İbrahim Yersiz – 6 Mayıs 2021
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki ağalık ile beylik iki farkı şeydir; beyler bir dönemin derebeyleri, merkezi iktidarın koalisyon ortakları, yerelde kendi bölgelerinin liderleriydiler. Ağalar ise merkezileşmeye giden devletin beyliklerin otoritelerini ellerinden alırken aradan ortaya çıkan ve temelleri çoğunlukla kan bağına dayanan merkezi otoritenin yerel işbirlikçileriydi. Kötüydüler, çünkü gerilerinde halk yoktu, devlet vardı ve nüfuzlarını genişletmek için yapamayacakları hiçbir kötülük yoktu. Kölelik beyler döneminde de vardı, ancak o kölelik geleneğin bir parçası, merkezi otoritenin öngördüğü belirli şartlara tabiiydi; ağalık döneminde ise bu kölelik -kısmen de olsa- ortadan kaldırılmış olmasına rağmen devam ettirildi ve yoksullaşan halk boğaz tokluğuna tarlalarda çalıştırılan kölelere dönüştürüldü. Kaldı ki o yoksullaşmanın nedeni de bu yeni yetme ağalardı ve bu kölelik biçimi de ancak bu ağalar ortadan kaldırıldıktan sonra yok oldu
Bu ağalar oldukça açgözlüydüler, arazilere el koyuyor, insanları istedikleri gibi yerlerinden edip topraklarına el koyuyorlardı; açlık onların aç gözlülüğü sonucu peyda olmuş, insanları kendi arazilerinde boğaz tokluğuna çalışmaya ikna eder durum getirmişti. En kötüsü ise devlete ulaşma kapısı bunlardan geçiyordu ve bunlarda istediklerine istedikleri şeyi yereldeki devlet görevlileriyle birlikte yapıyorlardı. O nedenle, örneğin beylerin tarihi birer zulüm tarihi olarak anılmaz, ama bu ağaların tarihi zulüm tarihi olarak anılır; zira beyler birliklerini korumak için doğru davranmaya çalışırken, bu ağaların öyle bir dertleri yoktu, çünkü arkalarında devlet vardı ve tüm dertleri devletin yerel işbirlikçileriyle birlikte keselerini doldurmaktı. Hani “ağalık vermekle” derlerdi ya, bular alırdı, veren beylerdi. Ağaların bunu yaparken karşılarında sakınacakları hiçbir güç yoktu. Ama topraklarında çalışan köylüler yine de onlara bağlılık gösteriyor, sadakat üzerinden çocuklarının geleceklerini güven altına almayı umuyorlardı. Netice de ağanın biri gitse bile gelecek olanın onu aratmayacağı meçhuldü.
Şırnak bölgesinden bir yaşlıdan dinlemiştim: sanırım anlattığı 1900 yılları veya daha sonrasıydı. Bir ağa toprağını satışa çıkarmış, köyde ikamet eden yarıcı insanlar -ki bunlar bir çeşit toprak kölesiydi, toprakla birlikte sonraki alıcıya devrediliyorlardı- ağaya gidip kendilerini neden satmaya karar verdiğini, daha doğrusu kendilerinden memnun olmadığı için mi bu satışa karar verdiğini sormuşlardı. Düşünün, köylülerin umursadığı tek şey ağalarının kendilerinden memnun olmadığından dolayı köyü satışa çıkardığı yönündedir. Ancak o zamanlar kendilerine dert çıkaran köylülerini arazileriyle birlikte satmak gibi bir durum vardı ve alıcının niteliğine göre bu satış bir ödül veya ceza olabiliyordu.
Bu köleler yalnızca Ermenilerden oluşmuyordu, ama beş aşağı beş yukarı bölgedeki tüm Ermeniler ağalık sistemiyle birlikte bu duruma düşürülmüşlerdi.
Kuşkusuz Ermenilerin bu duruma düşürülmelerinin tarihi bir arka planı var, ancak oraya gelmeden Kürt aşiret yapısına bakmakta yarar var. Öncelikle her Kürt aşireti dönemin Orta çağ Avrupası tarzı birer derebeyi gibiydi, (bu arada Kürtler ona mirlik diyordu) geniş topraklara hükmeder ve imparatorluk tarafından bölgenin doğal yöneticileri şeklinde muhatap alınırlardı; imparatorluk bir yere savaş açtığında onlardan adam ister, onlarda beyliklerinin büyüklüğüne göre tebaalarından savaşacak adam toplar, imparatora gönderirlerdi.
Avrupa’da devletler Orta çağın sonuna doğru merkezileşmeye doğru giderken bu yapılanma Osmanlıda 19. Yüzyıla kadar sarkıt. İmparatorluk Kürt mirliklerini dağıtıp merkezi yönetime bağlamadan önce de pek çok kere savaşmış ve Kürt topraklarını tekrar tekrar fethetmek zorunda kalmıştı. Deyim yerindeyse her bir Kürt beyliği tekrar tekrar fethedilmişti, ta ki beylik koalisyonları dağılana ve Kürt beylikleri kendi içinde parçalanıp küçük aşiretlere bölünene dek. Kürtlerde beylikler dağılınca ortaya çok sayıda devlet destekli, irili-ufaklı, temeli kan bağına dayalı aşiret biçimi çıktı.
Büyük beylikler dönemi Ermeni ve diğer etnik veya dini guruplarında içinde yer aldığı kısmen sorunsuz bir dönemdi. Çünkü himaye merkezi mirliğin bizzat kendisiydi. Beylikler güçlerini elde tutmak için farklılıkları -kısmen de olsa- gözetiyor, önceliği birliklerinin devamına hasrediyorlardı. Mirlikler dağılınca bu himaye şeklide amacını kaybetti ve azınlıklar artık sıradan, güç bulmaya çalışan bu küçük aşiretlerin insafına kaldı. Kürt beylik konfederasyonu son darbesini Bedirhan Bey’in yenilgisiyle aldı ve Ermenilerin hayatlarının zorlaşması tarihine bir milat koyacaksak bu yenilgi tarihini koyabiliriz; çünkü ondan sona Ermenilerinde, Süryanilerinde, Ezidilerinde hayatları deyim yerindeyse cehenneme döndü. Zaten bu üç etnik ve dini azınlığın göç dalgası da ilk o yıllarda başladı. Zira onları koruyan el ortadan kalkmış, bağ-bahçe ve tarlalarının talan edilmesi, kızlarının kaçırılması, orada-burada yakalanan çocuklarının dövülmesi yerel çapulcu takımlarının zevk ve cesaret gösterilerine dönüşmüştü. Yerel halk bir zaman yan yana yaşadığı komşusuna karşı devletin kayıtsızlığı, göçertme amaçlı din farkının kızıştırılması gibi sebeplerle onlara karşı hiçbir şey hissetmez olmuşlardı ve merkezi otoritede yapılanları görmezden gelince durum şirazeden çıkmış, deyim yerindeyse yapanın yaptığı yanına kar kalır olmuştu.
Bu konularda yeteri kayıt var, dahası merkezi otoriteye durumu bildirir yeteri şikâyeti dilekçesi ve raporda vardır ve neredeyse hiçbiri hakkında herhangi bir kovuşturma açılmış değildir. Kısacası bir göz yumma durumu söz konusuydu ve finali 1915’te sonuçlanan dramın nihayeti de o başlangıcın son halkasıydı.
O dönem toplumda ciddi bir kırılma ve değişim yaşanıyordu. Din faktörü her zaman kullanıldığı gibi, dün, eski yapıyı kutsuyordu, bugün de yeni yapıyı kutsuyordu, “Gavur Malı”nı talan edeni kahramandan sayıyor, diğer talana iştirak etmeyenleri rencide ediyordu. Olaya devletin bölgesel otoritenin sağlanması adına örgütlediği Hamidiye Alaylarının yaptıklarını da eklenmesi gerek ki, bölge yeni bir güç çerçevesinde yapılanıyor, yeni bir toplumsal nitelik ortaya alıyordu. Artık büyük alanlara hükmeden yarı göçebe beylikler yoktu, yerini gücünü devletten alan ağalara terk etmişti. Bu ağalara 1858 yılında çıkarılan bir arazi kanunuyla etkinlik alanlarını genişletme fırsatı verilmiş, böylece zayıf bölgeleri himayelerine almaları sağlanmıştı. Bu ağalar arkalarında devletin gücü, yetkinlik alanlarını genişletmek için birbirleriyle yarışır olmuşlardı. Bu zayıf bölgeler ise yalnızca Ermeni, Süryani ve Ezidilerden oluşmuyordu, yoksul Kürtlerde vardı bunun içinde, onlarda zulüm görüyordu, ancak din birliği önemli bir faktördü ve bu da onları sistemli bir çapulun hedefi olmaktan çıkarıyordu. Ama diğer yandan, istikrarsız ve hesapsız çapulcu takımlarıyla uğraşmaktansa kendilerini himaye edecek bir ağanın himayesine girmek onlar içinde hayata kalmanın bir karşılığıydı. Bölgede etnik ve dini azınlıkların kendilerini himaye edecek insanların hizmetine karşılık köle olmaya rıza gösterdikleri dönem de bu dönemdi ve bu durum doğrusu kırsal bölgelerde cumhuriyetin kuruluşundan sonraki yıllara kadar sürdü.
Orta çağda serfler beylerine “Sadıklık Andı” ile bağlanırlardı. Kürt ağaları ve azınlıklar arasında böyle bir ant yoktu, ancak söz her şeyin üzerinde tutulurdu ve himaye eden ağa yüceltilirken, himaye görenlerin her zaman minnet duygularıyla ağayı anmaları şükran duygularının bir gereğiydi. Neme lazım yerin kulağı vardı!
Yine “ilk çiçeği koparma hakkı”na gelirsek ki, bu gelenek insanların kendilerini himaye edecek mihmandarlar ararken veya mihmandarların topraklarına göç gelmiş yoksul insanları himaye etme sözüne karşın onların da o beyin topraklarını belli bir ortaklık esasına göre işletmeleri anlamına geliyordu.
Şunu ifade etmekte fayda var, çünkü köleliğin pek çok şekli vardı ve neredeyse tüm şekillerinin kendi içinde geleneksel birer yasası vardı. Ve doğrusu tüm kölelik biçimlerinde boğaz tokluğuna çalışmak temel bir gelenekti. Kaldı ki, pek çok aile kızlarını beylerin evlerine karınları doysun diye boğaz tokluğuna hizmet görmeye gönderiyorlardı. Örneğin Çocuklarının köleliği kabul gören Sudan’lı anneler kızlarının hayatlarının kurtulduğunu var sayıyorlardı. Veyahut Kürtlerde beyin kişiyi evlendirmesi masrafını üstüne almasına karşılık evelenecek kişinin beyin hizmetinde yedi yıl çalışması şartı vardı. Ama şunu itiraf etmek gerek, Kürtlerde onca kız kaçırmalara karşın gelin olan kızların ilk geceyi yörenin beyiyle geçirmesi geleneği yoktu. Kaldı ki kölelikte mülkiyetin mutlak olduğu daha eski dönemlerde bile böyle bir geleneğin kaydı yoktur, olanlar ise genelde gizli-saklı yapılan kaçamaklardı ve beyler o durumları genelde gizler, o ilişkilerinden doğan çocukları sahiplenmezlerdi, çünkü dönemin kültür kodları içinde beyin himayesindeki bir kıza veya kadına sarkması şanına yakışır bir teşebbüs olarak kabul görmüyordu. O yüzden kralların bile evlilik dışı çocukları sahiplendikleri pek az görülmüş şeydi.
Ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi bu kölelerin toprakla birlikte alınıp satılmaları geleneği vardı. Şartlar tek başına, himayesiz bir şekilde yaşamaya müsait değildi, köle olmayan zengin insanlar bile kaçırılıp köle haline getirilebiliyordu ta ki, biri çıkıp -eskilerin deyimiyle- azatlık akçelerini ödeyene dek. Ama zengin evlere yalnızca ergin çocukların seks ihtiyaçları için satın aldıkları köle kızlar vardı ve çocukları onlara bağlanmasınlar diye belirli bir dönemden sonra tekrar satılıyorlardı. Sorun şu ki, bu yalnızca Osmanlılarda değil, dünyanın pek çok yerinde vardı ve Kürt beylerin çocukları da herhalde bundan istisna değildi.
Diğer yandan Osmanlı arşivlerinde Ermenilerin uğradıkları haksızlıkları ifade eden yüzlerce rapor vardır ve bunların hiçbirinde de “ilk gece hakkı” diye bir şey söz konusu değildir. Bazı antropolog ve tarihçiler topu Fransız veya İskoç beylerine atıyor ve Hollywood takımı da bunu pek sevmiş olacak ki, bu konuda filmler yapmış bulunuyor, ama dürüst olmak gerek, orada da bu durumu kanıtlar hiçbir kanıt yoktur. Evet, beylerin birilerine göz dağı vermek için düğünlerde gelin kaldırdıkları bile vardı, ama bu gelenek değil, spontane uygulamalardı. Biz ise var olduğu söylenen ve hiçbir kaydı olmayan bir gelenekten söz ediyoruz.
Taner Akçam’ın iyi niyetli olduğunu düşünmek istiyorum, ama doğrusu buna hiçbir sebep bulamıyorum ve bu da ifade ettiği doğrulara da kuşkuyla bakmama neden oluyor. Evet, bütün Kürtler değilse de Ermeni Katliamında Kürtlerinde katılımı olmasaydı o kadar çok cinayet işlenmez, belki o kadar çok ileri gidilmezdi; ancak ortada güvenlikten sorumlu bir devlet vardı ve bu devlet vazifesini yapmak yerine böyle bir şeyi yapmayı vazife edinmişti. Kaldı ki devlet ferman çıkarmış, tüm Ermenilerin bölgeden sürülmesine karar vermişti. Bu Ermeni mallarının talan edilmesi için yeter bir nedendi; ama buna rağmen Kürtler tarafından hatırı sayılır bir Ermeni nüfusu, yerel elbiseler giydirilip saklanarak kurtarılmıştı. Elbette yakalanmamak için saklananların bir kısmı ihbar gördü, dağlara kaçanlar şu şekilde veya bu şekilde bulunup öldürüldü; iş görür kadın ve çocuklar küçük rüşvetler karşılığında görevlilerin ellerinden alındı… Ama bunun yanında komşunun komşuyu süngülemesi, karnını deşerek karnındaki doğmamış yavruları bile ateşe atması da söz konusu oldu. Hatırlıyorum, annem ölene kadar yaşlı bir komşusunu gösterirdi; “Ermenilerin fermanı çıktığında” derdi, “şu yaşlı bunak bebeği sırtında bohçaya sarılmış komşu -Ermeni- kadını kovaladı ve kadın kaçma esnasında şu dereyi atlarken bebeğini düşürdü. Bebeğini yerden almak için arkasını döndüğünde adamın yetişmek üzere olduğunu gördü ve bebeğini öylece bırakıp kaçtı. Adam derenin karşı tarafına atlarken kasıtlı olarak bebeğin üstüne zıpladı. Kadına yetişip boğazını kestikten sonra bebeğin düştüğü yere döndü, bebeğin bağırsakları dışarı saçılmış, bebek can çekişiyordu. Adam o vaziyete hançerini bebeğin karnına saplayarak havaya kaldırdı…” Belli ki bu havaya kaldırma işi kahramanımızın zaferini ilan şekliydi!
İlk yorum yapan siz olun