Mustafa Orman, Independent Türkçe için “Erivan Radyosu’nun son dinleyicileri” ile konuştu
Burası pamuk şehri, kaysı şehri, Serhat’ın yeşilidir. Ne desem eksik kalır. Saysam saysam yine eksik kalır. En iyisi saymamak.
Sürmeli Çukuru derlermiş, bataklığa adı çıkmış ilkin. Sonra da ova olmuş böyle böyle. Ne uzaklığı ne de yakınlığı bir anlam ifade eder. Öylece dip dibedir her şeyiyle.
Etrafını sıra dağlar sarar, sıra dağlardan kurtulunca Aras Nehri çizer diğer yanını. Bir bakıma yeşil, bir bakıma çoraktır.
Bir de yaz geldi mi, renk cümbüşüne bürünür. Kavun, karpuz, mısır, domates tarlalarından; elma, şeftali, kaysı bağlarından geçilmez.
Olur da yolunuz buraya düşerse bir gün, Iğdır Ovası’ndan Ağrı Dağı’nı durup saatlerce izleyin. Sonra bir süre etrafınızda dönün, sıra dağlar alçalınca önünüze bir düzlük düşer, o düzlükten sonra Ermenistan’dan karlı dağlar gözlerinize ilişir.
Tam bu sırada Dilucu Sınır Kapısı yolundan sapıp başka yola giriyoruz. Ova boyunca yola eşlik eden kavak ve söğüt ağaçları, yerini çıplak bir sarılığa bırakıyor; ne çalı ne çırpıdır o sarılıklar, taşların arasında titreyen otlar işte.
Ama birdenbire önünüze ağaçlar, başka yolda, başka bir tarlanın içinde çıkmıyor mu, o çıplaklık da unutuluyor.
Fakat bahar ve yaz aylarında her yer olabildiğince yemyeşildir. Arkamı dönüyorum. Bulutlar döşek döşek dağların üstünde. Griliğin sefası sarmış ovayı, dağları.
Tek tük uçan kuşlardan gayrı, gökyüzü griden karaya çalıyor bazı bazı. Arada güneş de yüzünü göstermiyor değil, o ihtişamlı dağların arasında.
İki dağın konuşması derler, iki dağın birbirine yaslanması. Küçük Ağrı Dağı ile Büyük Ağrı Dağı’nın öyle bir yaslanışı var.
Bulutlar kaplamasa iki dağın yüzünü, göstereceklerdi sırt sırta verişlerini, yan yanaduruşlarını. Ta ötelerde bir aydınlık, sonra varıyor yine karanlığına.
Hacıağa Köyü yoluna girer girmez, Ermenistan tarafındaki askeri kuleler beliriyor. Her bir kulenin arasında iki kilometre, bilemedin üç kilometre mesafe var.
Köyün girişindeki arazi, kireçli. Bembeyaz. İlerledikçe göç yollarından dönen leylekler karşılıyor bizi. Her bir elektrik, telefon direğinin üzerine yuva yapmış leylekler.
Göçten dönenlere yer kalmamış olacak ki, kendilerine yuva yapıyor bazıları.
Yanımdaki arkadaşım, “Yazın burada sinekten geçilmez. Akşam saatlerinde dışarıda oturmak imkansız. Sinek ısırıklarıyla balon gibi olur her yerin. Çünkü buralar eskiden bataklıktı” diyor.
Sözleştiğimiz Abdurrahman Şeyran’ın evine geliyoruz. İçeri girer girmez sobanın yalımından sıcaklıklar yüzümüze vuruyor. “Hoş geldiniz, geçin geçin” diyor.
Hal hatır faslı derken, kahvaltı ve çaydan sonra konuşmaya başlıyoruz. Nefesi kesik kesik. Konuşurken kelimeler kırılıveriyor ağzında.
Takati desen yok. Öylece yatakta serili. Gözbebekleri oynuyor. Bir garip göz ki, derdini susarak anlatıyor.
“İlk kez radyoyu nerede, ne zaman dinlediniz?” diyorum.
“Babam” deyip dalıyor, “O almıştı. Sanırım bir çift inek parasınaydı. Antika radyolar, bilirsiniz büyük olur. O zamanlar tabii elektrik de yok, pil bitti mi günlerce bekle ki şehre inesin.”
“Sadece sizde mi radyo vardı?” diye araya giriyorum.
Heyecanla, “Tabi tabi sadece bizde vardı. O zamanlarda herkeste böyle şeyler olmazdı. Daha sonra almaya başladılar.”
“Peki Erivan Radyosu’nu dinlediğiniz zamanları anlatabilir misiniz?”
Zaten ben de onu anlatıyordum. Öncelikle şunu söylememe izin ver, eğer Erivan Radyosu olmasaydı, bugün kimse Kürtçe’den bahsedemezdi. O dengbejlerin bize nasıl bir miras bıraktıklarının farkında değil kimse.
Bir de Erivan Radyosu, Kürtler için aynı zamanda vazgeçmektir. Neden diye soracaksın biliyorum. O zahmeti sana tattırmayacağım. Radyo almak başlı başına elindeki avucundakinden vazgeçip radyo satın almaktır. Babam da iki ineğinden vazgeçmişti. Başkaları atından, arazisinden, bağından… O büyülü aşk için.
Sondan söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, köyde kiminle konuşsak, kime gitsek, söyledikleri tek bir şey var, “Ah o eski zamanlar.” Konuşurken eskiye özlemini de susarak anlatıyor.
Ben artık kendimi devre dışı bırakıyorum. Ne anlatsa dinliyorum. Arada konudan kopup insanlardan yakınıyor.
İnsanlık tarihinde henüz insandan yakınmayan tek bir kişi dahi yok. Ama hakkı var, söyledikleri de doğruya doğru.
Eskilerin deyişiyle, insan dedin mi biraz duracaksın, yanını yöreni kollayacaksın. E haksız da sayılmazlar. Ama burada duralım, iyi insanların da varlığı yok değil.
“İnsan gittikçe cüceye dönüşüyor, cüceliği onu daha sinsi ve şeytan yapıyor. Sen küçüksün hehey insanoğlu, dışarıdan kendine baksan zavallısın, kendine baka baka kendini büyük görüyorsun ey bir karınca bile olmayan insanoğlu” diye yakınıyor.
Dedemler Erivan’dan buraya gelmiş. Ki geldiklerinde Ermenilerle yaşıyorlarmış. Kapı komşularıymış. Ama daha sonra bu köy ve çevre köyler yasaklı olduğu için başka bir köye sürülmüşler.
Aradan yıllar geçince tekrar gelip buraya yerleşmişler. Onlardan ne duyduysam ne hatırlıyorsam sana anlatıyorum. O gün bugündür buradayız.
Yine o gün bugündür her daim yaylaya çıktık. Köyden koyunları, inekleri alıp yaylaya gitmek üç günümüzü alırdı. Radyoya dair en çok ayrıntıyı orada hatırlıyorum.
Dumanlı Yaylası’nda, tam hatırlamıyorum ya saat üçte ya da dörtte olmalı Erivan Radyosu’nun yayını başlar, keçe çadırın altında, güneşin en kızgın olduğu saatte insanlar radyoya dikkat kesilirdi.
Bir an yine düşünüyor. Bu sefer uzun dalıyor, ha şimdi ha birazdan çıkacak, o dalgınlığından diyorum. Ama uzun sürüyor.
Derin derin ofluyor. Demlik aheste aheste kaynıyor.
Kusura bakma, bu şeker hastalığı mahvediyor. Hafızan bile seninle alay ediyor. Radyoyu dinlediğimiz tarihleri hatırlamaya çalışıyorum. 1960-65 olmalı, neyse önemli değil. Biz konumuza dönelim.
“Erivan konuşuyor”
Şekerden yakınıyor ama bundan beş yıl önce bir kış akşamı balkondan düşüp kalça kemiklerini kırıyor. Bilmem kaç cıvata, kaç platin var kalçasında, zar zor oturuyor. O devam ediyor anlatmaya:
Çıt çıkmazdı. Dengbejler söyleyince dünya duruyordu bizim için. Gözlerimiz dalardı da dalardı. Öyle bir dalma değil, şarkıyı söyleyen dengbejdi ama şarkıyı biz yaşıyorduk.
Radyo, Kürtçe haberlerlerle açılırdı. ‘Erivan konuşuyor’ diye başlardı. Keremê Seyad ve Eznîva Reşîd sunarlardı haberleri. Düşünsene radyo senin gibi Kürtçe konuşuyor, bundan daha ala sevinç ben ömrümde yaşamadım.
Radyoya duyulan saygıyı çadırdakilerin oturuşundan anlardın. Haberler bitince de dengbejler söylerdi. Hatırladıklarım arasında, Seyrana Musa, Siloyê Evdal, Reşoyê Baso, Fatma İsa, Şeroyê Biro, Karapetê Xaço, Aram Tigran vardı.
Biz yayın hiç bitmesin istiyorduk. O şarkılar yavaş yavaş herkesin hafızasına yerleşmişti. Dillerinden düşmüyordu. Mırıldanan, elini kulağına götürüp yüksek sesle söyleyen…
Hasta yatağında, yoruluyor. Bir anda kesiyor konuşmasını. Konuşsa konuşur da üstelemedim. Varsın sussun. Ne çıkar, söyleyeceği kadar söyledi.
Vedalaşıp kalkıyoruz. Sınır boyuna gidiyoruz. Aras Nehri Türkiye-Ermenistan sınırını çizerek akıyor. Karşı taraftan sık çalılar beliriyor.
Ermenistan’a ait sınır kulelerine daha yakınız. “Akşam buralarda yürümek imkansız. Şu karakoldan hemen gelip çıkartıyorlar. Şimdi bile gelebilirler” diyor arkadaşım.
Köyden biri arkadaşı arıyor, konuşacak biri yine var, gelebilirsiniz, diye söylüyor. Bundan iyisi Şam’da kayısı diyorum.
Bu köyde herkes akraba. Hepsinin soyadı aynı. Altmış yetmiş haneli bir köy. Bir selam verdin mi tamam. İşin rast gider. Gitmese de biri gelir yoluna koyar. Öyle bir yer burası.
Selamını da merakanı da eksik etmiyor kimse. Herkes bir şeyler anlatmak istiyor. Sanki yıllardır her şeyi içlerinde tutmuşlar gibi. Öyle açlar anlatmaya.
“Halam, kadınlara ev işlerini yaptırmadan radyoyu açmazdı”
Selam veriyoruz. Evin girişinde eşiyle bizi karşılıyor, “Hoş geldin gözümün ışığı” diyor. Bastonunu sertçe yere vuruyor. Çay içmemiz için ısrar ediyor. Az önce içtiğimizi söylüyoruz.
“Erivan Radyosu’yla ilgili bildiklerinizi anlatır mısınız?”
O da, “Ah o eski zamanlar” diye söze girişiyor.
- “O zamanlar evinizde radyo var mıydı?”
- “Hayır, bizde radyo yoktu. Biz komşulara giderdik.”
- “Köyde kaç kişinin radyosu vardı?”
- “İki, bilemedin üç.”
- “Peki, radyo olmadan önce nasıldı?”
Kedi miyavlıyor. Bastonunu yere vurup “pışt pışt” diyor. Ön dişleri, beyaz mevlit şekeri gibi öne çıkıyor.
Radyo hayatımıza girmeden önce, dengbejler köy köy gezerdi. Bir eve konuk olurlardı ve herkes de o eve gelirdi. Dengbej şarkılarını sıraladıktan sonra, misafirlerden biri şapkasını çıkarır tek tek gezer, dengbej için para toplardı.
Geceyi burada geçirir, ertesi gün de başka köylere giderdi dengbejler. Sadece şarkı söylemezlerdi, en güzel hikayeleri de onların büyülü sesinde dinlerdik.
Köyde, yalnızca iki evde radyo vardı. Birine erkekler diğerine de kadınlar giderdi. Babamla giderdik. Minderlere dizilirdik. Sobanın üzerinde hazırda her zaman çay vardı. Sırayla çaylar dağıtılır, herkes o sabırsız anı beklerdi.
Sonra bir cızırtı derken, önce haberler sunulur, daha sonra da dengbejler söylemeye başlardı. Erivan Radyosu her ne kadar Erivan’da kurulmuş olsa da, asıl niyeti Türkiye’de sesi kısılmış soydaşlarına ses olmaktı. O zamanlar anlamadık, ama yeni yeni anlıyoruz.
“Kimse artık hikayeler anlatmıyor”
Eşi araya giriyor, “Ne varsa eskilerde vardı, şimdikilerin aklı nerede bilmiyorum. Biriyle oturdun mu saatlerce konuşurduk. Şimdi ise iki dakika konuşamazsın. Kimse artık hikayeler anlatmıyor” diyor.
Eşine baktıktan sonra konuşmasına devam ediyor:
Kadınlar halamlara gelirdi. Halamların antika radyosunu hatırlıyorum. Kocaman bir radyoydu. Nereden, nasıl aldıklarını bilmiyorum. Bilsem de çoktan unutmuş olmalıyım.
Saat dört yayını için kadınlar evlerine gelirdi. Evde de gırla iş olurdu. Halam, ev işlerini yaparsanız ancak radyoyu açarım derdi. O kadınların birkaçı temizlik bulaşık, birkaçı yemek yapar, birkaçı hayvanlara bakar, işlerini bitirir sonra da gelip otururlardı.
O zamanlarda tek göz oda olurdu. Herkes oraya sığmaya çalışırdı. Belki de o zamanlar evlerin dar olması daha iyiydi. İnsanları bir arada tutabiliyordu o evler. Şimdiki evler öyle mi, iki kişiyi bir arada tutamazsın, herkes bir odaya çekiliyor.
İşte o tek göz evin, yağmurda damı akardı, leğene damlayan yağmur sularıyla sessizlik bölünürdü. Yine de radyonun sesi her şeyi bastırırdı. Her şey susar dengbejler konuşurdu.
Erivan Radyosu’nu anlatmayı bıraktı bir yerden sonra. Başka şeylerin üzerine konuşurken başladı hikaye anlatmaya: “Bir zamanlar iki arkadaş varmış…”
Yorumlar kapatıldı.