürd duruşu da ortaya çıkarır niteliktedir.
Yine, “Kürdler, dağınık, aşiretli-aşiretsiz yapıları ile ve merkezi siyasi bir otoriteleri olmamasına rağmen, sadece kullanılan değil, sürece kendi bağımsız iradeleriyle karar vererek, katılan aktif aktörlerdir.” dedikten hemen sonra da, Kürdlerdeki bu, “Merkezi siyasi otoritenin yokluğu, Kürd aşiretlerinin/köylülerinin, yöreden yöreye değişen farklı tutumlar almaları sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle yapılacak çalışmalarda, genellemelerden uzak durarak, her yörenin kendi yerel dinamiğini öne çıkarmak daha önemlidir!” diyor. Bu söylemi ile önce genellemeyi yapıp, sonra da dediğinin sahada karşılığının olmadığını fark ederek, tespitini aşağıya çekmeye çalışarak, bölgelerden araştırmaların bu genele vardırılabileceği metodunu sunmaktadır. Taner Akçam’ın bu tutumu, bir bilim insanından çok, sorunu nasıl Kürdlere yedirebilirim pazarlığını açığa çıkarıyor. (Burada dönemin İttihatçı Valilerini ve soykırımı örgütleyip, sahada uygulayan yetkililerin biyografisini çıkarmak, konunun anlaşılması bakımından önemlidir. Salih Zeki, Celal Bayar, Şükrü Kaya vs. bunların 1920’lerden sonraki uğraşılarını da ortaya koymak, Ermeni Soykırımında faal olanların Kürd Soykırımı ve yeni devletin şekillenmesinde nasıl rol aldıklarını bilmek önem arz ediyor.) Taner Akçam, sorun Kürdler olunca da tespitlerini, İttihat ve Terakki’nin, Ermeni Soykırımını örgütleyen ve hazırlayan Valilerin, saptırıcı sahte raporlarına dayandırıyor. Örnek; “Van valisi Tahsin ve Bitlis Valisi Mustafa, ortak bir imza ile “lüzum gereği” gönderdikleri uzun bir raporda, Kürdleri ‘feodal’, ‘Şeyhler ve Ağaların’ etkisinde bir topluluk olarak tanımladıktan sonra, ‘Kürdistan’ın şimdiki ahvali ıslahattın (Ermeni reform planının) tatbik ve icrasına katiyen müsâ’id olmadığı’ ve Kürdler ikna edilmedikçe reform yapılmayacağını söylerler. Valilere göre, Kürdlerin durumu, Ermenilerden daha içler acısıdır ve reform öncelikle onlar için gereklidir. Eğer hükümet tedbir almazsa, Kürdlerin ayaklanması kaçınılmaz olacaktır.” diyerek, Valilerin raporlarını da adeta günlünce yorumlayarak sunması, sanki kitabın yazılış amacının, Ermeni Soykırımını değil, Kürdlerin Ermenilerle mücadelesini savlamak ve saptırmak, Kürdleri karalamak için kaleme aldığı intibaını yaratıyor.
Bilindiği üzere Mustafa Kemal de, Erzurum ve Sivas kongrelerinde, hiç karşılığı olmadığı halde, “Eğer Kürdler ayrılıp, ayrı devlet kurma teşebbüsünde bulunurlarsa, Ermeniler, Kürdistan’ı ele geçirip, bağımsız Ermenistan yapar!” diyerek, Kürdlerin kafasını çelmeye çalışmıştılar. 1914’te, İttihat ve Terakki’nin Valileri de, Ermeni ve Kürdleri iç içe çekiştirerek, soykırım planlarını iki milletin de içinde olduğu tüm otokton halklara karşı hayata geçirmeye çalıştıklarının bir çabası olarak görmeyip, jenoside sistemin soykırımdaki siyasi manevralarını öne çıkararak, “bilimsel tespit” diye sunmak, bilim ettiği ve yöntemiyle bağdaşır yanı olamaz. 1915 Ermeni, Süryani, Êzidi Kürdlerinin Soykırımı gündemde iken, bir taraftan da fırsattan istifade ile öldürdükleri Kürdlerin, “Ermeni kafilelerine saldırdıkları için Kurşuna dizildiklerini rapor eder!” olduklarını sorgulamadan, “Soykırımın baş ucu kitabı” dediği, “Ermeni Soykırımı’nın Kısa Tarihi” kitabına çok sayıda benzer raporları aktardıktan sonra, “Bitlis Kürd Ayaklanması, Ermenilere karşı gerçekleşen bir isyandır!” iddiası ile örneklendirmek, akla ziyanlığın da ötesinde, Kürd karşıtlığını ortaya çıkarır. Bitlis Meydanında ayaklarından asılan Kürdlerin, “Ermeni katliamına iştirak ettikleri için” demenin absürtlüğünü, anlamak gerekiyor!
1916 ‘da Kürdlerin “Muhacirliğe-Sürgüne” sürülmesinin, bir nedenin de ‘Ermenilerden boşalan alanları, Kürdlerin doldurmasını önlemek’ için değil mi? Kaldı ki Cumhuriyet döneminde, “Şark Islahat Planı”nda olsun, İsmet İnönü’nün “Şark Seyahati Raporu”nda olsun, “Ermenilerden boşalan alanların Kürdler tarafından doldurulmasını önlemek” olduğunu vurgulamaları, uygulamada hiç mi karşılığı yok. Bu hususta 1900’lü yıllardaki İskan uygulamalarını incelemek ve nasıl uygulandığını ortaya koymadan, afaki düşünceler savurmak, Ermeni ve Kürd ilişkilerini anlamaya, çözüme evirmeye değil, olsa olsa yokuşa sürmek oluyor. Bu siyasetlerin maraziliği Kafkas Kürdistan’ında, Ermenistan’da ve en önemlisi, Ermeni çevrelerinin egemen çevreleri ile diasporası, süren Kürd ulusal demokratik mücadelesi içinde yer alanların, Ermeni soykırımının tabuularını kırdığını gördükleri halde, anti-Kürd tutumlarını sorgulamamaları düşündürücüdür.
Taner Akçam kitabında, Kürd soykırımı konusunda düşünce belirtmediği gibi, Pontus Soykırımını bir hatırlatma ile geçiştirmesi, Êzîdi Kürdlerinin imha edilmesinden hiç bahis etmeden, bilakis, “İttihat ve Terakki’nin, Süryani Soykırımı gündemde yok iken, sadece anti-Hıristiyan algı içinde hareket etmesi ile Kürdlerin Süryanileri de içine alarak, Süryani soykırımını, plan dışında yaptılar!” demek, soykırım tanımı ile bağdaşır bir durum değildir. Çünkü soykırım, modern dönem devletlerinin planlı icraatıdır, aidiyetin hedeflenerek kırımıdır.
“İttihatçılığın ve soykırımın Beyni”, Pomak Talat Paşa(Bkz. Büyükelçi Morgenthao’nun Öyküsü, Belge Yayınları, 2005 İstanbul)’nın emriyle, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir ve Ziya Gökalp ile üzerinde mesai ettikleri, “Türkler nasıl millet olabilir?” sorusu üzerinde çalışıp, 1911 Kongresinde, İTC’ nin illegal Merkezi Umumisinin vardığı sonuçla, Türk milliyetçiliğinin ideologlarınca tespit olunan, “Soykırımlar ile varılacak yolun” haritası çizildi (Vahakn N.Dadrian, Ermeni Soykırımı, Belge Yayınları). Bu dönemden sonra, “İttihadı anasır”( Osmanlı bünyesinde yaşayan farklı toplulukların birliği) politikasından tamamen vazgeçildi. Onların imhasına karar verildi. Ancak, bunun tatbikine 1913’ten sonra aleni olarak, Ege’deki Rumlara karşı hayata geçirilecekti (-ki Dr. Çerkez Reşit’in, Diyarbakır’a Ermeni, Süryani soykırımının icraatına başlamadan önce, Balıkesir’e kaymakam olarak atanması, ekibini oraya yerleştirmesi ve pek çok kundaklama ve infazı gerçekleştirdiği, soykırıma hazırlıklar yaptığı hatırlanmalı. Ege’deki soykırım faaliyeti ertelenince, Dr. Çerkez Reşit, bir yılı geçkin bir süreden sonra, Diyarbakır valisi olur. Dr. Çerkez Reşit ve sonradan Mardin Emniyet Müdürü olan Polis Memduh’un, Adana 1909 katliamında da yer aldıklarını unutmayalım. Sonradan , İngilizlerin Yunanistan devletinin oluşum ve desteklemesi ile Ege’nin etnik temizlik ile bölgeden arındırılması, ertelendi. Bu süreçten sonra, soykırım kararı içinde değerlendirilen 1915’te Ermenilere, Süryanilere, Êzidi Kürdlere tatbik olundu, 1919’da Rum Pontuslara, Êzidi Kürdlere ve 1913’te girişilip ertelenen Ege’deki Grek Rumlarına, “mübadele”, “sürgün”, tehdit ve katliamlarla yöneldi. (Bkz. Alaxander Papadopoulos, Resmi Belgelerle Avrupa Savaşından Önce Türkiyeli Rumlar ve Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi, 1914-1922, KARA KİTAP, Pencere yayınları, 2013 İstanbul) ve 1916’da gerçekleştirdikleri ‘Büyük Kürd Muhacirliği’ ile başlayıp, uzun sürece yayılan Total Kürd Soykırımı(Bkz. Fuat Önen, Ray, Raman û Bîranîn, Weşanên Pêrî, 2012 İstanbul), değişik metotlar ile devam ediyor. Bu uygulamaların tamamı, esas olarak Türkçülük ve araç olarak yedekledikleri İslamist ideoloji ile gerçekleştirilir.(Bkz. Ahmet Önal, Devşirmeler ve Devletsizler, Pêri Yayınları, 1918, İstanbul),
Almanya ve İttihatçı Türkçülerin, birlikte ördükleri bu ideoloji, karşılıklı tecrübelerle birbirlerine aktarılarak, yeniden tecrübe edildi. Bu açıdan, Adolf Hitler, İttihatçıları “öğretmenleri” olarak addeder. Taner Akçam’ın, Almanya’daki Yahudi Holokostu/Soykırımı’nın “Irkçı”, İttihatçıların ise, “Devlet milliyetçiliği” diye farklılaştırması, İttihatçı Türkçü ideolojinin “ırkçı” olmadığını ifade etmesi, manidar olduğu kadar, sorunludur.. Zira, Ziya Gökalp’ın çizdiği Türkçülük, eksiksiz olarak İttihat ve Terakki Partisi tarafından kabul edilmiş, “Ötüken” şiirinde de dillendirdiği üzere, “Tanrı Türk” diyecek kadar bir Türk ırkçılığı ile şekillendirilmiştir.. Bu ırkçılığın geçmişi ve derinleşerek bugüne geldiğinin tarihi vardır. Türkiye’nin değişime evirilmesi ve kendisiyle yüzleşmesinin önündeki en büyük set, Türkçü ırkçılıktır. Devşirmelerden müteşekkil olunan, Türk- Irkçı/milliyetçiliği, soykırımın esas nedenidir. İttihatçı Türk Irkçılığı, öylesine bir kök salmıştır ki, Türk toplumunun iliklerine kadar işlemiş ve Türk muhalefeti ve iktidarıyla, Türk -İslam sentezi üzerinden “Türkçülüğün esaslar” üzerinden, “Türk sözleşmesinde” ifadesini bulmuştur. (Bkz. Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot yayınları, 2018 Ankara).
Bir başka dikkat çekici kesim de , Konya, Kahraman ve Kayseri’ye gelip yerleşen, Hıristiyan Gagavuz Türkleridir, İslamiyeti kabul etmedikleri için, onlar da 1922-1923 yılında, Rumlar ile birlikte Yunanistan’a, Hıristiyan Rum muamelesi ile sürülmüşlerdir. Buna mukabil, Ege’de yaşam alanlarını terk edip gitmek istemeyen Rumlar da, Türkçe bilmedikleri halde, “Müslüman olacağız”, “Türkleşeceğiz” sözünü ve denetimini kabul ederek, yerlerinde kalmışlardır. Şark İslahat Planını şekillendiren İsmet İnönü’nün, Hıristiyan Gagavuz Türklerinin Yunanistan’a sürülmelerini, Müslüman olmayan Türk’ü kabul etmemelerini gerekçelendirirken, “Biz bu durumu kaldıramazdık!” diye tutum koyar. Osmanlı İT-C ile TC bağlantısını bu “esas” üzerinde oluşturduklarını, pek çok yönden göz önünde tutularak değerlendirilmesi gerekir.
Türkiye eksenli sağ-sol kesimlerin, aydınların, bu “esas” üzerinde, tarih bilinçlerini oturttuklarını görüyoruz. (Türkiye’de ulusçuluk ve Dil Politikaları, Bilgi Üniversitesi yayınları. 2010 İstanbul,). Yine, 1915’te Halep ve çıvarında Ermeni soykırımında aktif yer alan, sonrasındaki Cumhuriyet döneminde “muteberli kadro” ve 1930’larda CHP’nin politikalarını Mustafa Kemal adına şekillendiren, İstanköylü Şükrü Kaya’nın gerçek biyografisini öğrenmenin, ders verici olacağını belirtelim.
Taner Akçam kitabında, böylesi bir sistemin resmini çok boyutlu, planlayıcılığı ile bugün bile devlete yön veren İttihat ve Terakki kadrosu ve uygulamalarını, bir bütün olarak gösteren, uygulamalarını ortaya koyanları, “Geneli düşünerek, ayrıntıyı ortaya koymayı… tekdüze birmantığa düşmek” ile eleştirmektedir. Oysa ki bu genel tabloda, Türk ulus oluşumunu ve soykırımları ayrıntılandırmak en doğru yöntemdir. Bu yöntem seçilmediği zaman, herkes kendi soykırımı ile kendi vadisindeki ölümünün hikayeleri ile baş başa kalır. Türk egemenlik sisteminin Türk ve İslam olmayanlar dışında, her aidiyeti itina ile “ayıklayıp temizlediği”, bunun için planlar yaptığı gözden kaçırılırsa, soykırımı anlamak, izah ve sağlıklı ortaya koymak güçleşir. Nihayetinde de Taner Akçam’ın düştüğü hata tam da böyledir. Bu hataya bilinçli mi, bilinçsiz mi düştüğü tartışma konusu edilirse yeridir.
Taner Akçam’ın, “Ermeni Soykırımı’nın Kısa tarihi” kitabını, 1878-1923 ile sınırlaması da ayrıca sorgulanması, düşünülmesi gerekir. Hıristiyanların, Kürdlerin, Lazların asimilasyon ve soykırımları 1923’te kesintiye uğramadı. Talat Paşa’yı bir ideol olarak belirleyen Mustafa Kemal, onun izini sürdü. Hans –Lukas Keiser, “Talat Paşa /İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı, İletişim Yayınları, 2021 İstanbul” kitabının önsözüne haklı olarak; “Mehmet Talat(1874-1921) kimdi ve neden onu Türk Ulus Devletinin, Kemal Atatürk’ten de önceki, ilk yönetici kurucusu olarak görmeliyiz?” soru cümlesi ile kitabına başlaması pek isabetlidir. Bu soru, aynı zamanda, Taner Akçam’ın yanlışını da açıklamaya yarayan bir etkiye sahiptir.
Çünkü, 1923’ten önce Hıristiyan halklar, soykırım, sürgün, mübadele ile esas olarak tamamlanmış, sıra bu soykırım iddialarının, gerçeklerinin, “geçmiş itina ile temizlenir” aşamasına gelinmiştir. Artık sıra, nüfus yoğunluğu, siyasal, sosyal, kültürel, tarihsel ve yayıldığı coğrafyanın konumu itibarı ile Kürd ulusunu, Lazları, uzun sürece yayılan bir soykırıma tabii tutmak, Rêya Heqiyê ve diğer inançları, Türk ve İslam ideolojisine göre devşirip şekillendirmek üzere, yeni bir soykırımın zorlu sürecine girişilecekti. Bunun için İttihatçı kadro yeni ittifaklar oluştursa da, “Türk ulus olma ve Türk vatan edinme temayülleri”etrafında şekillenen siyasete devamlılığını sürdürecekti. İşte Taner Akçam’ın gelip dayandığı ve Soykırım teorisini sonlandırdığı nokta burasıdır. “Ermeniler kendi reformlarını gerçekleştirmeye yeltendi, soykırıma uğradı. Kürd isterse o da uğrar, bunun için Kürdlerin “özerklik talepleri” bile “tehlikelidir”, “Kürd- Türk katliamını getirir” tehdidi ve korkusunu oluşturmaya çalışıyor.
Konuyla ilgili, Taner Akçam’ı anlamak için, 12-14.03. 2012 tarihinde, Taraf Gazetesi’nde, Neşe Düzel’e verdiği röportaja bakmak faydalıdır. Zira benzer iddialar, Ermeni Soykırımının Kısa Tarihi” kitabında da var. Buna en derli-toplu eleştiriyi, İsmail Beşikci, 21. 03. 2012 tarihinde yaptı, eleştiriyi okumanızı önererek geçiyorum.
Kitaba ilişkin daha fazla detay vermek mümkündür. Ancak, konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir. Yazıyı pek uzattım, sizleri yordum, özür dileyerek, burada kesiyorum!
İlk yorum yapan siz olun