İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Munzur Çem: Kürt Tarihi İle İlgili İki Karalama Örneği

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***

1915 Soykırımı alanında çalışmaları bulunan Prof. Taner Akçam’ın, bir süre önce katıldığı bir televizyon programında 19. yüzyılda Kürt-Ermeni ilişkilerine değinince, Kürt feodallerini Ermeni evliliklerinde  „ilk gece hakkı“na sahip olduklarını söylemesi konuyla ilgilenen pek çok kişi gibi beni de şaşırttı. Banimle aynı yaş kuşağında olan dostlara sordum, istisnasız hepsi böyle bir şeyi ile ilk kez duyduklarını söylediler. Sonradan öğrendim ki Akçam aynı iddiayı gazeteci Filiz Gazi’nin kendisiyle yaptığı ve 20 Nisan 2021 günü Gazete Duvar’dan yayınlanan röportajında da dile getirmiş.

Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre Akçam, gelen tepkiler üzerine kaynak olarak M.S. Lazarev tarafından yazılan „Kürdistan ve Kürt Sorunu“  adlı çalışmayı göstermiş. Bu eseri Kürtçeye çeviren yazar Temurê Xelîl ise bunu yalanlamış. Bunu, 132 Kürt yazar ve araştırmacının yaptıkları açıklama izledi. İmzacılar, Akçam’ın iddiasının asılsız olduğunu, bunun Kürt ve Ermeni halklarına karşı saygısızlık teşkil ettiğini söyleyip özür dilemesini istediler.

Kuşkusuz Akçam, elinde bir belge ya da kanıt varsa, ona dayanarak böyle bir iddianın varlığından bahsedebilirdi.

Ancak onun yaptığı bu değil. O, olayı, Kürdistan’da uygulanan genel bir kural gibi sunuyor. Lazarev ya da başka biri böyle bir olaydan bahsetse bile, Akçam’ın onu kesin bir kanıt gibi görerek bir genelleme ile belli bir toplumsal kesiminin tamamını töhmet altında bırakmaya çalışması doğru olabilir mi?

Akademik deney sahibi birinin, bunun en başta da yöntem açısından yanlış olduğunu bilmesi gerekir ve eminim ki Akçam da biliyordur. Kaldı ki bu olayda rencide edilen sadece Kürtler değil, aynı zamanda Ermeni halkıdır.

Öte yandan açıktır ki Kürtlerin bu ve benzeri iddialara tepki göstermeleri, tarihi gerçeklerden kaçma anlamına gelmez. Yöntemle ilgili olabilecek farklı görüşler bir yana, haklı bir reaksiyondur Kürtlerinkisi. Kürtler ne soykırımı inkar ediyor ve ne de Kürt egemen çevrelerinden bazılarının o olayda oynadıkları rolü, yani işledikleri suçları görmezlikten geliyorlar. Tam tersine onların olaya yaklaşım bence oldukça cesur ve gerçekçidir. Ama birilerinin keyfi şekilde tarihlerini çarpıtmasına, ondan öte karalamasına karşı da doğal olarak sessiz kalmak ta istemez Kürtler. Bu çerçevedeki tepkiler, meşru ve doğaldır, gereklidir.

Taner Akçam’ın iddialarıyla ilgili olarak bu satırları yazarken, internette, Prof. Baskın Oran’ın Agos gazetesinde yayınlanan bir makalesi ile karşılaştım. Baskın hoca, “İmparatorluk’ta Millet-i Sadık’a, Ulus-devlet’te Muhalefet-i Sadık’a“ başlıklı yazısında 1840’lardan başlayarak 1915’lere uzanan süreçte Ermeni sorununu ve onun bir parçası olarak Kürt-Ermeni ilişkilerini irdeliyor. Sol çevreler arasında sıkça rastladığımız tek yanlı suçlayıcı bakış açısı Oran’ın yazısına da hakim.

Baskın hoca, her şeyden önce iki halk arasındaki inişli-çıkışlı ilişkilerde işin siyasal yönünü, onun oynadığı rolü görmezlikten geliyor, olayı emperyalistlerin müdahalesi ile „Kürt egemenlerinin Ermenilere yönelik zulmü“ çerçevesinde ele alıyor. Diyelim ki Baskın hocanın „Doğu“ dediği Kürdistan’da Ermeniler nüfusun en fazla dörtte birini oluştururken, orada bir Ermenistan devletini kurulması ya da bölgenin Hristiyan Genel valiler eliyle yönetilmesi çabaları karşısında Kürtlerin endişeye kapılmaları, denize düşen yılana sarılır örneği Osmanlı İmparatorluğuna yaklaşmaları beklenebilir bir şey değil miydi? Yine 1978 Berlin Konferansında olduğu gibi kimi olayları alabildiğine abartarak Kürtlerin adeta Ermenilere zulüm eden lanetliler durumuna düşürülmeleri karşısında Kürtler hiç bir şey olmamış gibi davranabilirler miydi? Her nedense bir süreç üzerinde dururken, Hocayı bu gibi önemli noktalar pek te ilgilendirmiyor.

Prof. Oran bir cümle ile değindiği Çeçenlerin rolü bir yana, bahsini ettiğimiz dönemde Ermenilere yapılan zulmün tek sorumlusu olarak Kürt feodalleri ile şeyhlerini görüyor. Bunu yaparken de tıpkı Akçam gibi her hangi bir ayırım gözetme gereği duymuyor, bütün feodallerle şeyhleri tek sepete koyup suçlama yoluna başvuruyor. Böyle olunca da doğal olarak iki halk arasındaki dostane ilişkiler, sorunun eşitlikçi ve barışçıl tarzda çözüme kavuşabilmesi için harcanan çabalar, pek çok Kürt beyi ya da şeyhinin yeri geldiğinde Ermenilere sağladıkları destek ile onları koruma çabalarının lafı dahi edilmiyor. Acaba bir Ermeni-Kürt federasyonunun oluşması için büyük çaba harcayan ve bu nedenle de Osmanlı yönetimi tarafından 1913’te idam edilen Şeyh Abdüsselam Barzani ve onun gibiler, haraç uğruna mı canlarından oldular?

Kürtlerin de bir halk olarak hak-hukuk mücadelesi verip özgürlük peşinde koşabileceklerini ve koştuklarını aklına bile getirmiyor Hoca. O, Bedirhan Bey liderliğindeki 1847 Kürt ayaklanmasını da yine sıradan bir haraç alma kavgası olarak görüyor. Ona bakarsanız Bedirhan Bey, Emperyalistlerin devreye girmesi üzerine kendisine haraç vermeye yanaşmayan Hıristiyanlara saldırıp onları biçiyor, yine emperyalistlerin zorlaması ile Osmanlı müdahalesi başlayınca da ayaklanıyor ve yeniliyor. Baskın hoca, Bedirhan Bey’in bölgedeki Hıristiyan liderlerle ittifak için harcadığı  çabalar ile Osmanlıya karşı giriştiği ayaklanmanın politik hedeflerinden hiç bahsetmiyor. Oysa olayı yakından incelemiş olan tarihçiler hiç de onun gibi düşünmüyorlar:

„Otoriter ve gözüpek olan Bedirhan Bey, Kürt beyliklerinin bir araya gelerek, ortak düşmanlara karşı savaşmalarının gereğini kavramış ve bu amaçla harekete geçmişti. Dağlık bir bölge olan Cizre’de oturmakta olan Bedirhan Bey, ileri görüşlülüğü ve kararlılığı sayesinde Hakkari Bölgesindeki Kürtlerin reisi olan Nurullah Bey ile diğer aşiretlerin büyük bir kısmını ve Mahmut Han’ı ikna etti.

(…)

1840 yıllarında Bedirhan Bey’in ciddi, disiplinli çalışmaları sonucunda, Kürtlerin egemen oldukları toprakların sınırı Van Gölü, Diyarbakır, Musul ve İran sınırına kadar genişledi. Bu yerler ismen Osmanlı Devletinin olmasına rağmen, gerçekte ise Bedirhan Bey’in egemenliğinde bulunuyordu.

Bedirhan Bey sadece kendi ulusuna değil, buralarda yaşamakta olan Ermeni, Keldani ve diğer azınlıklara da eşit davranıyordu“.

Bu bölgeyi gezen Ditil, şöyle bahsediyordu:

„Bu yörede gerçekten geniş bir asayiş ve emniyet ilke haline gelmiş ve Bedirhan Bey’in ülkesinde çocuk, elindeki altın ile gezmeye başlamıştır. Diğer yörelerde yaşayanlar buralara göç ediyorlar ve insan buradan ayrılmak istemiyor” (Ditil, Seyahat Notları, s. 5-6).

Ditil, bundan sonra Bedirhan Bey’in koyduğu kanunlardan, askeri yönetiminden ve toprak dağıtımından gururlanarak bahsetmektedir…“ (Halfin, 19. Yüzyılda Kürdistan Üzerinde Mücadele, Komal Yay. 1977, s. 62-63’ten aktaran K. Burkay, Kürdistan’ın Sömürgeleştirilmesi Ve Kürt Ulusal Hareketleri, Özgürlük Yolu Yay., 2, Baskı 1986,s. 61-62).

Baskın hoca ya da başkası, elbet Bedirhan Bey’in yaptıklarında yanlış buldukları yanlar varsa dile getirebilirler ama Kürdistan tarihinin böylesine önemli ve kritik bir dönemecini sıradan bir haraç alma olayı düzeyine indirgemek te tarih yazmak değil. Bu olsa olsa sıradan bir karalama çabası olabilir. Kaldı ki Osmanlı arşivlerinde bile olayın politik yönüne vurgu yapılmaktadır. Örneğin, 1847 yılında Padişah’a sunulan Sadrazamlık tezkeresinde olay „Sırf Padişahımız Efendimizin eseri olarak eşkiya elinden kurtarılan ve belki de bu suretle yeniden fethedilen Kürdistan Bölgesinin geleceğine dair..“ diye tanımlanmaktadır. (Belgelerle Türk Tarih Dergisi, sayı 16).

Baskın hoca, aynı makalesinde suçlular listesinde feodallerle şeyhleri başa koyuyor ama bu arada sıradan halkı da paysız bırakmıyor:

„İste bu 1847 tarihi tüm doğu Hristiyanlarının, başta Ermeniler olmak üzere felaketinin başlangıcı oldu. Çünkü zaten 1828-1829 Rus ve 1839 Mısır işgallerini yaşamış olan bölge halkı başsız kalınca ve her yıl haraç yumurtlayan tavuğu kesmeye koyuldu..“

Yazıda göze çarpan diğer bir önemli nokta ise Baskın Oran’ın, sözüm ona Ermenilere yönelik zülüm üzerinde dururken olayı sadece „Doğu“ yani Kürdistan ile sınırlı olarak ele almasıdır. İyi de Ermeniler Osmanlı toprakları üzerinde sadece Kürdistan’da mı yaşıyorlardı, zulüm de sadece orada mı vardı? Adana, Kayseri, Sivas, Yozgat, İstanbul, Suriye, Ürdün ve öteki pek çok yerde Ermeni nüfus yok muydu? Oradaki Ermeniler baskı ve zulüm görmediler mi?

Ayrıca kötü ve yanlış şeyler yapan, zulme başvuranlar sadece Kürtler miydi? Ermenilerin politik ya da pratik eylem planında hiç bir hata ve eksiklikleri yoktu? Onlar hiç mi zulüm yapmadılar? Örneğin, Baskın hoca, Ermeni silahlı gruplarının oluşturulmasını, Ermenileri zulümden koruma amacına bağlıyor. Açıktır ki bir nedeni bu olsa bile, tek neden değil. Ermeni silahlı güçleri, Ermeni politik örgütlerinin izledikleri siyasete uygun olarak kurulan organizasyonlardı ve asıl amaçları Ermeni politik taleplerinin hayata geçirilebilmesi için gerektiğinde savaşmaktı. Zaman ilerledikçe, siviller de dahil Kürtlere karşı düzinelerle saldırıda bulunan ve katliam niteliğinde pek çok eylem gerçekleştirenler onlardan başkası değildi.

Demek oluyor ki Kürt Ermeni ilişkilerinin 1840’lardan 1915’lere uzanan süreçte bozulması bir değil birden çok nedene bağlıdır. Bunu, 1915 soykırımına katılmış Kürtlerin eylemlerine mazeret olsun diye söylemiyoruz. Ama eğer 1915’e giden yolda yaşananları irdelemek istiyorsanız, bütün faktörleri bir bütünlük içerisinde ve birbiriyle bağlantı içerisinde ele almanız ve iki tarafın doğruları gibi yanlışlarını da objektif bir gözle ortaya koymanız gerekir.

1915’te Ermeni halkının başına gelenler, İmparatorluk yönetiminin karar ve uygulamaları doğrultusunda bir ulusun yok edilmesidir. Kürtler jenoside karar veren ve planlayan güç değillerdi. Ama onların bir bölümü değişik nedenlerle jenositçilerle işbirliği yaptılar, onda rol aldılar ve sonuçta işlenen insanlık suçuna ortak oldular. Peki bundan hareketle bütün Kürtleri jenosit suçu işlemekle itham edebilir miyiz? Dar günde Ermeni halkına yardım eli uzatan, onları katledilmekten kurtaran Kürtlerle jenosit suçuna iştirak etmiş olanlar arasında fark gözetmemek adil bir duruş mudur?

Sonuç olarak her iki profesörün söyledikleri de Kürtleri küçük düşürme amacı taşıyan önyargılı değerlendirmelerdir. Onların söz konusu değerlendirmeleri ister istemez bana 1925-38 döneminde var olma mücadelesi veren Kürtlerin çabalarını „Eşkıya hareketleri,“ direnişlerini de „Feodal Kürt gericilerinin Atatürk reformlarına karşı başkaldırısı.“ şeklindeki karalayan, hatta uluslararası platformlara da bu çerçevede bilgi veren sol çevreleri hatırlattı. Yıllar geçti, hayat değişti, insanlar değişti ama Kemalizm’in sol versiyonunun Kürtlerle ilgili önyargılara dayalı karalamaları değişmedi.

Beri taraftan, bizim bu bu tür çabalar karşısında paniğe kapılmamıza gerek yok. Kürt tarafı olarak bizim ideolojik-politik her türü saldırıya karşı en güçlü silahımız gerçekler olmalı. Ne eksiklik ve kusurlarımızı gizlemeye çalışmalı ne de önyargılı fantezi ürünü değerlendirmelerle günah keçisi haline getirilmeye izin vermeliyiz. Bu arada Ermeni dostlarımızdan beklentimiz de bu yönde olmalı. Ermeni entelektüelleri kendi tarihleri ile yüzleşmede maalesef başarılı değiller. Onların 1915’e odaklanmış olmaları doğaldır. Ne var ki bu yeterli değil. Doğru yanlış demeden Kürtleri top ateşine tutanlar, kendi tarihleriyle yüzleşmeyi, zaaf ve eksikliklerini görmeyi başarmalılar.

Şu çok açık; Kürt-Ermeni ilişkileri ile ilgili yapılan ulu-orta değerlendirmeler, Kürtleri karalama kampanyaları sadece Kürtlere zarar vermiyor. Bunlar iki halkın ilişkilerini zehirleme sonucunu doğuracak çabalardır ki sonuçta bu Ermenilerin de lehine değil. Bu nedenle de özellikle de ilk anda kulağa hoş gelen ajitatif söylemlere karşı uyanık olmak ve gerekli hassasiyeti göstermek Kürt aydın ve politik çevreleri kadar Ermeniler için de bir görevdir. Sonuçta yan yana yaşamakta ve de yaşayacak olanlar biziz; yani Ermeniler ile Kürtlerdir. Onların geleceğini böylesine ucuz söylemlerle risk altına sokma çabaları karşısında suskun kalmak gibi bir lüksümüz yok bizim.

Munzur ÇEM-Kovara Bir

Mayıs 2, 2021

munzurcem@gmail.com


İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın