‘Yiğit Bener
Biden’in 1915’te olanlara ‘soykırım’ demesi, tüm siyasileri (HDP hariç) enikonu öfkelendirdi: Bu niteleme ‘tarihimize leke sürmek’ ve ‘ecdadımızın anısına hakaret etmek’miş. Sahi mi? Neden?
Her yıl 24 Nisan’da Türk basınının ve siyasilerinin en çok üzerinde durdukları konu, ABD Başkanının 24 Nisan 1915’le başlayan Osmanlı Ermenilerin “tehcir” edilmesi sürecini soykırım olarak tanımlayıp tanımlamayacağı olmuştur nedense…
Tuhaf bir merak açıkçası. Konu, Amerikan yerlilerine yapılan soykırımın ABD başkanı tarafından tanınıp tanınmayacağı olsaydı, hadi neyse… Ya da bunca merakla beklenen şey, Türkiye Cumhurbaşkanının o yılki anma konuşmasında hangi sözcüğü seçeceği olsaydı, yine neyse…
Bu bile saçma olmaz mıydı? Hangi sözcüğün kullanıldığı “1915”te yaşananların gerçekliğini değiştirebilir mi? Kelime oyunlarıyla vicdani ve ahlaki sorumluluktan kurtulmak mümkün müdür?
Her şey bir tarafa, 1915’te olanlara soykırım denmesi neden “bizi” bu kadar öfkelendiriyor? Neden bu “bizim” tarihimize leke sürmek olsun ve neden “ecdadımızın” anısına hakaret etmek olsun?
Soykırım denmeseydi bile, bu topraklarda yüzlerce yıldır yaşayan kadim bir halkın, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk çocuk demeden siyasi bir kararla hem de savaşın ortasında tehcir edilmesi bile (başka bir nitelemeye gerek olmaksızın) zaten başlı başına ve yeterince utanç verici bir leke değil midir?
Son günlerde çok çeşitli çevrelerden gelen açıklamalara bakınca insanın sorası geliyor: Bunu “tarihte leke” olarak görmeyenler, “biz de aynı koşullarda yüz binlerce insanı gözümüzü kırpmadan ölüme yollardık, kendi ülkelerinden kovardık” diyebilecek kadar da pişkinler mi?
Bugün geriye dönüp daha geniş bir açıdan bakmayı deneyelim: Gerekçesi ne olursa olsun, böyle bir kararın “haklı” ve “doğru” olduğunu bugün hâlâ savunabilir miyiz gerçekten? Hem de sonuçlarının ne olduğunu bile bile? Ülke nüfusunun beşte birinin ülke topraklarından sürülmesinin “meşru” olduğu nasıl iddia edilebilir? Böyle bir karar, kimler tarafından hangi ülkede hangi tarihte ve hangi gerekçeyle alınmış olursa olsun bugün hâlâ savunulabilir mi? Böyle bir siyasi kararı savunabilenler nasıl bir zihin yapısına ve değer yargılarına sahipler? Asıl bu zihniyeti mi sorgulamalıyız yoksa?
Bugün Türkiye’yi yöneten siyasi ekibin aldığı ve bizim de beğenmediğimiz bir kararı, birileri yarın eleştirse, bu eleştiri tüm ülke tarihine “leke sürmek” ve ecdadımıza “hakaret etmek” mi sayılacaktır? Sayılmayacaksa, o zaman geçmişte ülkeyi yönetmiş olanların aldıkları tehcir kararını bugün eleştirenler neden “ecdadımıza hakaret etmiş” oluyorlar?
Kaldı ki 1915’te “Ben vâliyim, eşkıya değilim” diyerek tehcire karşı çıkan Ankara Vâlisi Mazhar Bey… “Bu cinayetleri işlemeyeceğime göre istifamı kabul buyurun” diyerek talimatlara karşı gelen ve Ermeni yurttaşlarını tehcir etmeyi reddeden Kütahya mutasarrıfı şair Faik Ali Ozansoy… Tehcire karşı çıktığı için öldürülen Lice kaymakamı Hüseyin Nesimi gibi Osmanlı idarecileri… Ve Ermeni komşularını katliamdan korumaya çalışan sıradan yurttaşlarımız… Onlar da “ecdadımız” değil mi?
Neden kendimizi onlarla değil de hükümettekilerle özdeşleştirmeyi seçiyoruz? Neden insancıl davranan ecdadımıza değil de, koskoca imparatorluğu batırdıktan sonra emperyalist Alman dostlarıyla kaçanlara sahip çıkıyoruz?
Sahi, bu ülkenin vatandaşları olan “bizler” kimiz? Ve “ecdadımız” kim? Önce bunu netleştirmek gerekmez mi?
Bu konuyu irdelemek için, 35 kalburüstü edebiyatçının özgün katkılarıyla oluşturulan ve 2015’te Can Yayınları’ndan çıkan İçimizdeki Ermeni (1915-2015) https://canyayinlari.com/kitapdetay/turk-edebiyati/derleme/icimizdeki-ermeni-1915-2015/18551/ adlı ortak kitabımızdaki makalemdeki bazı bölümlere göz atmaya ne dersiniz?
Makalede hiçbir “iddia” yok, sadece bir dizi soru var: Dileyen bunlara dilediği gibi yanıt verebilir…
“BİZ” KİMİZ, “ECDADIMIZ” KİM?
“Osmanlı Ermenilerine 1915’de soykırım yapıldı” dendiğinde neden kendimizi “hakarete uğramış” ya da “suçlanmış” hissediyoruz? Neden hemen “ecdadımıza laf ettirmeyiz!” diye haykırıyoruz?
Sonuçta, Osmanlı Ermenileri de tıpkı Osmanlı Rumları, Yahudileri, Levantenleri, Süryanileri, Keldanileri gibi bu ülkenin vatandaşı değil miydi? Onlar da “ecdadımız” sayılmaz mı? Ecdadımızın bir kısmına “birileri” (her kim olursa) bir kötülük yapmışsa, bunun hesabını hep beraber sormamız gerekmez mi? Yoksa gayrı-Müslümler “bizden” sayılmaz mı?
Oysa bugünkü anayasamızın 66. Maddesinde: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ibaresi yer aldığına göre, Ermeni vatandaşlarımız da “Türk” sayılmıyor mu? Bizim kadar bu ülkenin vatandaşı olan Ermenilerin ne söyleyeceklerini hiç dikkate almadan bu ülkenin tarihini tek taraflı olarak yazmaya hakkımız var mı?
Kaldı ki, eğer ecdada laf etmek kötüyse, “1915” gündeme gelir gelmez adeta refleks olarak “ama Ermeniler de ihanet etmişti ve asıl katliamı onlar yaptı” benzeri cümleler sıraladığımızda, bu sefer Ermeni vatandaşlarımızın ecdadına leke sürmüş olmuyor muyuz?
Sadece Müslümanların mı “ecdadı” var?
“Ecdat” kabul ettiklerimiz, bu topraklarda yaşamış olan onca insandan sadece “Müslüman” dininden olanlar mıdır? Hristiyan oldukları için Gagavuz Türklerini bile “ecdat” kategorisine almamalı mıyız? Yoksa biz vatandaşları arasında dini temelde ayırım yapan bir devlette yaşayan gayrı-medeni bir toplum muyuz?
Gelgelelim, “ecdat” tanımını sırf Müslümanlarla sınırlı tutmak, tarihimizle ilgili her sorunu çözer mi?
Örneğin hem Pir Sultan Abdal’ı hem de onu astıran Hızır Paşa’yı ya da Yavuz Sultan Selim döneminde “tehcir edilen” Alevileri ecdadımız olarak görmeli miyiz, yoksa aralarında tercih mi yapmalıyız? Tercih yapacaksak neye göre yapacağız? Yoksa “biz” üstüne üstlük bir de mezhepçi miyiz?
Acaba “ecdat” tanımını daha da daraltıp salt Sünni Müslümanlarla sınırlı tutsak sorun hallolur mu?
O zaman da hem Sultan II. Beyazıt’ı hem de Cem Sultan’ı, hem Kanuni Sultan Süleyman’ı hem de Şehzade Mustafa’yı ecdadımız saymak sıkıntı yaratmaz mı? Birileri çıkıp: “Sizin ecdadınız iktidar için öz oğlunu ya da kardeşlerini boğdurtacak kadar gözü dönmüş insanlardan oluşuyormuş ve öz kardeşiyle taht kavgası uğruna gâvurlarla işbirliği yapmaktan çekinmiyorlarmış” derse ne yaparız?
Ya Osmanlı Arapları? Sünni Müslüman oldukları halde Birinci Dünya savaşında İngiliz emperyalizmiyle bir olup bizi “arkadan” hançerledikleri öğretilmedi mi bize? Gerçi buna rağmen onlarla sonradan kardeş olduk, ama acaba onları da önceden tehcir etmeyi akıl etseydik, Güney cephesinde zafer kazanarak petrol bölgesini elimize tutmayı başarabilir miydik? Keşke bunu mu yapsaydık!
Acaba sadece hem Müslüman hem de safkan Türk olanları mı “ecdat” olarak görmeliyiz? İyi de, hiçbirinin anası Türk olmayan Osmanlı padişahlarımızı ecdat saymayacak mıyız? Hem, “ecdat” tanımını bu derece daraltırsak, “Müslümanlığa geçmeden önceki Türklerin ecdadımız olamayacağı” gibi saçma bir durumla karşılaşmaz mıyız? Ya kendini bugün Türk olarak tanımlayan ama kökeni örneğin Arnavut, Çerkez, Pomak, Boşnak, Laz, Arap vb. olan insanlarımız? Onlar, atalarını “ecdadımız” olarak kabul ettiremeyecekler mi?
Türkiye bir ırk devleti midir?
Yoksa tüm vatandaşlarımızın “eşit” olduklarını ilan ederken yalan mı söylüyoruz? Bazılarımız bu ülkede diğerlerinden daha eşit, herkesten daha fazla “Türk” mü gerçekten? “Anayasal vatandaşlık” bir aldatmaca mı ve biz aslında düpedüz ırk ayrımı gözeten bir “ırk devleti” miyiz?
Zaten bir de Kürtler yaşamıyor mu bu ülkede? Peki, onların ataları “ecdadımız” sayılmalı mıdır? Örneğin Şeyh Sait ve yandaşları ya da Dersimli Kürtler ecdadımıza dâhil mi? “Dâhil edemeyiz” dersek, bu sefer onları ısrarla ecdadı olarak görenleri, torunlarını ne yapacağız? Onları da “tehcir” edip vatanımızdan atmamız mı gerekecek? Sahi, acaba ecdadımız Kürtleri de tehcir etmiş olsaydı, Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan azat olur muyduk? Hatta bugün de “aralarında hainler ve teröristler var” gerekçesiyle tüm Kürtleri Kuzey Irak’a falan “tehcir” etsek, yerlerine de Ahıska Türklerini yerleştirsek, Kürt meselesi çözülür mü?
“Ecdat sıfatına hak kazanmak için asla devlete başkaldırmamış olmak” mı gerekli acaba? En doğrusu bu mudur? Gelgelelim, böyle bir şart bile bazı sıkıntılar doğurmaz mı? Zulme ve istibdada direnmek kötü bir şey midir?
Zamanında devlete başkaldırmış olan kimi tarihi şahsiyetlere, örneğin Fatsalı ünlü eşkıya Hekimoğlu’na ya da Çakırcalı Mehmet Efe’ye geniş bir hoşgörüyle bakmıyor muyuz? Onları “bizden” sayarken, benzer gerekçelere devlete başkaldıran Muşlu fedai Arabo’yu sırf Ermeni olduğu için “hain” olarak damgalayabilir miyiz? Hekimoğlu’nun aynalı martinini, Çakırcalı’nın da yakacağı konakları dillendiren türküleri hep bir ağızdan söylerken, Arabo için bestelenmiş Zartir Lao (“Uyan Uyan”) marşını elimizin tersiyle itmek adil olur mu? Biz çifte standartçı mıyız?
Kaldı ki, İttihat Terakki’nin yöneticileri de bir dönem devlete ve Sultan Abdülhamit’e başkaldırmamışlar mıydı? Bu yüzden bazıları Fizan’a sürülmedi mi ya da Fransalara falan sığınmadı mı? İlk Jön Türk kongresi bir Fransız senatörün evinde toplanmadı mı? Yoksa İttihat Terakki de mi dış güçlerin ve emperyalizmin maşasıydı?
Acaba “devlete her başkaldıranın değilse de, işi vatan hainliği mertebesine taşıyanların ecdat sıfatına hak kazanamayacağını” söylemek işimizi kolaylaştırabilir mi?
Kim ecdat kim “vatan haini”, kim karar verecek?
Gerçi, tarihimizde en azından bir dönem ya da bir kesim tarafından “vatan haini” olarak damgalanmış o kadar çok şahsiyet var ki, hangisi “ecdat” sayılacak? Örneğin bir dönemin “vatan haini” şair Nazım Hikmet’i çocuklarımız ileride “ecdat” olarak kabul etmeliler mi?
Hadi Nazım Hikmet hem komünist hem de dinsizdi, ama koskoca padişah Sultan Vahdeddin, sırf Cumhuriyeti kuranlar onu “vatan haini” olarak damgaladığı için “ecdat” olmaktan çıkmış sayılabilir mi? Talat Paşa hâlâ “ecdat” ise, yani Ermenileri “tehcir” eden, sonra da savaşı kaybederek koca imparatorluğu batıran kadronun başında yer alan, üstelik mütareke imzalanmadan bir hafta önce emperyalist Alman müttefikleriyle birlikte Berlin’e kaçan dönemin sadrazamı bir “kahramansa”, Vahdeddin’in günahı ne?
Peki, Meclis-i Mebusan üyesiyken İttihatçıları eleştirdiği için sürgün edilen, daha sonra Milli Mücadele’ye katılan ve Lozan anlaşmasının altında imzası olan, ama bu sefer Atatürk’le ters düşünce Fransa’ya kaçan Türkiye Cumhuriyetinin ilk Eğitim bakanı Dr. Rıza Nur “ecdat” mıdır?
Eski başbakan Adnan Menderes ileride “ecdat” sayılabilecek midir ve eğer sayılacaksa, onu “vatan hainliğiyle” suçlayarak astıran dönemin darbeci cumhurbaşkanı Cemal Gürsel de aynı şekilde “ecdat” olarak anılabilecek mi?
Bu ülkede Atatürk’ü bile “hain” olarak gören ve ecdattan saymak istemeyenler yok mu? Hiç kimseyi gönül rahatlığıyla tüm ulusun ecdadı olarak göremeyecek miyiz?
Kaldı ki, güncel siyasi tartışmalarda öteki kesim tarafından “vatan haini” olarak suçlanmayan kimse kalmadığına göre, yani madem bu ülkede herkes bir ötekinin “vatan haini”, o zaman kimin “ecdat” olmaya hak kazandığını kim tayin edecek?
Öte yandan, bir vatanın bu kadar çok “haini” olabilir mi? Bu ülkede herkes öteki için “hainse”, bu kavramın kendisinde bir sorun yok mu? Herkesi birden “tehcir” etsek huzura kavuşur muyuz?
Yoksa en iyisi siyasi tutumlarına bakmaksızın, bu topraklarda yaşamış herkesi ecdattan sayıp işin içinden sıyrılmak mıdır?
Gelgelelim, eğer hem 1913’ün Harbiye Nazırı Nazım Paşa, hem Bab-ı Âli baskınında onu vurarak öldüren İttihatçı darbeci Yakub Cemil ecdadımızsa… Birincisini devirenler arasında yer alan, ikincisini de daha sonra idam ettiren İttihatçı darbeci önder Enver Paşa da ecdadımızsa… O halde, Enver Paşanın da düzenleyicileri arasında yer aldığı “Ermeni tehciri” sırasında öldürülen Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi yazar Krikor Zohrab’a neden ayrımcılık yapalım? Onu neden “ecdadımız” olarak görmeyelim?
Osmanlı Ermenileri de ecdadımız sayılmaz mı?
Başa dönecek olursak, Osmanlı Ermenileri ecdadımız sayılır mı sayılmaz mı?
Örneğin 1913’te koskoca imparatorluğun Hariciye Nazırlığını yapmış olan Gabriel Noradunkyan’ın Ermeni olması, onun “ecdadımız” kategorisine dâhil olmasına engel mi? “Biz” ırkçı mıyız?
Kaldı ki, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını ya da Aynalıkavak kasrını turistlere gezdirip ecdadımızın görkemli tarihiyle övünürken, bunları ve benzeri birçok tarihi eseri, örneği Valide Sultan ve Nusretiye camilerini ya da Selimiye ve Davutpaşa kışlalarını borçlu olduğumuz Balyan ailesinin mimarlarını sırf Ermeni oldukları için ecdattan saymamak tuhaf olmaz mı?
Kültür geleneklerimizle övünerek klasik Türk musikisine meftun olurken ve örneğin “Gamzedeyim Deva Bulmam” şarkısıyla ya da “Nasıl nasıl elden gittin ah” kantosuyla mest olurken, bu ve benzeri eserlerin Osmanlı Ermenisi bestecileri Tatyos Efendiyi (Enserciyan) ya da Serkis Sucuyan’ı ecdattan saymamak olur mu?
Klasik Türk müziğinin birçok eserinin bugünlere kalmasını sağlayan ve adını taşıyan nota sisteminin mucidi, besteci Hamparsum Limonciyan’ı ecdadımız olarak görmeyecek miyiz? Sırf Ermeni olduğu için onu ecdattan saymazsak, hem ona bu nota sistemini sipariş veren sultan III. Selim’in, hem de Beşiktaş Mevlevihane’sinde hocası olan besteci Hammâmizâde İsmail Dede Efendi’nin kemiklerini sızlatmaz mıyız?
“Türkçenin Grameri” eserinin yazarı Reteos Krikoryan’a, Türk Dil Kurumunun ilk genel sekreteri ve Türkçe dilini konu alan onca eserin yazarı Agop (Martayan) Dilaçar’a, Türk dilinin ilk etimolojik sözlüğünü yazan Bedros Keresteciyan’a hiç mi borcumuz yoktur? “Milli ve resmi” dilimizin gelişimine onca hizmet etmiş bu Ermeni vatandaşlarımızın hiçbirini “ecdat” olarak görmeyecek miyiz?
Bu ülkenin tarihinde harcı olan, kültürünü geliştiren, geleneklerinin oluşmasına katkısı olan insanları ecdattan saymazsak kendi tarihimizi inkâr etmiş olmaz mıyız?
Örneğin hem ilk Ermeni operası olan Arsas’ı hem de ilk Türk opereti olan Arif’in Hilesi’ni besteleyen, Klasik Batı müziği tarzında piyano eserlerinin yanı sıra hem Sultan Abdülhamit için bir Hamidiye marşı, hem Patrik Nerses Varjabedyan için bir cenaze marşı, hem de Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’si için marş besteleyen, ayrıca hem Rus Çarı II. Nikolay’ın hem de Sultan Abdülhamid’in taltif ettiği Osmanlı Ermenisi Dikran Çuhacıyan kimin ecdadı sayılmalıdır?
Aynı soruyu hem Ermeni nizamnamesini hem de ilk Osmanlı anayasasını (Kanuni esasi) kaleme alanlardan biri olan Kirkor Odyan için de sormak mümkün değil mi?
Ya onun yeğeni, yani Tolstoy’un çevirmeni, “Yoldaş Paçuni” ve “Abdülhamit ve Sherlock Holmes” gibi benzersiz eserlerin yazarı, sayısız mizah dergisinin yayıncısı ve ülkenin en önde gelen mizah yazarlarından biri olduğu halde 1915’te “tehcir” edilen, mucizevi biçimde Der Zor çölünde sağ kalarak oradan 1922 İstanbul’a dönen ama 1926’da Kahire’de ölen Yervant Odyan?
Devlet geleneğimizin şaka kaldırmadığını biliyoruz, ama “1915” diye bir sorunumuz varsa, bu sorun mizahçı Yervant Odyan’da mıdır yoksa onu tehcir eden karanlık zihniyette midir?
Her şey bir tarafa, “Ermeni tehcirinde” ölen, öldürülen onca çocuğu, kadını, yaşlıyı, siyasetle hiç alakası olmamış olan sıradan masum insanı ne yapacağız? Onlara yapılanın bile hesabını sormayacak mıyız?
Tarihimizde hiç leke yok mu gerçekten?
“1915”in hesabını sormak neden “ecdadımıza” iftira atmak olsun? Sonuçta, hem 1915’i yapanlar hem de kurbanlar bu ülkenin insanları değil midir? Başka ülkelerde kendi vatandaşlarını katledenler için, çocukları öldürenler için kullandığımız sıfatların hiç olmazsa bir kısmını bu insanlarımızı öldürenler ya da ölüme yollayanlar için kullanamayacak mıyız?
“Bizim insanımız katiyen böyle bir şey yapmaz” diyebilir miyiz gerçekten? 6-7 Eylül olaylarında insanları linç edip evlerini ve dükkânlarını yağmalayanlar, Kahramanmaraş katliamında evleri basıp çoluk çocuk demeden düşman bellediklerini öldürenler, Sivas’ta insanları otele kıstırıp diri diri yakanlar uzaydan mı gelmişti? Son otuz yılda Güney-Doğu’da öldürülen Kürt/Türk binlerce sivili de mi uzaylılar öldürdü?
“Müslümanlar böyle şey yapmaz” desek inandırıcı olur mu? “Kerbela da mı gâvur işi?” diye sormazlar mı o zaman? Bir milyon cana mal olan 1980’lerdeki İran/Irak savaşında ölenler de öldürenler de aynı dinin mensubu değil miydi? Bugün komşularımızda ya da Afrika’da yaşanan vahşetin aktörleri hangi din adına hareket ettiklerini iddia ediyorlar?
Hangi dinden ya da milletten olursa olsun, cani cani değil midir?
Zaten insanlık tarihi, her dil, din, ırk ya da milletten insanın diğerlerine karşı işlediği korkunç suçlarla, katliamlarla dolu değil midir? Bir tek “biz” mi sütten çıkmış ak kaşığız? Ecdadımız yüz yıllar boyu onca ülkeyi sevgi sözcükleri ve çiçek dağıtarak mı fethetti? Tarihimize bir de kılıçtan geçirilen o “öteki”lerin gözünden hiç mi bakamayacağız?
Hem, “bizim devletimizi yönetenler tarih boyu hiç suç işlemediler” desek, buna önce kendimiz inanabilecek miyiz? 1936’da “hain” bellediği Kürt vatandaşlarını Dersim’de acımasızca katledenler, 12 Eylül rejimi sırasında 700.000’i aşkın yurttaşına işkence edenler, son otuz-kırk yılda onca faili meçhul cinayetin azmettiricileri ve kendi Kürt köylüsüne dışkı yedirdiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türkiye’yi mahkûm ettirenler başka bir devleti mi yönetiyorlardı?
Bu zihniyete sahip devlet yöneticilerinin “hain” bellediği Ermeni vatandaşlarına -hele savaş koşullarında- neler yapmış olabileceğini hayal etmek çok mu zor?
İnsanlarımıza ve özünde insanlığa karşı işlenen “1915” ve benzeri suçların hesabını soranlar mı “ülkemize leke sürüyorlar”, yoksa bu suçları işleyenler mi?
Ülkemiz bu suçların üstünü örterek, suç işleyenleri savunarak ve daha beteri başlarına gelenden kurbanların kendisini sorumlu tutarak mı dünyada saygın bir yer edinir, yoksa kimin kime yaptığına bakmaksızın tüm suçların hesabını sorarsa mı?
Kaldı ki, 1915’te talimatlara karşı gelerek Ermeni yurttaşlarını “tehcir” etmeyi reddeden Osmanlı idarecileri ve Ermeni komşularını koruyan sıradan Türkler ve Müslümanlar da ecdadımız değil mi? Neden suç işleyenleri savunmak yerine, o dönem insancıl davranan ecdadımızla özdeşleşmeyi seçmiyoruz?
Öldürmek mi suç, katile katil demek mi?
Ama ya “soykırım”? 1915’te yapılanlara soykırım denebilir mi?
Mesele gerçekten bu mu hâlâ?
Toplu kıyımlar arasında hukuki ya da siyasi düzeyde gözetilmeye çalışılan ince ayrımların insanlığın ortak vicdanı açısından bir anlamı var mı? Amerikalı yerlilere yapılanların bugüne kadar hiçbir uluslararası mahkeme, devlet ya da kurum tarafından “soykırım” olarak kabul edilmemiş olması neyi değiştirir? Adı resmen soykırım olarak konmadı diye, koca bir kıtada koca bir ırkı ve koskoca medeniyetleri yok eden canileri tarih affedecek midir?
Hem, eğer dört ayaklı, tüylü, kuyruğu, bıyıkları olan ve “mivay mivay” diyen bir canlıyı tarif ediyorsak, “kediye kedi demek” gerekmez mi?
Devletimizin resmi tarih tezi bile 1915’te yaşananlardan söz ederken, Ermeni vatandaşlarımızın yaşadıkları yerlerden hem de savaşın ortasında ve çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden zorla göç ettirildiklerini, yüz binlercesinin yolda “istemeyerek de olsa” öldüklerini ya da çeteler tarafından öldürüldüklerini kabul etmiyor mu? “Ermeni tehciri” sonucunda, bu ülkenin asli unsurlarından biri olan Ermeni varlığının neredeyse tamamı ülkemizden fiilen silinmedi mi? Yani kendi resmi tezimizde itiraf edilenler bile insanlarımıza ve sonuçta tüm insanlığa karşı işlenmiş yeterince ağır bir suç değil midir?
“1915”e soykırım demezsek, dedirtmezsek, örneğin “mukatele” gibi müphem, mugalatacı ve muvazenesiz adlar takarsak, hatta Yervant Özuzun’un kara ironisiyle buna “düğün bayram” dersek, sorun çözülüyor mu? Yüz yıldır çözülebildi mi?
Kaldı ki, önemli olan “1915”te yaşananlara nasıl bir ad takacağımız mıdır gerçekten?
Adını ne koyarsak koyalım, “1915”te olan bitene ırkçı milliyetçiliğin gözlüklerini çıkararak bakabilirsek, yani Halide Edip’in tabiriyle “bu fena ve çirkin şey”le yüzleşmeyi başarabilirsek, göreceklerimizi yüreğimiz kaldıracak mı?
Asıl soru bu değil midir?
Yorumlar kapatıldı.