İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir zamanlar Avanos’tan kırmızı halıya

Zeynep BİLGEHAN

Hekim, oyuncu, senarist, yönetmen, yazar… Ercan Kesal, elini attığı işte, her alanda başarılı olan bir isim. Avanos’ta geçen çocukluğunda, babasının gazozhanesinde şişe yıkayarak başlayan serüveni son 10 yıldır dünyanın çeşitli yerlerindeki kırmızı halılarda ödüller toplayarak devam ediyor! Kesal ile geçmişe gittik; hayli heyecanlı, dinamik bir senaryoya sahip hayatını film şeridi izler gibi dinledik…

Bir zamanlar Anadolu’dayız… Sene 1959… Ercan Kesal, Nevşehir’in Avanos ilçesinde dört çocuklu bir ailenin en küçük üyesi olarak dünyaya geliyor… Kesal, “Avanos, tipik bir Orta Anadolu kasabasıydı” diye başlayarak bizi 1960’larda nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor: “Ailemin baba tarafı çiftçi. Anne tarafı kasap. Babam enteresan bir adammış. Annemin anlattığına göre rençberlik günlerinde bile kravat takıp iskarpin giyen biriymiş. Uzun yıllar çiftçilik yaptıktan sonra bir arkadaşıyla ‘gazozculuk’ işine merak salmış.

1960’LI YILLAR: Babası Mevlüt Bey ve ağabeyi Erhan ile…

PERİBACALARINDA PERİ GAZOZU İÇİLİR

İstanbul’da Rum bir gazozcudan formül alıp 1954’te Avanos’ta, peribacalarından ilhamla ‘Peri Gazozları’ adıyla üretime başlamışlar. Biz dört kardeş de gazozhanede çalışırdık… En büyüğümüz İlker Ağabey daha çok şişeleri gazozla doldurup kapağını kapatan makineyi kullanırdı. Mustafa Ağabeyim gazozların dağıtımı için şoförlük yapardı. Bir büyüğüm Erhan’la benim işimse kirli şişe yıkamaktı. O zamanlar şimdiki gibi ‘kullan-at’ sistemi yoktu. İmalathanede bir şişenin düşüp kırılması felaketle eşdeğerdi! O yüzden özenle yıkardık. Günde ortalama 50 kasa yani bin şişe gazoz üretilen bu imalathane zamanla büyüdü. Kapadokya bölgesinde uzun süre devam etti. 1980’lerden sonra birçok yerel gazoz markası gibi uluslararası markaların karşısında hayatiyetini sürdüremedi ve kapandı.”

SENE 1965: Avanos’ta Alaaddin İlkokulu öğrencisi…

‘GUZUM, ŞUNUN ÖNÜNE KİTAP ATIN DA SESİNİ KESİN!’

Ailenin en küçük üyesi Ercan’ın ağabeylerine göre bir avantajı varmış… Kesal, “Ben babamın projesi gibiydim. Kafasındaki tüm hayalleri ve heveslerini benden talep etti” diyor. Hal böyle olunca gazoz imalathanesinden kasabadaki en sevdiği yer olan Avanos Halk Kütüphanesi’ne kaçması da toleranslı karşılanırmış! Kesal devam ediyor: “İlkokuldan itibaren okumaya muazzam bir merakım vardı. Huysuzlandığımda annem oraların ağzıyla ‘Guzum, şunun önüne bir kitap atın da sesini kesin!’ derdi. Mama verir gibi önüme okuyacak bir şey atarlardı; gazete, dergi, yırtık kitap…”

1970’Lİ YILLAR: Açık hava sinemasında gazoz satarken…

‘ANAMIN KOKUSUNU ÖZLEYİP YATILIDAN KAÇTIM’

Okuma merakı, yalnızca aile içindeki mevcudiyetini bulmasına yardımcı olmadı. Dersleri de iyi olduğundan ilkokul ve ortaokulu Avanos’ta okuduktan sonra kendi deyimiyle ‘leyli meccanen okul’ denen yatılı Niğde Lisesi’ni kazandı. Evin tek öğrencisinin başarısı aile içinde memnuniyetle karşılandı, uğurlar edilerek okula yollandı. Fakat kendi hiç memnun değildi! Kesal anlatıyor: “İlk geceden itibaren anamı, onun kokusunu özlüyorum! Anam halı dokurdu. Halıda kullandıkları ‘kınnap’ denen sert bir iplik vardır. Günlerce, anamın kokusu diye valizimin kulpunu bağladığı o kınnapla uyudum! Sonunda minibüse atladığım gibi eve kaçtım! Okula dönmeyeceğim anlaşılınca beni Nevşehir Lisesi’ne nakil ettiler.”

SENE 1984: Keskin Devlet Hastanesi önü…

‘MÜLKİYE’DE KALAMADIK, PEKİ NE OLALIM? DOKTOR!’

Üniversite olarak ‘proje çocuk’ için ‘Mülkiyelilik’i uygun görülüyordu. Ancak bu hayal maalesef yarıda kalacaktı… Kesal devam ediyor: “Vali, büyükelçi, bürokrat olmak istiyordum. Bir de o zamanlar kulağımızda ‘Küçük kardeş bu yıl Siyasal’a gidecek, paltoya para yok ki o da parka giyecek’ diyen Cem Karaca’nın şarkıları vardı. Biz de yeni solcu sosyalist olmaya başlamıştık. Aslında öncesinde Turancıydım. Nihal Atsız, Necip Fazıl okuyordum. 1976’da Mülkiye’ye kaydoldum. Ama 1976-1980 yıllarında ülkede adeta iç savaş koşulları vardı. Halime kederlenen babam, ‘Daha sakin bir şehirde başka okula git’ dedi. Peki, ne okuyalım? Doktor olalım… Sınavlara girdim ve Ege Üniversitesi Diş Hekimliği’ni kazandım. Ama o da bana göre değildi. Çok el becerisine dayalıydı ve yurtlarda Tıbbiyeliler hep daha havalıydı! Tekrar sınava girdim ve Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. O toz duman içinde kazasız belasız 1984’te tıp doktoru olarak mezun oldum.”

SENE 1985: Keskin’in bir köyünde aşı kampanyası…

BİR HEKİM OLARAK TANIK OLDUĞUM HAYATLAR…

Sırada mecburi hizmet vardı… Kesal’a kuradan Ankara’ya 100 kilometre uzaklıktaki Keskin ilçesinin Ceritmüminli Köyü Sağlık Ocağı çıktı. Oradan da Bala ilçesine gönderildi. Buradaki tecrübeleri yıllar sonra ‘Bir Zamanlar Anadolu’da filmine konu olacak, Cannes Film Festivali’nde ödül alacaktı… Peki o zamanlar Anadolu’da başka neler oluyordu? Kesal anlatıyor: “Kasabalar insan ruhunun en iyi sınandığı yerlerdir. Ne köylüye ne kentliye benzerler… Köylü doğanın içinde yaşar. Kentli kalabalık içinde yalnız ve gergindir. Başkasıyla uğraşacak hali yoktur. Kasabadaysa herkes birbirini sürekli takip eder, ne yaptığını bilir. 24 yaşında genç hekim olarak oraya gitmişsiniz… Mevkidaşlarınız Cumhuriyet Savcısı, kaymakam, Ağır Ceza hakimi, noter vs… Kasabanın politik önde gelenlerinin dayatmaları olur. Böylece sizin de kendinizle ve kasabanın kurulu düzeniyle mücadeleniz başlar. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin senaryosuna mesnet oluşturan hikâyenin belki onlarcasını yaşamışımdır… Onlarca otopsi, adli vaka… İnsanın fıtratı, sorunları, umutları çok değişmiyor. Sanki birbirini tekrarlayan süreçler yaşanıyor. Filmi çekmek için 25 yıl sonra yeniden kasabaya gittiğimizde yalnızca iki şeyin değiştiğini gördüm; meyhaneler kapanmış, internet kafeler açılmıştı…”

SENE 1987: Aziz Nesin ile Ankara’da Kızılay Onur İş Merkezi’nde ‘Son Reçete’ dergisi için söyleşi yaparken…

ANADOLU’DAN GÖÇ

Anadolu’daki mecburi hizmet yılları Kesal’a bir çok hikâye, senaryo ve kitaplar kazandırdı. Ancak gönlü İstanbul’daydı. Tayini bir türlü çıkmıyordu. Sonunda sağlık ocağı görevinden istifa etti. Aklında, çocukluğundan beri olan bir başka tutkusu daha vardı; sinema: “Avanos’ta iki sinema vardı. Düzenli giderdim. Özellikle Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filminden çok etkilenmiştim. İstanbul’da bir sene işsiz gezdim. Zaten 1990’da kimsenin film çektiği yoktu. Özel polikliniklerde nöbet tutmaya başladım. Çalıştığım yerler İstanbul’un iç göçle oluşturulmuş küçük Anadolu kasabaları gibiydi; Kağıthane, Çağlayan, Halıcıoğlu, Okmeydanı… 1995’e kadar özel sağlık sektörünün işletmecilerinden biri oldum. Sonra bir yıllığına Paris’e gittim. Param bitince döndüm. 1997’de hekim arkadaşlarımla Özel Okmeydanı Hastanesi’ni kurduk. Bu bölge bildiğim sulardı; muhiti Keskin’den, Bala’dan, Kırıkkale’den tanıyordum. Esasında ben de hekim olarak Anadolu’dan iç göçle gelmiş bir göçmendim… O yüzden kendimi daha rahat hissettim.”

SENE 2009: Üç Maymun film ekibi kırmızı halıda, Cannes Film Festivali’nde…

Soldan sağa: Ahmet Rıfat Şungar, Hatice Aslan, Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Yavuz

Bingöl, Ercan Kesal

3 MAYMUN’LA ZİRVEDE…

İçinde yıllardır taşıdığı sinema merakının kendine yol bulması 2002’de eşi Nazan Kesal’ın kendisini yönetmen Nuri Bilge Ceylan’la tanıştırmasıyla gerçek olmuş. Hayaline 46 yaşında, ‘Üç Maymun’ filmiyle adeta zirvede kavuşmuş! Kesal, “Kamera önüne geçtiğim ‘Üç Maymun’ sırasında aslında ununu elemiş, eleğini asmış hastane sahibi, sevilen bir hekimdim. Biriktirdiğim hikâyeler muhayyilemi ve anlatılarımı zenginleştirmişti. Bu yüzden Nuri Bilge’nin de işine gelen bir ortaktım. O da “Bir sinema heveslisi gelmiş, dur şunun hikâyesini çekeyim…’ diyen biri değildir. İşin mutfağında senaryodan mekan seçimine, oyunculuktan post-prodüksiyona tanıklık ederken sinema okulundan mezun olmuş gibi oldum. Başka mesleğim de olduğundan iyi projeleri seçme lüksüm oldu. Hep iyi yönetmenlerle çalıştım. Sakince, onların setteki otoritelerine halel getirmeyecek şekilde sunabileceğim her katkıyı sundum.”

SENE 2011: Cannes Film Festivali’nde…

NASİPSE ADAYLIK MACERALARI

Ercan Kesal’ın, ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan ‘Nasipse Adayız’ filmi geçen yıl Rotterdam Film Festivali’nde açılışı yaptıktan sonra, önce İstanbul Film Festivali’nde, sonra Adana Altın Koza Film Festivali’nde ve en son 53. SİYAD Ödülleri’nde çok sayıda ödül aldı. Yine bir ilke zirvede başlamak! Bunu söyleyince gülen Kesal, “2015’te yazdığım bir romandı ‘Nasipse Adayız’. Onu senaryolaştırdım. 2001’de, CHP’nin Beyoğlu’nda belediye başkan aday adayı olmaya çalışmıştım. İki, üç yıl uğraştıktan sonra hızlıca kaçtım… O günlerden bana bir roman, bir de çok ödüllü bir film kaldı! Filmde insandaki bitmek bilmeyen iktidar hırsını anlatmaya çalıştım. Bu tuhaf aşağılanmaya neden razı oluyoruz? Adaylık sürecinin sonunda en çok kendime kırılmıştım. Filmde bunu göstermeye çalıştım.”

SENE 2012: Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği ‘Ben O Değilim’ filmi setinden…

‘SANKİ İSTANBUL SENİ BEKLİYOR YENMEK İÇİN!’

Ercan Kesal, son iki yıldır Urla’da yaşıyor. Peki bıraktığı Anadolu bugün nasıl? Şöyle yanıtlıyor: “Türkiye’de 1950’lerde başlayan iç göç bence halen devam ediyor. Ben Keskin’deyken 20 bin olan nüfus 10 bine düşmüş. Anadolu boşalırken büyük kentler etrafında yeni ‘Anadolular’ kuruluyor. Kente karşı hoyratız. Kentlileşmek yerine kentteki köylülüğümüzü sürdürüyoruz. Kent, gelenlerin nezdinde onları yutmaya hazır ağzını açmış bir canavar sanki!… Bu yüzden meşhur ‘Seni yeneceğim İstanbul!’ repliği var galiba. Sanki İstanbul da seni bekliyordu yenmek için! Niye kavga ediyorsun, dünyanın en güzel kentine gelmişsin!”

İYİ HİSSETME ÖNERİLERİ: ‘UZANIP O ÇİLEĞİ YE!’

“Ben kendimden memnun bir adamım. Kendimi acımazsızca eleştiririm ama keyifli adamımdır, uzun muhabbetleri, uzun yemekleri, oğlumla vakit geçirmeyi çok severim. Bunların beni onardığını biliyorum. İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin anlattığı bir masaldaki gibi; yukarıda aslan yiyecek, aşağıda uçurum var düşüp parçalanacağız kaygıyla yaşanmaz. Tutunduğunuz dalın kenarında çilekler varsa… Dünyaya bir kere geldik. Kendimize saygıyı kaybetmeden uzanıp o çileği yiyelim!”

NAZAN’LA TANIŞMAM…

“Nazan’la 1990’lı yıllarda kurucusu olduğum bir psikiyatri merkezinin hafta sonu etkinliğinde tanıştım. Nazan daha sonra 1996 yılında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda göreve başladı ve biz 2005 yılında evleninceye kadar da orada kaldı. Evlilikle birlikte de İstanbul’da yaşamaya devam ettik. Tek oğlumuz Poyraz 2006 doğumludur.”

SENE 2006: Eşi Nazan Hanım ve oğlu Poyraz…


Hürriyet Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.