ABD’nin Karadeniz’e göndereceği savaş gemilerinin adı Yavuz ve Midilli olarak yolda değiştirilirse şaşırır mıyız?
Acayip zamanlar içinde yaşadığımızın sanırım epeydir çoğumuz farkındadır. Bunu anlamak için sadece çabukça değişen, mevsim normali diye adlandırılan alışkanlıkların konforuna bile sığınma imkanı tanımayan, hızla geçip giden günlere bakmamız yeter.
Dünyadaki politik süreçler de fazlasıyla böyle. Bir çok gücün aynı anda, farklı yön ve mahiyette yaptığı hamlelerin burgacındayız. Bu yüzden olanlar gerçekte kaza ya da tesadüfe neredeyse aralık bırakmayacak bir hengamenin yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Türkiye’deki hakim rejim de bu burgacın ortasında ve giderek edilgenleşen, postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının kaybedeni olmaya aday bir görünüm sergiliyor. Savaşın ana aktörleri ABD, Çin ve Rusya karşında elinde yeterince kozu yok. Emperyal güç olma iddialarından henüz vazgeçmese de yapısal ve tarihsel zayıflıkları nedeniyle şu ya da bu gücün kalıcı denetimine girmeye açık bir seyir izliyor. Fakat bu yakın bir zamanda sonuçlanmayabilir.
ABD’nin TC’ye dönük politikaları
ABD geçtiğimiz hafta Trump döneminde karar bağlanan S-400’le ilgili TC’nin Savunma Sanayii Başkanlığı’na getirilen sınırlı yaptırımları yürürlüğe koydu. Amerikan yönetimi S-400’le ilgili beklentilerini ve yeni yaptırım tehditlerini sürdürüyor. Bunu elbette TC ekonomisinin açmazlarının farkında olarak yapıyorlar. Halkbank davası ise Pazartesi günü New York’ta yeniden başlıyor. Gelecek hafta Halkbank’ın “Bağımsız Yabancı Devlet Dokunulmazlığı Yasası” kapsamında yargılanamayacağı itirazıyla ilgili tarafların görüşleri dinlenecek. Bu itirazın kabul görmesi beklenmiyor. Bunun nedeninin sadece hukuki olduğunu sanmam aynı zamanda politik olarak Amerikan yönetiminin bunca zaman etkili bir şantaj aracı olarak kullandığı bir enstrümanı kolay kolay terk etmesinin beklenemeyeceği de düşünülmeli. Rejim aleyhine dallanıp budaklanma olasılığı yüksek olan dava sürecinin her ne olursa olsun kısa zamanda sonuçlanması ise beklenmiyor. Bu aynı zamanda dolaylı olarak yürütülen “teslimiyet pazarlıkları”yla kuşkusuz paralel bir seyir izleyecektir.
Ayrıca Ermeni Soykırımı’nın bu kez 24 Nisan’da Biden tarafından geçiştirilmeyeceğine dönük Amerikan ve Ermeni politik çevrelerinde ciddi bir beklenti var. Bu durum sadece TC için değil Biden yönetimi için de önemli bir sınav olacak. Soykırım başlığında o gün söylemek için hangi kavramın tercih edileceği Biden hükümetinin “insan hakları” söyleminin parolasının “işine geldiği yerde işine geldiği kadar”mı (tıpkı Obama döneminde de olduğu gibi) olup olmadığının da göstergelerinden biri olacak.
ABD bütün bunlara karşılık çeşitli alanlarda TC’den etkili bir iş birliği beklentisinde. Saha olarak şimdi özellikle Suriye, Irak ve Ukrayna ön plana çıkıyor. AB yönetimini de işin içine sokarak kısmen bu durum Libya ve Doğu Akdeniz’de atılan geri adımlar ve özel olarak İdlib’te sağlandı gibi. Gibi diyorum çünkü gerçekte rejim girdiği risk hesaplarının içinden hiç bir biçimde çıkamıyor. Önemli ölçüde içeride iktidarını korumaya odaklanmışken adeta her farklı hamlede oradan oraya savruluyor. ABD’nin Karadeniz’e göndereceği savaş gemilerinin adı Yavuz ve Midilli olarak yolda değiştirilirse şaşırır mıyız? Tabii yine de tarih tekerrürden ibaret değil bu “boğazın hasta ve psikopat adamı” için bile öyle.
Kusura bakmasınlar rejimi yenilmekten kurtarmaya, kiraladıkları reklamcıların, lobicilerin goygoyu az gelmiş gibi, “tarihin sonu” yalanını yumurtlayan Fukuyama ya da şunun bunun SİHA güzellemeleri, Katar’ın para için çalınan kapıları, İngiltere’nin siyasi, askeri desteği yetmez. Ayrıca onlar da “iyilikler”inin karşılığını isterler.
Putin’in fırçası
Son dönem Ukrayna-Donbas’taki savaş tehditlerine paralel olarak Suriye’de Rusya ve TC arasındaki gerilim de arttı. Karşılıklı patlama ve saldırı haberleri iki güç arasında tansiyonun yükseldiğini gösteriyor. Aynı dönem Montrö Anlaşması’nın ABD’ye dönük pazarlıklarda bir ikram olarak değiştirilebileceğinin telaffuz edilmesi Donbas’ta olası bir savaştan özellikle ekonomik ve siyasal olarak da olumsuz bir biçimde etkilenmesi muhtemel olan Rus yönetimini gerdi. Erdoğan’ın sonradan geri adım atan açıklamaları tatmin etmemiş olsa gerek Cuma günü Putin bizzat arayarak (yapılan açıklamalara bakacak olursak) adeta TC’yi fırçaladı. Ön plana çıkan konu elbette Montrö ile ilgili yaratılan gel gitli hal ve Ukrayna konusu oldu. Muhtemelen TC’nin Rusya ile varolan kırılgan bağımlılık ilişkilerindeki zayıflıklarına işaret edilerek, özetle başına gelebilecekleri hesap ederek aklını başına toplanması istendi. Tabii ortada bir hesap hatası falan yok, kronikleşmiş bir hesap edememe, adeta kafasını oradan oraya vurma hali var.
Putin’in Türkiye’ye vadettiği 5-6 milyon Rus turist meselesi ise görüşmede ima edilmiş midir bilemeyiz fakat seyahat kısıtlamaları ilgili karar Rusya yönetimince haftaya bırakılıverdi.
İki ülke arasındaki gerilim Güney Kafkasya’da da sürüyor. Putin geçen hafta Paşinyan’la yüz yüze Moskova’da görüşerek adeta Paşinyan’ın kendisine bağlılığını garanti altına aldı. Paşinyan’ın Rusya’dan Ermenistan’da yeni bir nükleer santral kurmasını istemesi ise ayrı bir dikkat çekicilikteydi. Mevcut nükleer Metzamor santralinin hali hazırda oluşturduğu ve yenisinin de doğa ve insanlar için yaratacağı tehditler bir yana, Paşinyan’ın nükleer santral yatırımlarının Rusya’nın jeo-politik hamlelerinin önemli bir öğesi olduğunun farkında olmaması düşünülemez sanıyorum.
Rusya, Dağlık Karabağ bölgesinde Rusça’nın ikinci resmi dil olarak kabul edilmesinin paralelinde bölgeye giriş çıkışları sınırlayarak coğrafyayı kendi toprağı gibi görmeye başladı. Putin geçen hafta Aliev’le de telefonda bir görüşme gerçekleştirdi. Dağlık Karabağ’la ilgili anlaşma çerçevesindeki Paşinyan’la görüşmenin devamı olarak 2. Dağlık Karabağ Savaşı sonrası varılan anlaşmanın adımları üzerine görüşüldüğü açıklandı. Türkiye ise geçen hafta Azerbaycan’da Aliev yönetimiyle yeni bir askeri tatbikat başlatarak bu bölgedeki emperyal arayışlarını sürdürüyor.
Tehdit etme sırası Çin’de
Çin emperyalizmi, korona süreciyle birlikte postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşında daha da iddialı olmaya başladı. Biden yönetiminin Çin’i açıktan birincil düşman olarak tanımlayan tutumu sonrası Çin’in dili de değişti. İran’la yapılan kapsamlı anlaşmayla bu ülkeyi bağımlılaştırma sürecine sokarken Türkiye’ye de ilgisini kendi stratejisi gereği eksik etmiyor kuşkusuz. Ülkedeki yatırımları bir yana korona aşısı vadi bile rejimin bir çok konuda elinin ayağının birbirine dolaşmasına yol açıyor.
Örneğin ABD ve İngiltere’nin beklentilerinin aksine Uygur meselinde sergilenen kör-sağır pozisyon bunun bir örneği fakat bazen tavırsız kalınamayan durumlar da oluyor. Çin Büyükelçiliği’nin Mansur Yavaş ve Meral Akşener’in Uygurlarla ilgili bir paylaşımına yanıt olarak onları etiketleyip “Çin tarafı, herhangi bir kişi veya gücün, Çin’in egemenliğine ve toprak bütünlüğüne herhangi bir şekilde meydan okumasına kararlılıkla karşı çıkmakta ve bunu şiddetle kınamaktadır. Çin tarafı, haklı karşılık verme hakkını saklı tutmaktadır.” sözleri bunun örneği oldu. Sonrası Çin’in Ankara Büyükelçisi Liu Shaobin Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Shaobin’e, Büyükelçiliğin Twitter hesabından yapılan paylaşımlardaki ifadeler konusunda duyulan rahatsızlığın dile getirildiği açıklandı ama bana sorarsanız gerçekte “Aman efendim siz bir şey yapmayın, ne gerekiyorsa onlara biz yaparız.” demiş olmaları çok daha büyük olasılık. Zira yüzyılın projesi diye sunulan (gerçekte ise yüzyılın rezilliği diye adlandırılması gereken) Kanal İstanbul ihalesini Çin şirketlerinden başkasına verme şansınız yoksa onların karşısında konuşma hakkınız da onlar müsaade ettiği kadar olur.
Bitirmeden kısaca dünyada olan bitenlere ilişkin yapılan bir yanlış değerlendirme biçimine işaret etmek istiyorum. Çoğu zaman alışkanlık icabı ne olup bittiğine bakmak yerine tarihsel eğriler diye nitelenebilecek yaklaşımlara sığınma tembelliğini gösteriyoruz. Olanı görmüyoruz. Mesela küresel iklim krizi dünün problemi değildi ama bugün var. Çin’in yeni pozisyonu da öyle. Tarihsel eğrilere sığınma bir tür muhafazakarlık olduğu gibi aynı zamanda politikaya, değiştirme etkinliğine de şans tanımayan bir yaklaşım yani ihtiyacımızın tersinde kürek çekmek gibi bir şey…
Yorumlar kapatıldı.