Hrant Dink
Hacı İzzet dikildi cami kapısında Hakkı’nın önüne pervasızca. “Oooo hoş geldin Mıkhitar” dedi aniden. Hakkı şaşırdı bir an. Karşısında duran adam eliyle kendisine karşıdaki kiliseyi gösteriyor ve “Senin yerin ora Mıkhitar” diyordu aradan bunca yıl geçtikten sonra. “Iııh” dedi. “Bu beni sınıyor herhalde.”
Zara’nın ileri gelenlerinden birkaçı, o gece, Hacı İzzet’in evinde toplandılar. Kafa kafaya verdiler, uzun uzun konuştular, ince ince düşündüler. Sağa sola çektiler, öne verdiler geri aldılar. Nihayet gördüler ki olacak gibi değil, tehlike büyük, gelecek karanlık. Bir şeyler yapmak gerekiyor. Kalktılar, topluca kaymakama gittiler. Sözü ilkin Hacı İzzet aldı. “Efendim” dedi. “Görüyoruz ki komşularımızı, bütün Ermenileri alıp götürüyorsunuz. Bizim devlet babanın yaptığına bir diyeceğimiz olamaz. Siz bizden daha iyi bilirsiniz ne yapacağınızı. Ama af buyurursanız, bir büyük maruzatımız var ki çok hayati bir durum arz ediyor tüm kasaba için, size onu anlatmaya geldik.”
“Lafı uzatma Hacım söyle bakalım ne söyleyeceksen” dedi kaymakam. “Efendim bizim kasabada evlerimizi onlar yapar, buğdayımızı onlar eler, ekmeğimizi onlar pişirir. Demircisi, marangozu, terzisi ve daha birçok zanaat onlardan sorulur. Eğer onların hepsini alır götürürseniz biz ne yaparız sonrasında. Hiç olmazsa birkaçını bıraksanız.”
Sustu bir an kaymakam. Kalktı oturdu, oturdu kalktı. Elleri cebinde gitti geldi. Çok zor bir durumda kalmıştı. Birden aklına beyaz atı geldi. Atının nalbantı da bir Ermeni değil miydi? Hacı İzzet haklıydı. Sağa baktı sola baktı, ayağa kalktı sokağa baktı. Odadakilerin yüzüne bakmaksızın, “Bakın efendiler” dedi. “Sizin bu söylediklerinizi ne siz söylemiş olun ne de ben duymuş olayım. Gidin nasıl biliyorsanız öyle yapın. Ama dikkat edin yanınıza alıkoyduklarınız belalı kişiler olmasın.”
Terzi Serkis, fırıncı Artin, marangoz Keğam, duvarcı Mıkhitar ve daha başkaları aileleriyle birlikte böyle kurtuldular o büyük göçten. Zara’da kaldılar ve yaşadılar… Ama bakın nasıl.
Önce din değiştirdiler tümü birden. Müslüman oldular, isimlerini değiştirdiler. Sarkis oldu Zeki, Artin oldu Ali, Keğam oldu Kenan, Mıkhitar oldu Hakkı… Arsaları, tarlaları evleri ve neleri varsa her şeylerini kaybettiler. Tapuları silindi bir günde. Zara’nın kilisesi saman deposu oldu aynı gün. Uzun lafın kısası, yaşamı idame ettirebilme ya da şimdiki adıyla sürdürebilme derdi onlara her şeylerini unutturdu çaresiz. Her cuma caminin baş müdavimleri oldular.
Aradan birkaç yıl geçti. Artık her şey bu yeni şekliyle kabullenilir olmuştu Zara’da. Ama o Cuma yaşananlar her şeyi altüst etti aniden.
Sevr Antlaşması imzalandı o sıralar. Avrupalı devletler olanları ve şikayetleri incelemek için müfettişler göndermeye hazırlanıyorlardı Anadolu’nun dört bir yanına. Her yere olduğu gibi Zara’ya da tabi. Aldı mı Zara’nın mülki erkanını bir telaş. Hemen kilise temizlendi samanlardan, eski şekline dönüştürüldü yeniden. Caminin önünde o gün değişik bir telaş ve gariplik göze çarpıyordu. Ama bir türlü mana veremiyordu Hakkı Bey buna. Camiye de o gün biraz erken gelmişti. Çeşme başında abdestini aldı bir güzel. Niyeti namazda önlerde yer kapmaktı. Hacı İzzet dikildi cami kapısında Hakkı’nın önüne pervasızca. “Oooo hoş geldin Mıkhitar” dedi aniden. Hakkı şaşırdı bir an. Karşısında duran adam eliyle kendisine karşıdaki kiliseyi gösteriyor ve “Senin yerin ora Mıkhitar” diyordu aradan bunca yıl geçtikten sonra.
“Iııh” dedi. “Bu beni sınıyor herhalde.” “Estafurullah Hacı emmi. Elhamdüllah Müslümanız hepimiz. Bizim ne işimiz var yahu o kapıda” demesine hacı fırsat vermedi.
“Yok yok Mıkhitar, evli evine köylü köyüne kardaşım. Sende bilirsin bende ki katıksız Hıristiyansın sen, git kilisene. Hem sonra bak yarın da kaymakama uğra sizin tapuları yeniden hazırlamış. Hem sadece sizinkileri de değil, giden akrabalarınızın kini de sizin üstünüze yazmış. Yarın git onları da al ha! Unutmayasın, kaymakam uzun uzun tembihledi.”
Zaralı komşumun babasından aktardığı bu olaylar nereden mi aklıma geldi? Nereden olacak, hani şu Habitat vardı ya, yeni bitti de evli evine, köylü köyüne döndü. İşte ‘insan yaşamının sürdürülebilirliği’ diye bir nakarat ürettiler orada. Hadi bu hikâyeyi okuduktan sonra üç kez peşi sıra hepiniz hızlı hızlı tekrarlayın bakalım.
“İnsan yaşamının sürdürülebilirliği.”
“İnsan yaşamının sürdürülebilirliği.”
“İnsan yaşamının sürdürülebilirliği.”
Ne oldu dilinize öyle kuzum? İnsan ve yaşam kolay söyleniyor lakin şu ‘sürdürülebilirlilik’ lülüleşiyor değil mi?
(Agos, 14 Haziran 1996)
Yorumlar kapatıldı.