Daha önemlisi, soykırım sırasında Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanya’nın, kendi rolü ile birlikte soykırım olgusunu kabul etmesiydi.
Ragıp Zarakolu
Stockholm.
Etnik arındırma, zorunlu göç, tehcir olguları bakımından hiçbir hiç bir ulus devletin sicilinin temiz olduğu söylenemez. Özellikle 20. Yy. da oluşan Balkan, Orta ve Doğu ulus devletleri açısından.
ABD’nin resmen Ermeni soykırımını tanıması, aslında sadece Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senato’sunun aldığı kararın onaylanmasından ibaret. Bu filmi gösterilen tepkileri daha önce yaşadık Fransa örneğinde mesela. ABD gibi Fransa’da da Meclis’in kararı gelip Senato’ya takılıyordu. Senato kabul ettikten sonra Cumhurbaşkanı’na kalan sadece onaylamaktan ibaretti.
Daha önemlisi, soykırım sırasında Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanya’nın, kendi rolü ile birlikte soykırım olgusunu kabul etmesiydi.
Almanya bile olguyu kabul ederken, Ermeni soykırımını ilk kez belgeleyen parlamento raporu Mavi Kitap’ın hazırlandığı ülke olan İngiltere’nin bu olguyu tanımaktan kaçınması ilginç. Mavi Kitap’ın (*) ilk Türkçe edisyonunu yayınlayan Pencere Yayınları editörü Erdoğdu’yu ve önsözü yazan Taner Akçam’ı, “kişisel hakaretten” mahkum ettirip, para cezasına çarptırtacaktı CHP senatörü emekli diplomat Şükrü Elekdağ’ı. O sıralarda paşalar da, Abdurrahman Dilipak’ı mahkum ettirmişti “hakaretten”. Şimdi Başkan’ hakaret davaları, rekorlar kitabında!
Bugün Cumhurbaşkanlığı, her 24 Nisan’da Ermeni yurttaşların acısını paylaşan açıklama yapmaya başladı. Geçmişe oranla büyük ilerleme. Soykırımın resmen kabulünden önce ABD ve Avrupa ülkeleri de benzeri açıklamalar yapıyordu.
Soykırımdan sağ kalanların torunlarının, yurttaşı oldukları ülkelerin bu gerçekliği kabul etmesi için verdiği mücadele, Ayşe Nur Zarakolu’nun ölümünden birkaç ay önce Jean Claude Kebapçıyan ile Paris’te yaptığı görüşmede belirttiği gibi, sonuna kadar meşru bir mücadele. Ve bunun kabulü aynı zamanda batılı devletlerin yurttaşlarına karşı bir yükümlülüğü.
Yani bunun emperyalizmle falan ilgisi yok, bazı “sol” partilerin yaptığı açıklamalardaki gibi. Tam tersine “emperyalist çıkarlar” soykırım olgusunun kabulünü geciktiren faktör oldu onyıllarca. Ermeni soykırımını resmen kabul eden ilk ülke Uruguay oldu. Soykırımın 50. Yılı olan 1965’te. Hrant Dink de bunun Ermenilerle/Türkler arasında çözülecek bir sorun olduğunu düşünüyordu. Ama soykırımcı geleneğin “1 buçuk milyon+1.ci” kurbanı oldu. Örneğin, soykırım araştırmacısı Taner Akçam da, Hrant Dink gibi araştırmalarında “soykırım” kavramını kullanmıyordu. Hrant’ın katlinden sonra kullanmaya başladı.
İsmail Beşikçi sadece Kürt tabusunu değil KİP olgusunu da ilk deşen araştırmacı, Ayşe Nur’un 1990 yılında yayınladığı, Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün destek verdiği, “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabı ile.
İlk baskı Alan Yayıncılık 1990, Kürt tabusuna ilk yumruk
Geçtiğimiz günlerde Taner Akçam’ın kimi “sol” çevreler ve kimi Kürt milliyetçisi çevreler tarafından hedef alınmasını anlamak mümkün değil. Çünkü 100 yıldır Ermeniler ortadan kaldırıldıklarını, Kürtler ise var olduklarını kanıtlamaya çalışıyor. Ve bu gerçekliklerin ortaya çıkarılmasına on yıllarını adayan, bedel ödeyen saygın kişilerin, en fazla birbirini anlaması gereken kişiler olması gerektiğini düşünüyorum. Dolduruşa gelmeden!
Taner Akçam’ın, 1915 soykırım olgusunu herkese hitaben anlatan kitabından sonra bu saldırının yoğunlaşması ilginç (**)
“Ermeni Sorunu”, insan hakları perspektifi ile “Ermeni Soykırımı” na dönüştü.
1915 soykırımından bir yıl önce Ege’de Rum tehciri yaşandı
Markos Troulis’in, geçen gün Pontos News’da çıkan, “Türkiye Tarihine Bakmayı Niye Reddediyor?” makalesini okurlarımla paylaşmak istedim:
Büyük Türk tarihçi ve sosyolog Taner Akçam, 1909-1919 yılları arasında İstanbul’daki Avusturya Büyükelçiliği askerî ataşesi Joseph Pomiankowski’den “İttihatçı aydınlarının büyük bir bölümü samimiyetle şuna inanıyordu: , Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında – ve daha genel anlamda son iki yüzyılda – Avrupa ve Asya’daki birçok eyaleti kaybetmesinin, nedeni esas olarak önceki padişahların aşırı insancıl davranışlarında [metinde aynen böyle] yatmaktadır. Yapılması gereken, ya eyaletlerin nüfusunu zorla İslamlaştırmak ya da onları tamamen yok etmekti”.
Sonuç olarak, “Savaştan sonra Türkiye’de hiçbir Ermeni kalmayacak” ifadesi, – diğer şeylerin yanı sıra – Osmanlı Meclisi’nin 1914 Rum sürgünü kararlarına da yansıdığı gibi, İttihat Terakki Partisi yetkililerin gerçek niyetlerine tanıklık ediyordu. (***)
Türk ulusal kimliğinin oluşumu aşamasında esasen dindar olmayan yabancılaştırılan toplumları imha stratejileri, Henry Morgenthau’nun karakteristik sözleriyle, elbette Rumları da içeriyordu: “Konstantiniye emniyet müdürü Bedri Bey, sekreterlerimden birine, İtthat Hükümeti Rumları o kadar başarılı bir şekilde kovdu ki, aynı yöntemi İmparatorluğun diğer bütün soylarına da uygulamaya karar verdi demişti.”
Bu strateji, etnik grupların koordineli bir şekilde ve siyasî bir kararın uygulanması çerçevesinde kitlesel tasfiyesini ifade eden “soykırım” terimiyle karşılanmakta.
Bunu, etnosantrik sloganlardan açık ve farklı kılmak için şunun altını çizmek zorundayız: Tutkulu asker ya da subaylarca bireysel olarak işlenen 5, 10 ya da 100 utanç verici suçtan ibaret değildir bu bu. Soykırım, sistematik ve organize bir imha anlamına gelir ve bu nedenle bu gün, sadece bazı kişilerce değil, ulus devlet sorumluları tarafından özür diliyorlar.
Doğu’daki Hristiyan nüfusun soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının kaderinden ve Büyük Devletler’in etki alanlarının eşzamanlı gelişiminden oluşan daha büyük Doğu Sorunu’nun bir parçasıydı.
Bugüne kadar Türkiye, iç bütünlüğün olmamasından ve antropolojik tebaanın Ankara devletine olan inancını güvence altına almada ve meşruiyetinin yetersiz kalmasından hep rahatsızlık duymuştur.
Kürtler “terörist” olarak nitelenip, kendi kaderini tayin hakkını isteyen halk olarak tanınmıyorlar. Resmî Türk devleti, Kürtlerin azınlık haklarına saygıyı tartışmıyor, ancak onları ayrı bir kimlik olarak da görmeyip topluca “suçlu” olarak görüyor. Kürt bölgesinin mevcut yönetimi, Türkiye’nin – Osmanlı/Türk – geçmişine bakmayı reddetmesi hakkında çok şey açıklamaktadır.
Kurbanların torunlarının tazmin edilmesi gibi yasal sonuçlardan kaçınmak için bir çaba söz konusu. Ancak asıl sorun, bu soykırım politikalarının, heterojenliklerin üstünün örtülmesi yoluyla yaratılan Türk ulus-devletinin doğuşunun ve gidişatının doğasını yansıtmasıdır.
Başka bir deyişle, zor kullanarak İslamileştirme ve farklı kimlikleri hedef alan soykırım Türk devletinin yaşayabilir olması için yaratılmış yapay “Türk ulusal kimliğinin” temel taşıdır. Yaşanmakta olan geçmişten kaynaklı zorluklar, yaratılmış olan tüm yapıyı makro-tarihsel açıdan sorgulamayı gerektirmektedir.
“Aydınlanmış Esperia”da benzer uygulamalarımız yok muydu? Açıkçası, bu tür uygulamalar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da, o dönemlerde ortaya çıkan devletlerin içlerinin homojenleştirilmesi amacıyla yaşanırken, Adam Watson, The Evolution of the International Community adlı çalışmasıyla bizi ayrıntılı olarak bilgilendiriyor.
Ancak, Watson bizatihi, ortaçağ Avrupa’sında sık sık yaşanan şiddet ve yağma eylemlerinin “genellikle aristokrasinin sorumlu insanları ve din adamları tarafından kınandığını” ve asıl kaygının savaşı haklı çıkarmak ve bunu spesifik bir değerler koduyla her şekilde uyumlu hale getirmek olduğunu belirtir (bkz. Mark Evens, Just War Theory). Yapay da olsa bu “arınma” süreci içinde, bu devletler bir devlet anlatısı ya da bir şekilde etnosantrik yaklaşımlarının ve tarihsel referanslarının eksenini teşkil eden bir “etik yasası” yaratmayı başardı.
Türkiye örneğine gelince, böylesi bir çaba, muhtemelen bir çıkmaza sürükleyecektir ve bu da, olaylara zamansal yakınlıkla, çok sayıda kanıt ve görüntünün gücü (fotoğraf ve sinematografik kanıtlar) nedeniyle canlı anılarla, ancak esas olarak mevcut devlet yapısının bu suçları işleyen faille olan ayrılmaz ilişkisiyle ilgilidir.
Aydın Mebusu Emmanulidis Efendi 1919 yılına kadar Osmanlı Parlamentosunda görev yaparken, gerçeklikleri dile getirmekten kaçınmadı.
Orta Avrupa açısından, örneğin, Hapsburg Hanedanı’na atıfta bulunulurken, Türkiye’nin sadece bu tarihsel müktesebatın bir devamı anlamına gelen mevcut etnokratik rejiminin keyfini çıkartmak zorunda olduğuna işaret etmek abartı olabilir.
Türkiye tarihe bakamıyor, çünkü o zaman mevcut benliğine; güneydoğu sınırında ve Suriye topraklarında Kürtlere yönelik mevcut soykırım uygulamalarına; insan hakları kavramı ihlallerine ve artakalan birkaç toplumun bile baskı altına alınmasına bakmak zorunda kalacaktır.
(*)Hazl., Vikont Bryce, Arnold Toynbee, Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yapılan Muamele, Sansürsüz basım, Türkçesi: Ayşe Günaysu, Gomidas Institute, Londra 2009. Bu baskının, TBMM üyelerine ulaştırılması, AKP’li Meclis başkanı ve CHP’li Şükrü Elekdağ’ın ortak çabası ile engellendi.
(**) Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’nın Kısa Tarihi, Aras Yayınları, Nisan 2021
(***) Mihail Rodas, Almanya Türkiye deki Rumları Nasıl Mahvetti, Belge Yayınları 2011. Ayrıca Bak: Büyükelçi Morgenthau Anlatıyor, Türkçesi Attila Tuygan, Belge Yayınları 2005; Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı İmparatorluğunun Son Yılları, Türkçesi: Niko Çanakçıoğlu, Belge Yayınları 2014. Aydın mebusu olan Emmanulidis Efendi, 1919 seçimlerine kadar Osmanlı Parlamentosunda yeraldı.
Yorumlar kapatıldı.