Tamir edilmeyi bekleyen benlikleri ile koca bir toplum var bugün. Onlar da bizim kadar kırık olan diğer yarımız. Onların ilacı bizde, bizimki de onlarda.
“Tebrikler bizim için artık bir Türk değilsiniz…”
Hayatımda en çok Türk hissettiğim zaman buydu herhalde. Belçika’da, Türkiye’den buraya göç edenlerin yoğun olarak yaşadığı mahallenin belediyesinden bana vatandaşlığımın verildiği gün duyduğum sözlerdi;
‘Artık bizim için bir Türk değilsiniz!’
Bunu bana diyen de sonradan Belçikalı olmuş biriydi zaten.
Bu sözleri duyunca içimden “Yahu ben zaten Türk değildim ki…” demek geldi ama kağıt işlerini uzatmamak için muhabbete girmedim.
Çocukluğumuz boyunca her sabah “Ne Mutlu Türk’üm” diyerek büyümüş bir halk olarak hep birlikte ortak bir paranoyanın sahibiyiz… Hatta geldiğimiz noktada travma bile diyebilirim buna.
Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Zaza, Yahudi, Çerkes, ve daha niceleri hep birlikte biz ‘Türk olamayan Türkler’ ve ‘En Mutlu Ermeniler’ olarak yetiştirildik.
Şimdi böyle yetişenler, mühendisler, siyasetçiler, tiyatrocular, yazarlar kısacası memleketin her yerine nüfuz eden insanlar oluverdiler. Bugünkü yöneticiler de aramızdan çıktılar. Arabada pudra şekeri çekenler ya da pahalı arabalarına polis sireni taktırıp gezinen AKP gençliği de, Çiftlikbankçılar da, kriptoparacılar da.
‘Biz pek mutlu Ermeniler’
Bu aralar empati yapmak pek mümkün olmuyor okuyucularım için. Çünkü artık Türkiye’de herkes bizlerin 1915 öncesinde hissettiklerini hissediyor. Sanki 1850’ler ile 1915 arasında sıkışıp kaldık.
Ama eğitim sisteminin nasıl kırık/bozuk bir nesil yarattığını anlamak için şu cümleleri içinizden 5 kez tekrarlamanız yeterli gelecektir biraz olsun bizi anlamanıza.
Ermeniyim, doğruyum, çalışkanım…
Ne mutlu Ermeniyim diyene…
Türkler bizi arkadan vurdu…
Türk dölü bunlar…
Pis Türkler…
İşte Türkiye’de Türk olmayan nesiller bu cümleleri, şu an sizin tekrarladığınız kadar tekrarladı veya duydu bir haftada.
Bu cümleleri tekrarlayanların bazıları şimdi iktidar ve muhalefette. Ülke yönetiyorlar. Ya da yönetemiyorlar.
Bazıları ise halen Cumhurbaşkanı’nın ağzından bu küfürleri duyabiliyorlar.
İşte bu şekilde bozduk nesilleri.
İşte bu eğitim sistemi ile yaktık köprüleri.
Tamir edilmeyi bekleyen benlikleri ile koca bir toplum var bugün.
Onlar da bizim kadar kırık olan diğer yarımız.
Onların ilacı bizde, bizimki de onlarda.
Nasıl mı iyileşeceğiz?
Bu küfürleri bize edenler, bizi anladığında iyi hissedeceğiz…
Onlar/sizler de bu küfürleri etmedikçe aslında iyi hissedeceksiniz.
Paranoya
Bir paranoyadır yaşadığımız. İktidarı, muhalefeti, Hristiyan’ı ve Müslüman’ı ile.
İktidar, kendinden olmayan herkesin kendisini arkasından vuracağını düşünüyor.
Cumhurbaşkanı’nın kendisinin de bu eğitim sisteminin bir mağduru olduğunu unutmayalım. Dolayısı ile en yakınlarına, ailesine bile güvenemeyeceği bir yere geldi.
Muhalefet ise birlikte hareket edememe paranoyasında bugün. Bir yandan birlikte hareket ettiklerinde ne kadar değerli kazanımları olduğunu görenler, o tarihi paranoya sebebiyle bir arada durmaktan imtina ediyorlar şimdi.
Hep taktik.
Hınçaklar ve Taşnakların zamanında düştüğü taktik hatalar gibi.
Onlar ayrı ayrı kazanmak için çıktıkları yolda birlikte kaybettiler. Onların paranoyası ise Türklere güvenememekti. Sanırım bir anlamda 1915’te bu güvensizliğin haklı olduğu ortaya çıktı.
Bu acı deneyim bugüne kadar devam eden bir önyargı ve paranoya dizisini tetikledi.
Haklı olarak.
İçimizi yiyip bitiren bu travmatik bunalımı anlamak için göz önündeki bir örneğe bakalım.
Simon Simonyan, Sabiha Gökçen’i anlattığı arşiv belgelerinden derleyerek yazdığı kitabından bir arkadaşım için çevirdiğim bir bölümünü bir Ermeni yetimi olan Hatun Sebilciyan’ın içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi anlamak için paylaşayım.
Sabihe Gökçen’in Dersim’i bombalarken nasıl terlediği ve sıtma krizi diyebileceğimiz bir duygusal buhranı tanımlayan bu satırları o zaman çevirirken anlamamıştım, ama bugünkü bu paranoyanın yarattıklarını ve hissettirdiklerini daha iyi anlayabiliyorum.
Yeni Sabiha Gökçenler yaratmak isteyenlerin yarattığı buhranı Dersim katliamının yıldönümünde hatırlatayım tekrar.
Dersim’i bombalamaya bir Ermeni gönderilmişti.
Sabiha Gökçen. Ermeni yetimlerinden seçilen Atatürk’ün kızı Hatun Sebilciyan bombalamadan bir gece önce rüyasında annesini görür.
Uçuş günü Atatürk’e söyler ve“Senin sadece baban oldu kızım” cevabını alır. Bombalarla yüklü uçağın içerisinde gökyüzünde yalnız kaldığında Gökçen bir gece öncesini düşünmektedir.
Simonyan’dan alıntılayalım…
Aniden gökyüzündeki yalnızlığı sırasında bir ses duydu kulaklarında gayet net.
– HATUN
– Sarsıldı Sabiha bir anda ve kendisiyle birlikte uçağı da gökyüzünde garip hareketler yaptı aniden. Birden kendine geldi ve elinden çıkardığı kumandayı tekrar aldı ve uçağın burnunu düzeltmeyi başardı.
Kalbi hızlı çarpıyordu.
Kimdi çağıran. Annesi miydi? Ama kimdi Hatun?
Sabiha gökyüzünde onu Adana’ya götüren yolda gözlerini kıstı ve dikkatini topladı.
Bir günah gibi hatırlıyordu o ses. Geçmişten gelen ve peşini bırakmayan bir günah gibi. ‘Hatun’ diye çağırıyordu. Evlerinin fıstık ağaçlarının altında olduğunu hatırlıyordu.
Ama Hatun ismi ondan uzaklaşmıştı, diğer birçok şey gibi. Ve sanki o Hatun ileride küçük ve hiç büyümeyen bir kurda, Sabiha’ya dönüşmüştü.
Fıstık ağaçları arasında büyümüş ve fıstık ağaçlarının yanından ayrılmayan. 3-4 yaşında bir kız çocuğu.
Bu uçuş, Sabiha Gökçen için paranoyak bir geri dönüş yaşatmıştı. Sabiha Gökçen gerçek kimliğini ve ismini bilerek büyümemişti. En azından silinmiş bir hafıza idi bu. Dersim’e giderken üzerinden geçtiği ana yurdu, doğum yeri Cibin’de kendi Ermeni geçmişi ile yüzleşen bir buhran yaşamıştı. Simonyan’ın aktardığına göre geri döndüğünde ise bu buhranlardan kurtulamadı. Krizler devam etti. Doktorlar “Ermeni hastalığı” da denen Akdeniz ateşi olarak da adlandırılan bir hastalık tanısı koydular.
Yine aktarımlara göre Atatürk hayatındaki son günlerinde Gökçen’i yanına çağırdığında ona:
“Sen bu hastalıktan kurtulamayacaksın”
demişti…
Bize geçmişimizi ısklıkla unutturmaya çalışan devlet arşivleri ne der bilemem ama Simonyan böyle diyor.
İşte bu paranoya bizleri bugüne kadar getirdi.
Sebilciyan’ın içinde yaşadıklarını ezilen toplumlar yüzyıllardır yaşıyor.
Buna karşın bu buhranı yaşatanlar da Gökçen’in hatırladığı gibi hafızaların geri gelmesinden ve kendileri vurmasından korkuyor.
Belki bir akrabasının Ermeni çıkmasından, ya da oturduğu evin elinden alınacağından…
Sürekli kendini yenileyen bir paranoya içerisindeyiz.
Paskalya sofrasında yalnız, iftarda birlikte
Bu arada bu yalnızlığımızın resmini bir kere daha hatırladık. Paskalya’da yazılı veya sözlü açıklamalarla geçiştirilen bayramlar iş Ramazan’a gelince sofralarda kutlandı. Azınlık kurumlarının temsilcileri bu hafta iftar sofrasında Cumhurbaşkanı ile buluştular.
Ermeni Patrikhanesi’nden yapılan açıklamaya göre sıcak bir ortamda geçen toplantı için
“Ülkemizin kültürel zenginliğinin bir parçası olan azınlık cemaatlerinin ruhani önderleri ve temsilcileri aynı masa etrafında toplanmışlardı. Bu manzara farklı renklerin bir araya gelerek oluşturduğu hoş mozaiği hatırlatmaktaydı.”
deniliyor.
Yine bizim mozaik pastamız gündemde.
Oruç tutmasak da Ramazan sofrasına katılıyoruz.
Ama birlikte mozaiğimiz gibi renkli yumurta tokuşturamayoruz.
Yorumlar kapatıldı.