İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hrant kararında milli mutabakat neden bozuldu!

Tam da “işte yüce yargı!” diyecekken, kararla gördük ki Hrant’ın katlinin asıl davasında yargı yine araçsallaştırıldı. Zamanında oluşmuş zinde milli mutabakat titiz bir ayrımla bozuldu; sanıkların suçtaki sorumlulukları değil, sanıklardaki FETÖ mensubiyetleri esas alınarak suçta açık sorumluğu bulunan İstanbul Emniyeti ve İstihbaratı aklandı.

Ergin Cinmen

19 Ocak 2007’de Hrant öldürüldüğünde bu cinayetin tipi açıklandı; milli mutabakat cinayeti!

Bu cümleyi ilk söyleyen kimdi şimdi hatırlamıyorum ama yaşanan/yaşatılan tam da buydu.

Bu sitenin okurları o günleri iyi hatırlar. Hrant bu ülkenin vicdanı olarak hem namlunun ucunda hem de gönüllerdeydi.

Bir ülkede ikinci sınıf vatandaş olmanın ne demek oluğunun resmini çizmiş, aynayı herkesin yüzüne tutmuştu.

Hiçbir demokratik ülkede yazıldığı, söylendiği zaman suç olmayan şeyler; bugün olduğu gibi o günlerde de suçtu.

Ama “suçlu var, suçlu var” eğer bu suçlu bir Ermeniyse durum değişir, mesele katmerlenir. Sinir uçları zaten hep açıkta olan bu toplumun bir kısım bireyleri hormonlanmış milliyetçilik duygularıyla saldırmaya başlar.

Hrant’ta da öyle oldu. Bir yazı yazdı. Yargılandı. Mahkûm edildi. Yazının konusu bu toplumda yaşayan Müslüman/Türk olmayan insanlarla; Müslüman/Türk olan insanların huzur içinde nasıl bir arada yaşayabilecekleriydi.

Oysa o sıradaki milli mutabakata göre böyle bir sorun bulunmuyordu. Böyle bir sorunun varlığını iddia edenler bu ülkeye karşı ihanet içindeydiler!

Yani Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Ermeni “Ben buradayım” diyordu.

Televizyondaki bir konuşması hiç aklımdan çıkmaz. Hatırladığım kadarıyla şunları söylüyordu:

“Ben küçüklüğümden beri cinayet masasında çalışan bir polis olmak isterdim. En girift cinayetleri çözebileceğime inanırdım. Ama sonra öğrendim ki bana bu ülkede hiçbir kamu görevi verilemez. Polis olamayacağım gibi tapu memuru da olamam, avukat olabilirim ama yargıç olamam. Milletvekili olabilirim ama Meclisin kapısını koruyan güvenlik görevlisi olamam. Çünkü ben bir Ermeniyim! Potansiyel olarak güvenilmezim ve her an vatana ihanet edebilirim!”

Türk İslam sentezciler, kendilerine ulusalcı diyen çevreler; hiçbir konuda anlaşamasa da Hrant konusunda tam bir mutabakata girdiler.

Bu Ermeni susturulmalı!

Zamanın MİT’i, Genelkurmay’ı da aynı düşüncedeydi; susmalı.

Susmazsa susturulmalı!

“Tam susturulmasına” adım adım yaklaşılırken neler olduğunu, öldürülmesinden dokuz gün önce Agos’ta yayımlanan “Bir güvercin tedirginliğini yaşıyorum” başlıklı yazısında anlatmıştı. Bir bölümü şöyleydi:


“Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.

Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…

O noktada hep çaresiz kaldım.

“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.

“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?

Ermenistan’a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.

Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.

Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.

Kalacaktık ve direnecektik.

Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.

Ürkek ve özgür.

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.

Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.

Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.

Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce…


Ama dokundular işte; sevgili eşi Rakel’in dediği gibi; herkes gibi zamanında bebek olan katiller bir olup bir kurşunla güvercini düşürdüler.

Tetikçi Ogün Samast, onu yolcu eden 250 bin insanı görünce “bu kadar sevildiğini bilseydim vurmazdım” demişti.

Duruşmadaki haline baktığınızda hukuken cezai ehliyeti haiz ama akıl zayıfı da olan bir insan izlenimi veriyordu. Gerçekten de Rakel’in dediği gibi zamanında o da bir bebekti! Öyle mi yapıyordu yoksa gerçekten de öyle miydi bilmiyordum ama cinayeti aklına sokan Yasin Hayal’e de baktığınızda insanın içini acıtan başka bir husus da ortaya çıkıyordu; katillerle, o katillerin yaptıklarının inanılmaz oransızlığı… Bu da iç acıtan başka bir durumdu.

Cinayetten sonra cebindeki kıt parayla ancak alabildiği otobüs biletiyle memleketi olan Trabzon’a, cinayeti işlerken kafasındaki beyaz beresiyle ve cinayette kullandığı silahla yakalandığında; dünyada yaşanan en tuhaf cinayetle karşı karşıya olduğumuzu anlamıştım.

Hele de onu yakalayan polis memurları ile birlikte, arkalarında Türk bayrağı olmak üzere çekilmiş kahkahalı fotoğraf hiçbir zaman gözümün önünden gitmedi.

Önce tetikçi Ogün Samast, Yasin Hayal ve arkadaşları yargılandı, her şey apaçık olduğundan Hrant’ı öldürmekten değişik derecelerde cezalar aldılar. Halen yatmaktalar. Ama asıl önemli olan, nasıl oldu da bu akıl zayıfları bu cinayeti işleyebildiler?

Dosya açıldığında cinayetin gerçek faillerinin aslında onlar olmadığı, gerçek faillerin “milli mutabakatın” cinayetteki temsilcileri olduğu anlaşıldı.

Zamanında birçok konuda anlaşamayan Türkiye’nin Türk/İslam sentezcileri ve kendilerini ulusalcı diye adlandıran dinamiklerin, her türlü ihtiyatı elden bırakarak kurumsal bir ciddilikle ve “nasıl olsa bize bir şey olmaz” diye her şeyi de belgelere dökerek katillerin önünü açtıkları anlaşılmıştı.

Bu çevrelerin bir bölümü bir yandan sokak faşizminin iklimini yaratırken diğerleri emniyet ve yargı bürokrasisinin örgütlemesiyle suçu adeta işlettirdiler. Cinayetten sonra bir Trabzonspor maçındaki beyaz bereli taraftarların gururla yaptıkları tezahüratı hiç unutmamak gerekir.

Dosyadan çıkan, Trabzon Valiliği İl Emniyet Müdürlüğünün 17.02.2006 tarihli; yani cinayetin işlenmesinden 11 ay 3 gün önce İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda şu cümleler vardı:

“…YİE’den (yardımcı istihbarat elemanı) alınan bilgilerden ‘Bahse konu şahsın çevresinde bulunan arkadaşlarına Ermenilere karşı büyük kin beslediğini ve önümüzdeki günlerde İstanbul ilinde ses getirecek bir eylem planladığını, hedef olarak da Türkleri ve Türkiye’yi karalayıcı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant DİNK (İDP 3248124) isimli şahsı seçtiğini, maddi imkan sağlandığı takdirde bahse konu eylemi gerçekleştirmek için İstanbul İline gedeceğini ve Sarıgazi ilçesinde bir fırında çalıştığı bilinen abisi Osman HAYAL’in yanında kalacağını’ söylediği öğrenilmiştir. Ayrıca bahse konu şahsın Mc Donald’s isimli işyerine yapmış olduğu bir eylem öncesinde de benzer söylemlerde bulunduğu göz önüne alınarak şahsın söz konusu eylemi yapabilecek bir yapıya sahip olduğu göz önüne alınarak şahsın söz konusu eylemi yapabilecek bir yapıya sahip olduğu değerlendirilmekte olup 0538 719 31 81 numaralı telefonu kullanan şahsa yönelik çalışmalarımız devam etmektedir.”

Bu arada aynı istihbaratı Trabzon Jandarma teşkilatı da bu kez başka bir kanaldan edinmiş, zapta geçirmiş ve sumenin altına koymuştur. Üstelik Jandarma, Trabzon Emniyeti gibi de yapmamış, hiç kimseyi ve hiçbir kurumu durumdan haberdar etmemiştir.

Yani cinayetten tam 11 ay 3 gün önce, gerek Trabzon Emniyet ve Jandarma teşkilatı ve gerekse İstanbul Emniyeti ve İstihbarat teşkilatı Hrant Dink’in Yasin Hayal ve Ogün Samast tarafından öldürüleceğini istihbar etmiş, buna rağmen herhangi bir önlem alınmadığı gibi bu istihbarat Hrant Dink’le de paylaşılmamıştır.

Üstüne üstlük Ogün Samast’ı takip eden Trabzon Emniyeti cinayetten bir gün önce kendisinin İstanbul’a gitmek üzere otobüse de bindiğini gözlemiş, bunun zaptını da tutmuştur.

Yani Ogün Samast Trabzon Emniyeti tarafından İstanbul’a Hrant Dink’i öldürmek üzere adeta yolcu edilmiştir.

Zabıtlara bağlanan bütün bunlar ve fazlası geçen günlerde karara bağlanan kamu görevlilerinin yargılandığı davadan önce açılan Yasin Hayal, Ogün Samast ve arkadaşlarının yargılandıkları dosyada açıkça görülüyordu.

Yani Yasin Hayal ve Ogün Samast ve arkadaşlarıyla kamu görevlileri aynı dosyada yargılanmalıydı ama o zamanlar henüz Fethullah Gülen Hocaefendi, FETÖ olmamıştı; dolayısıyla Türkiye’de Hrant Dink’in karşısında oluşmuş milli mutabakat tüm azametiyle ortada idi.

Zamanında onca uğraşımıza rağmen yukarıda çerçevesini açıkladığımız delillerle bağlantılı olarak İstanbul Emniyetinin ve İstihbaratının, Trabzon Emniyetinin ve istihbaratının, Trabzon Jandarma İstihbaratının başında bulunanlar hakkında bırakın dava açmayı soruşturma bile başlatılmadı. Hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına rağmen…

AİHM, cinayette kamu görevlilerinin açık sorumluluklarını belirlemesine rağmen devletin ilgili birimleri yalnızca hükmolunan tazminatı ödedi ve yargı işin yine üç maymunu oynadı.

Ne zaman ki, ”Fethullah Gülen Hocaefendi“ FETÖ oldu ve akabinde 15 Temmuz kalkışmasıyla FETÖ’cülerin yargı ve emniyetin neredeyse tümüne yakınını oluşturduğu gerçekliği ortaya çıktı; işte o zaman soruşturma aldı başını yürüdü ve zamanın milli mutabakatını oluşturan kadronun hepsi olmasa da çoğuna dava açıldı. İşte geçenlerde karara bağlanan dava o davadır.

Tam da “işte yüce yargı!” diyecekken, kararla gördük ki Hrant’ın katlinin asıl davasında yargı yine araçsallaştırıldı. Zamanında oluşmuş zinde milli mutabakat titiz bir ayrımla bozuldu; sanıkların suçtaki sorumlulukları değil, sanıklardaki FETÖ mensubiyetleri esas alınarak suçta açık sorumluğu bulunan İstanbul Emniyeti ve İstihbaratı aklandı.

Şimdi dosya Yargıtay’a gidecek. Bakalım ne olacak?

Benden söylemesi, bilsinler ki Güvercin onları izliyor ve hep de izleyecek.


Serbestiyet

Yorumlar kapatıldı.