İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Avatar Diyarı’nda zaman yolculuğuna var mısınız?

Türkiye’nin en güzel yürüyüş yollarından St. Paul Yolu’nun ‘Avatar Diyarı’ olarak anılan yaklaşık 30 kilometrelik kısmını yürüdük. Yürüyüşü rehberimiz Cumhur Baştuhan ile beraber kaleme aldık.

DUVAR- Türkiye, yerli ve yabancı yürüyüşçülerin her geçen gün daha çok ilgisini çeker hale geldi. Özellikle Likya ve Karia yolları oldukça popüler… Konaklama, ulaşım, ihtiyaçlarınızı karşılama, tatil yörelerine yakınlığı gibi sebepler, bu rotaları ön plana çıkarsa da St. Paul Yolu’nun (Aziz Paul Yolu) dünyadaki hiçbir yürüyüş rotasına benzemediğini iddia etsek, abartmış olmayız.

Büyük bir bölümü Roma Dönemi’nden kalma taş döşeli yollardan, Adam Kayalar’ın arasından ve birbirinden güzel ağaçların gölgesinden devam eden St. Paul Yolu’nun 30 kilometrelik kısmını iki günde yürüdük. Hem size gördüğümüz güzellikleri aktarmak hem de kapanma sonrasında yapılacaklar listenize katkıda bulunmak için rehberlerimizden Cumhur Baştuhan ile detaylı bir yazı hazırladık.

ST. PAUL KİMDİR?

Öncelikle dilerseniz “Kimdir bu St. Paul? Neden adına bir yol var?” sorularının cevabına bakalım. Asıl adı Tarsuslu Saul… Pagan inanışındaki Roma Dönemi’nde milattan sonra 5’inci yılda doğan Saul, önce kendisini Hıristiyanları ve Hıristiyanlığı yok etmeye adar. Yıllar sonra Hıristiyanlara şiddetli zulümler yaptığını da itiraf edecektir. Hıristiyanları tutuklamak için Şam’a yolculuk ederken İsa’nın kendisine göründüğünü iddia eder, hatta geçici bir görme kaybı yaşar ve bu yolculuktan Hıristiyan olarak döner. İleride Nietzsche’nin “korkunç dolandırıcı ve intikam havarilerinin en büyüğü” olarak tarif edeceği St. Paul, tarihe “ilk Yahudi din adamı, ilk misyoner, elçi ve havari” olarak geçer. Hatta St. Paul olmasaydı, Hıristiyanlık’ın M.S.66’daki Yahudi isyanı bastırıldığında ve Kudüs yandığında muhtemelen kaybolacağı iddia edilir.

NEDEN ADINA BİR YOL VAR?

İşte St. Paul yolu da Kate Clow tarafından 2008 yılında turizmi kırsal kesime taşımak ve Aziz Paul’ün Küçük Asya’daki ilk seyahatinde geçtiği yerler üzerinden yürüyüşçülere kırsala dair bir fikir vermek adına açılmış. Likya ve Karia yolları gibi ülkemizin en uzun etaplı ve en önemli yürüyüş yollarından biri olan St. Paul Yolu, Antalya’nın 10 km doğusundaki Perge ile Isparta’daki Eğirdir Gölü’nün kuzeydoğusundaki Yalvaç arasında yer alıyor. 500 kilometre uzunluğa sahip ve genelde ortalama yürüme süresi 27 gün. Halihazırda işaretlenmiş rotanın bir de Antalya’daki Köprülü Kanyon Ulusal Park’ın girişindeki Beşkonak’tan başlayan ikinci bir kolu bulunuyor. Kültür Rotaları Derneği’nin internet sitesinden daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.

DAĞ KÖYÜNDEN KÖPRÜLÜ KANYON’A

Genelde insanların Perge’den ya da Köprülü Kanyon’dan başlamayı tercih ettiği rotayı biz, rehberlerimizin tavsiyesiyle tam ters istikametten, dağdan denize doğru yürüdük. Şimdiden belirtelim, yürüyüş için en iyi zamanlar ilkbahar ve sonbahar ayları. Çünkü malum Antalya’nın sıcağı, nispeten daha yüksek olsa da yaz aylarında fazlasıyla etkili oluyor. İlkbaharda yürürseniz habitatın uyanışını ve çiçekli yeşil bir ortamda bu faaliyeti gerçekleştirebilirsiniz.

Araçlarımızı rotanın bitiş noktası olarak belirlediğimiz Köprülü Kanyon’da bırakarak, bir araçla başlangıç yerimiz olan Çaltepe (Bolasan) Köyü’ne gittik. Antalya’nın Manavgat ve Serik ilçeleri arasında kurulu yüksek dağ köylerinden biri olan Çaltepe’nin rakımı 410. Ama bu sizi yanıltmasın, yürüyüş sırasında bin 180 metre rakıma kadar yükseliyorsunuz. Yaklaşık olarak iniş ve çıkışı 900 metrelik yükseklik farkı oluşturduğu için, rota orta zorlukta değerlendiriliyor. Bu nedenle hayatında ilk defa yürüyüş yapacaklar için pek önerilmiyor. Bir rehberinizin olması ve biraz da tecrübeli olmanız önemli. Ama fiziksel olarak kendinize güveniyor ve antrenmanlıysanız sorun yaşamayabilirsiniz. Ama 17 günlük kapanma döneminden sonra dikkatli olmakta fayda var

‘YEŞİL ALTIN’ CENNETİ ÇALTEPE

İlk günkü yürüyüş planımız Çaltepe’den Altınyaka’daki (eski adı Zerk) Selge Antik Kenti’ne ulaşmak. Bu da yaklaşık 17 kilometre anlamına geliyor. Köprü Çay’ın kıyısına, Dedegöl ve Bozburun dağları arasındaki ovaya kurulmuş olan bu köyde halen tarım ve hayvancılık devam ediyor. Anadolu’daki hemen her köyde olduğu gibi şehre göç veren Çaltepe’de genelde 50 yaş ve üstü insanlar yaşıyor. Köyün girişinde turistlerin de oldukça ilgisini çeken bir dağ kekiği fabrikası bulunuyor. Köylerinde yetişen kekik, adaçayı, ıhlamur ve balı iç ve dış piyasada satmak için kooperatif kuran köylüler, “yeşil altın” dedikleri dağ kekiğini üretimine ara vermiş durumda. Dağ kekiği popülasyonun aşırı toplanmaya bağlı azalmasından dolayı son iki, üç senedir üretim yapılmıyor. Köyde ayrıca yüksek kaliteli susam üretiliyor. Dolayısıyla tahin üretiminin geleneksel yöntemlerle yapıldığı bir köy. Arzu ederseniz Çaltepe’de konaklayarak yolculuğunuza da başlayabilirsiniz. Erdinç Pansiyon’un sahibi size lojistik ve bölge hakkında da doğru bilgileri verebilir.

ROTANIN BONUSU: TAZI KANYONU

Biz sabahın erken saatlerinde eski köy yerleşkesinin olduğu bölümden yürüyüşümüze başlıyoruz. Yola Tazı Kanyonu’nun çok yakınından yükselerek devam edeceğiz. Ama maalesef bu yürüyüşte Tazı Kanyonu’nu göremiyorsunuz. Tazı Kanyonu’nu görmek isterseniz ekstra bir gün daha eklemeniz ve konaklama malzemelerini yanınızda taşımanız gerekebilir.

Bu arada sosyal medyada son zamanlarda oldukça meşhur olan Tazı Kanyonu fotoğraflarının çekildiği seyir yeri kanyonun diğer tarafında kalıyor ve buraya araçlarla ulaşmak mümkün. Biz bir gün öncesinden bölgeye gidip, Köprülü Kanyon’da konakladık ve yürüyüş öncesinde giderek devasa kayaların üzerinden muhteşem kanyon manzarasının keyfini çıkardık.

HER AN BİR ROMALIYLA KARŞILACAK GİBİ

Rotamızın ortalarına geldiğimizde, bu güzergâhtaki ilk ve tek köy Ballıbucak Köyü’ne ulaşıyoruz. Bin 130 metre rakımda kurulu olan bu köye arabayla da ulaşım mümkün. Yerel mimari ile günümüz mimarisi arasında sıkışmış, aynı zamanda birçok kestane ağacına ve asırlık asmalara ev sahipliği yapan Ballıbucak’ta çeşme bulunduğu için su ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bu köyden sonra rota tamamen Adam Kayalar arasından ilerliyor. Rotanın Ballıbucak ve Selge arasındaki kısmı, oldukça etkileyici bir yapıya sahip. Her an bir Romalıyla karşılaşabilecek gibi hayal kurarak herhangi bir yerleşim yerine, insana rastlamadan ilerliyoruz.

MACHU PICCHU SİMÜLASYONUNDAYMIŞ GİBİ

Doğal taş yapılar ve eski su sarnıçları ile antik patikaların harmanlandığı efsane bir rotadan Selge Köyü’ne yaklaşıyoruz. Teraslanmış tarım arazilerinin arasından geçerken kendimizi Machu Picchu simülasyonunun içinde hissediyoruz. Tarım ve hayvancılıkla geçinen ve 1. derece arkeolojik sit alanı olan köyde yaşayanları yörük olarak tanımlayamayız. Netliğini tam bilmemekle birlikte, köylülerin atalarının yüz yıllardır burada yaşayan Anadolu’nun tarihsel halklarından bir topluluk olduğu söyleniyor. Bu özelliğe sahip köyler maalesef artık Anadolu’da pek karşımıza çıkmıyor.

ANTİK TİYATRODA GÜNEŞİN BATIŞINI İZLEMEK

Antik Pisidya bölgesinin dağ kentlerinden biri olan Selge, Toroslar’ın güney yamaçlarında ve denizden bin 250 metre yükseklikte bulunuyor. En parlak zamanını Roma Dönemi’nde yaşayan kentin o dönemlerde nüfusunun 20 binlere ulaştığı iddia ediliyor. 17 kilometrelik ilk günkü rotamızı tamamladığımızda antik tiyatronun basamaklarında oturup güneşin batışını izlemek tüm yorgunluğumuzu alıyor.

Oldukça büyük olan antik tiyatronun yanı sıra köyde, kemer köprü, antik yol, suyolu, böğrüm köprü, garnizon binaları, şapel, kule surları, agora, giriş kapısı, nekropol, kilise, tapınak kalıntıları ve hipodromun oturma blokları görülebilir. Tüm güzelliklerine rağmen ülkemizde çok da bilinmeyen Selge’de yapılaşma sit alanı olduğu için sınırlı boyutta. Tadilat izni bile çok zor alınıyor. Hemen herkesin bu konuda bir derdi var. Yüz yıllık bir köy evinde, kerpiç duvarlar arasında ve bedeninizden ağır bir yorganın altında yatma imkanı bulacağınız köyde konaklama olarak konfor beklentinizi yüksek tutmayın. Bakkalın da bulunduğu köyde çadır kurmanıza da kimsenin sorun çıkaracağını sanmıyoruz.

ÇOBAN ÖNDE, BİZ ARKASINDA

Geleneksel yaşamın sürdüğünü köyde, çok erken saatlerde horozların ötmesi ve ahırlarından çıkan koyunların, keçilerin melemesi ile güne başlıyoruz. İkinci günkü rotamız, yaklaşık 12 kilometreden oluşuyor. Hedefimiz Köprülü Kanyon…

Köyde yaşayanların hiç acelesi yok, herkes gayet sakin ama bizim daha yürüyecek yolumuz var. Sıkı bir kahvaltının ardından ikinci gün rotamıza başlıyoruz. Yazının başından beri bahsettiğimiz Adam Kayaları gözlemlemek için oldukça iyi bir yer Selge. O nedenle bu bölge, turistik kaynaklarda ‘Adam Kayalar’ olarak geçiyor ve bizim yaptığımız yürüyüş yerine insanlar genelde araçlarıyla gelerek bu kayalar arasında kısa süreli gezintiler yapmayı tercih edebiliyor. Bizim için bu sınırlı şölen yeterli değil! Adam Kayalar’ın ihtişamı hiç azalmadan, bu güzergâhta da uzun bir süre devam ediyor. Aynı zamanda birçok endemik canlı türünü barındıran köyden güzel bir vadiye giriş yapıyoruz ve patikalardan ilerliyoruz.

Hatta bir süre keçilerini arayan çoban bir kadın önde, biz arkasında yol alıyoruz. Onunla yollarımız ayrıldığında biz, ormana doğru giriyoruz. Kocayemiş de denilen, pek de görmeye alışkın olmadığımız kırmızı dallı, kırmızı meyveli sandal ağaçları ile çamların ahenkle dans ettiği rotanın bu kısmı aslında nispeten iniş olduğu için kondisyon olarak çok zorlayıcı değil fakat bazı geçişler çok eğimli.

BUZ GİBİ BİR MOLA

Köprü Çay’ın geçtiği vadiye inmek için yaklaşık 400 metrelik ciddi bir iniş yapıyoruz. Görece yürüyüşte zorluk yaşatan bu kısım, yükseklik korkusu olanlara ve tecrübesiz kişilere ciddi zorluklar yaşatabilir. Ancak Köprü Çay ve Köprülü Kanyon’a bakan iniş sırasında kuş bakışı olarak inanılmaz bir manzara görüyorsunuz. Dik inişin ardından nehir tabanına varıyorsunuz ve yine Roma döneminden kalma küçük tarihi bir köprüden (Yel Köprü) Köprü Çay’ın diğer tarafına geçiyoruz. Burada mola verip ayaklarınızı buz gibi soğuk suya sokarak dinlendirebilir, “Soğuk bana işlemez” diyorsanız da nehrin akışının biraz daha durgun olduğu bu yerde suya girebilirsiniz.

GİZLİ GÜZELLİKLER İÇİN REHBER ŞART

Yel Köprü’den ayrıldıktan sonra nehir kenarını takip ederek, ağaçların gölgesindeki patikalardan ilerlemeye devam ediyoruz. Yürüyüşün belirle bölümlerinde, rotalardan saparak çok özel noktalara ulaşmak mümkün. Ama bunları görmeniz ve yaşamanız için mutlaka bir rehberle yürümenizi tavsiye ederiz. Aksi takdirde ya bazı güzellikleri ya da kaybolarak kendi keyfinizi kaçırabilirsiniz. Her ne kadar rota, kırmızı-beyaz renkli boyalarla ya da babalarla işaretlenmiş olsa da bazı noktalarda işaretleri kaybetmeniz de olası. Bu durum da rehberin önemini bir kez daha önümüze çıkarıyor. Biz şanslıydık; beş kişilik ekibimizde iki rehber bize eşlik ediyordu. Yazıyı yazmamda bana büyük yardımı olan Cumhur Baştuhan ve Hollanda’dan gelip Türkiye’de yıllardır yaşayarak rehberlik yapan Maurits Van Den Bosch Kaag…

ROTAMIZIN FİNALİ, OLUK VE BÖĞRÜM KÖPRÜ

Son bir kilometre kala zaman zaman asfalta çıkmak zorunda kalsak da bu durum, araç trafiği çok yoğun olmadığı için bir sıkıntı yaratmıyor. Yine yer yer orman içinden patikaları takip ederek, ülkemizin en güzel tarihi köprülerinden olan Roma Dönemi yapımı Oluk Köprü’ye varıyoruz. Son derece iyi korunmuş olan antik yapıdan geçmek, aynı zamanda yürüyüşümüzün tamamlandığı anlamına geliyor. Ama biz finalimizi az ilerideki Böğrüm Köprü’den geçerek yapıyoruz.

Çevrede, yerel halka sorarak öğrenebileceğiniz, doğal su kaynaklarının yeryüzüne kavuştuğu çeşitli noktalar var. Hatta buradaki doğal havuzlarda yüzerek yorgunluğunuzu atabilirsiniz ama söyleyeyim su soğuk! Aynı zamanda Türkiye’nin rafting cenneti olan Beşkonak ve Karabük mahallelerinde birçok konaklama imkânı bulunuyor. Dilerseniz kendi çadırınızla da konaklayabilirsiniz ama hatırlatalım burası Türkiye’nin en önemli milli parklarından biri. Asla ateş yakmayın!


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.