İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İki kez sürülmüş bir karakterin romanı

Ferda Balancar

Fırat Güllü’nün ‘Adı Olmayan Adam’ romanı Delidolu Yayınları’ndan çıktı. Zaman zaman Agos’a için kaleme aldığı yazı ve röportajlarıyla da tanıdığımız Fırat Güllü’nün romanı Tudem Edebiyat Ödülü Roman Yarışması’nda ikincilik ödülüne değer görülmüştü. Daha önce ‘Vartovyan Kumpanyası ve Yeni Osmanlılar’ ile ‘System Crisis and Theatre in the Ottoman Empire’ adlı yayınlanmış iki kitabı bulunan Fırat Güllü, ‘Adı Olmayan Adam’da 2015’te yitirdiğimiz oyun yazarı Arman Vartanyan’ın hayatından yola çıkarak edebiyatı tarih ve tiyatroyla buluşturan çok katmanlı bir metin ortaya koyuyor. Fırat Güllü ile romanından yola çıkarak Türkiyeli Ermeni aydınların yaşadıklarından, toplumsal hafıza ve yüzleşmeye uzanan bir söyleşi yaptık.

Öncelikle Arman Vartanyan’dan başlayalım. Vartanyan’ın romanda böylesine ön planda olmasını sadece sizin tiyatro geçmişinizle ilişkilendirmek kitabın bütününü okuyunca biraz haksızlık olur gibi geliyor. Vartanyan’ın bir oyun yazarı olmasının dışında hangi özellikleri onu romanınızın en önemli karakterlerinden birisi haline getirdi?

Romanın hikâyesi Mayıs 2018’de Sevgili Sevan Değirmenciyan ile Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiğimiz bir seminerde başladı. Vartanyan üzerine çalışmaya başladığımızda geride ciltler dolusu Ermenice tiyatro eseri bırakmış bu ilginç adamın tiyatro çevrelerinde, hatta mensup olduğu cemaat içinde bile neredeyse hiç tanınmadığını görmek bize şaşırtıcı gelmişti. İkinci eşinin kaleme aldığı biyografisi olmasa neredeyse hayatı hakkında geride hiçbir şey bırakmamış gizemli bir yazarla karşı karşıyaydık. Gençliğinde yaşadığı trajik bir olayın etkisiyle kendisini evine kapadığı ve kimseyle görüşmediği söylentileri onu saran sis perdesini daha da yoğunlaştırmıştı. Az önce bahsettiğim seminerde ben onun Türkçeye ‘Oyun’ olarak çevrilen eseri üzerine konuşmuştum. Geçmişte Absürd Tiyatro üzerine yaptığım çalışmalardan da yola çıkarak karşılaştığım metnin Türkiye oyun yazarlığı geleneğinde özgün bir anlamı olduğunu düşünüyordum. Metin çok başarılı bir şekilde Türkçeye çevrilmesine rağmen tiyatro çevrelerinde hiçbir şekilde gündeme gelmemesini anlamakta zorlanıyordum. Olguların ulaşılmaz ve bilinemez olduğu durumlarda tarihçi bazen hayal gücünü kullanır. Ben dozajı biraz fazla kaçırdım sanırım. Sonuçta ortaya çıkan eser bir tarih çalışması yerine bir edebiyat eseri oldu. Benim için çok farklı bir deneyimdi. O sırada TUDEM Yayınları bir edebiyat yarışması açtı. Jüri çok saygın isimlerden oluşuyordu ve yarışmaya kimliğimi gizleyerek başvuru yapabilecektim. Benim kim olduğumu bilmeden bu eseri okuyan uzmanların ne düşüneceğini çok merak ettim. Belki bilirsiniz Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı da TRT’nin yarışmasında ödül almıştır. Bu yarışma benim için motive edici oldu. Okuyucuların kitapla ilgili merak duygusunu yok etmek istemediğimden fazla derine inmeyeceğim ama bahsettiğim bilinen ve bilinmeyen Vartanyan ikilemi kitabımı yazarken kurguyu doğrudan belirleyen bir ayrıntıydı. Gizemin ve bilinmezliğin hayal gücü üzerinde müthiş harekete geçirici gücü olduğunu bir çalışmada ilk kez bu denli güçlü hissettiğimi söyleyebilirim.

Fırat Güllü
Fırat Güllü

‘Adı Olmayan Adam’ kitaba da adını veren bir ifade olarak sanki 1915’ten günümüze bu topraklarda yaşayan Ermeni aydınları için belki de daha genel olarak her Ermeni için kullanılabilecek bir ifade gibi geldi bana. Yanılıyor muyum? Kitaba bu adı verirken ne düşündünüz?

Az önce bahsettiğim gibi kamusal alanda var olan, hakkında tanıklıklar bulunan, kimi anılarda adı açıkça anılan bir kişilik olarak Arman Vartanyan’ın aslında doğduğunda ona verilen bir adı vardı elbette. Ama onun üzerine anlatılan, söylenen ve yazılanlar onu gerçekten anlamamıza, tanımamıza yetmiyordu. Araştırmamız sırasında bize aktarılan bu yüzeysel adamın arka planında hiç tanımadığımız, derinlerde bir yerde yaşayan bir başka insan daha olduğunu hissediyor ama ona ulaşmayı beceremiyorduk. Bu anlamda adı olmayan bir adamla karşı karşıya olduğumuzu hissediyorduk. Kamusal alanda Arman adını kullanan ama aslında adını bilmediğimiz bir adam imgesi böyle doğmuş oldu. Ben Vartanyan’ın Türkçe’ye çevrilmiş üç oyununu okudum: ‘Sansar’, ‘Oyun’ ve ‘Onda Dokuz’. Üçü de gerçekten çok özgün ve edebi açıdan güçlü metinlerdi. Bunlardan ilki yazıldığı dönemde Londra’da oynanma şansı bulmuştu. Sonuncusu ise 2000’li yıllarda Ermenistan’da. Ama bildiğim kadarıyla Ermenice olarak yazdığı onlarca oyundan hiçbiri İstanbul’da oynanmadı. Ya da biz bu bilgiye sahip değiliz. Mensubu olduğu toplumun ona farkında olarak ya da olmadan böylesine acımasız bir ambargo koymuş olmasını anlamak zor. Şu konuda haklısınız: Pek çok Ermeni aydın Türkiye’deki egemen kültür mekanizmaları içerisinde yok sayılmaya, kültür hayatının dışına sürgüne zorlanmaya alışıktır. Tüm ulus devletlerin olduğu gibi Türkiye’nin de oluşum macerasında ‘milli’ bir kültür inşa edilirken, ‘azınlık’ kültürler tektipleştirme politikalarının mağduru haline gelir. Bu süreç de beraberinde farklı mücadele ve direniş biçimlerini açığa çıkarır. Tabii Vartanyan’ın durumunda bu yok sayılma, görmezden gelinme tavrı daha katmanlı bir hal almış durumdaydı. Tabiri caizse iki kez sürülmüş bir karakterle karşı karşıyaydık.

         Arman Vartanyan Willaim Saroyan Odulu madalyasi ile

Romanda iç içe geçen bireysel trajedileri okuyoruz. Bu bireysel trajedilerden kimisinin öznesi Ermeni, kiminin ise Türk. Bu bireysel trajedilerin ortak noktası ya da noktaları neler?

Michel Foucault’nun çalışmaları bilgi ve iktidar arasındaki bağı ortaya çıkarma konusunda bizlere güçlü bir kuramsal çerçeve sunar. Bir iktidarın kendini meşru kılma yollarının başında hakikat inşa etme kapasitesi yatar. Bu kapasiteyi harekete geçiremediğinde varlığını tebaasının rızasını alarak sürdürme yeteneğini kaybeder. Ulus devletleşme süreci içinden bakarsak hakikatin inşa edildiği en önemli söylem alanlarının başında ‘milli tarih’ gelir. Devletin oluşturduğu tarih kendisini hakikatin mutlak ve yegâne yorumu olarak ortaya koyar. Zihinden çok duygulara seslenen bu anlayışın tek panzehri eleştirel akıldır. Aslında romanda hikâyeleri aktarılan karakterlerin çoğu bu hakikat inşa etme mekanizmasıyla başları derde girmiş kişilerdir. Bu durumla ya başka hakikatler inşa etmeye çalışarak ya da aslında hiçbir hakikatin gerçekliği açıklamaya yetmeyeceğini kabullenerek (ki bu da aslında bir tür hakikat inşa etme girişimidir) baş etmeye çalışırlar. Vartanyan’ın bu süreçte nasıl bir konum aldığına dair görüşümü edebi araçlarla ortaya koymaya çalıştım kitabımda.

Romanda otobiyografik unsurlar da söz konusu mu? Sizin başınızdan geçen ya da tanık olduğunuz öykülere de romanda yer verdiniz mi?

Bu kitabı yazarken zaman zaman keskin virajların birbirini kovaladığı zorlu bir yolda ilerlediğim hissine kapıldım. Kuramsal metinlerle uğraşırken bu duyguya çok fazla kapıldığımı söyleyemem. İşin heyecan veren ve bolca adrenalin salgılamama neden olan boyutu buydu sanırım. Üstelik bu yoldan daha önce hiç geçmemiş olduğumdan bu duygulara zaman zaman korku da eşlik etti. O zaman yazma ediminden çok okuma edimine odaklanarak sürdürdüm mücadelemi. En çok yararlandığım yazarlardan birisi Paul Auster oldu ilginç bir şekilde. Yazı yazmaya başladığınızda favori yazarlarınızda da bir değişiklik olduğunu hissediyorsunuz. Auster’den öğrendiğim en önemli şey bir romanda gerçeklik parçaları yaratmak için yazarın kendi yaşamından nasıl yararlanması gerektiğiydi. Onun yöntemlerinden kitabımda bolca yararlandığımı söyleyebilirim. Bu noktada hem bir örnek vermek, hem de bir ismi anmak isterim: Kitapta önemli bir yere sahip olan Venedik sahneleri büyük oranda 2013 yılında sevgili dostum Yervant Baret Manok’la birlikte geçirdiğimiz bir yazdan kalma anılarım etrafında şekillenmişti. Biliyorsunuz onu ne yazık ki geçtiğimiz yıl kaybettik. Kitabımla ilgili gelişmeleri yakından izliyor ve bitirme konusunda beni yüreklendiriyordu. Ancak son halini görmesi maalesef mümkün olmadı. Oysa romanı okuduğunda ne düşüneceğini merak ettiğim kişilerin başında geliyordu Baret.

Edebiyatın Türkiye’de yüzleşme konusunda nasıl bir işlevi olabilir sizce? Özellikle Ermenilerin sadece 1915’te değil 1915’ten günümüze Türkiye’de yaşadıkları ya da yaşamak zorunda kaldıklarıyla diyelim Türkiye toplumunun yüzleşmesi konusunda edebiyatın nasıl bir işlevi olabilir? Eğer bu yönde bir işlevi varsa Türkiye’de mevcut durum nasıl? Aynı soruyu tiyatro, sinema gibi farklı sanat dalları için sorsam cevabınız ne olur?

2000’li yılların başında bu konu bir tabu sayılıyordu biliyorsunuz. Ancak sonrasında, Avrupa Birliği’ne katılma süreçlerinin getirdiği görece demokratik ortamda konu biraz daha rahat tartışılmaya başlandı. 2005 yılında Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri “ başlıklı konferans önemli dönüm noktası olmuştu. 2007 yılında Hrant Dink’in katli toplumdaki çok farklı kesimlerin vicdanını yaraladı ve ciddi bir reaksiyona yol açtı. Bu anlamda 1915 olayları üzerine geniş bir kamuoyu ilgisi oluştu. 2010’lu yılların ilk yarısında ve özellikle 2015 yaklaşırken entelektüel üretimlerde de gözle görülür bir artış yaşandı. Bu konu gerek akademik yayınlar gerekse daha popüler eserlerle bir hayli gündeme geldi. Tabiri caizse ‘normalleşme’ rüzgârlarının esmeye başladığı yıllardı. Türkiyeli Ermeniler ve Ermeni kültürüne merak duyan kişiler bu sayede Yerevan’ı keşfettiler. Ermenistan ile ilişkilerde gözle görülür bir hareketlilik yaşanmaya başlandı. Hrant Dink Vakfı’nın iki ülke arasındaki insani ilişkileri geliştirme yolundaki çabaları belli bir karşılık buldu. Bu çabaların toplumun geniş kesimlerinde ciddi bir algı dönüşümü yarattığını söyleyebiliriz. Bu dönüşümün bir benzerini pandemi öncesinde iki kez bulunduğum Yerevan’da da bizzat gözlemleme fırsatı bulmuştum. Ancak son Ermenistan-Azerbaycan savaşı da gösterdi ki bu konuda alınması gereken yol hâlâ çok fazla. Dolayısıyla sergilenecek her türlü çabanın büyük değeri olduğunu düşünüyorum.


Agos

Yorumlar kapatıldı.