Türk Yahudi Toplumu’nu anlatmak amacıyla bu hafta sizlerin karşısına Moris Levi ile çıkıyorum.
Moris Levi yaklaşık dört yıldır sosyal medyada öyküler ve makaleler paylaşan ve çok sayıda takipçisi olan bir kişi.
Ayrıca Türkiye Yahudi Toplumu’nda birçok düzeyde görevler aldı. Halihazırda Cemaat Vakıfları Temsilciliği’ni deruhte ediyor.
Bahsedilen bu pozisyonlarının ötesinde Levi’nin Türkiye’de yaşayan bir Yahudi olarak tanıklıklarını ve gözlemlerini almak için bir dizi soru yönelttim.
Bu röportajı uzun bulabilirsiniz. Röportajın anlamı sizlere geniş bir perspektiften şahsi bir tecrübeyi aktarmak amacını taşıyor.
O yüzden bu anlatıyı kısaltmak istemedim. Bu seride Moris Levi’nin 1980’lerin sonuna değin yaşanmışlarını paylaşıyorum.
Moris Levi röportajda göreceğiniz üzere samimi ve lezzetli bir anlatı sunuyor.
Sorulara doğrudan cevaplar yanında onları oldukça ilgi çekici anekdotlarla besliyor.
Kendisi karşımıza bilgeliği içselleştirmiş birisi olarak çıkıyor. Levi, sadece deneyimleri aktarmakla yetinmiyor onları zengin tarihsel ve kültürel bir bağlama oturtuyor.
Türkiye Yahudi Toplumu’nu anlama çabanızda faydalı ve verimli olacağını düşündüğüm bu röportajı parça parça okuyabilirsiniz.
Röportajı devam ettirerek 1990’lara ve günümüze de getireceğiz.
Moris Levi
– Sayın Moris Levi, öncelikle, benimle bu söyleşiyi gerçekleştirmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bize kendinizi tanıtarak başlayabilir misiniz? Kişisel öykünüzü genel hatlarıyla dinlerken tarihleri, kurumları, mekanları ve kişileri belirtmenizi rica edeceğim.
1956 yılında İstanbul’da Şişhane’de doğdum. 3 yaşında iken Nişantaşı’na taşındık ve halen orada yaşıyorum. Bana büyükbabamın ismini verdiler, bizde böyledir.
Sefaradlarda ilk erkek çocuğa babanın babasının ismi verilir, ikinci erkek çocuğa da annenin babasının ismi verilir.
Babamın babasının ismi Mois idi. Bana dönemin gözde isimlerinden Moris ismini koydular. (Fransızların kullandığı Maurice isminin okunuşu).
Yer yerinden oynadı, büyük annem babama ve bilhassa da anneme darıldı. Aslına bakarsanız bir bardak suda fırtına koparılmıştı, maksat üzüm yemek değil bağcı dövmekti.
Biraz sonra anlatacağım annemin ve babamın aileleri farklı tipte aileler idiler. Baba tarafım Fransız özentiliğinden nefret ederdi.
Garip olan şu ki, büyükbabamın Mois ismi de kendi dönemine göre Fransız özentisi idi.
İsmin aslı Moşe’dir ve bu isim Yahudilerin Musa Peygamber’e verdikleri isimdir.
Babam ikna etmek için anne babasının evine gitti, bir kâğıda Mois yazdı ve dedi ki; “Niye kızıyorsunuz anlamıyorum, işte Mois ismini yazdım” sonra da ismin tam ortasına büyük bir R yazarak “Görüyor musun baba isminde hiç eksik yok fazla var. Mois’in ortasına bir R koyduk MoRis oldu, o kadar.”
Okuma yazma bilmeyen büyük annem büyük babama bakmış, o anda büyük babam babamın cinliğine gülmüş böylece sular duruldu.
Neticede kimse torununu kıskanamaz. Ben kendi oğluma babamın ismini koymadım, o da hiç üzerinde durmadı bile.
Anne ve babamın aileleri Balat’ta birbirlerine 300 metre mesafede oturmalarına rağmen çok farklıydılar.
Annemin ailesi o dönemlere göre daha kentsoylu (burjuva) idi. Buna karşın babamın ailesi varoştan şehrin içine göç etmişti.
Çok renkli ve farklı insanlarla dolu kalabalık bir ailem oldu.
Ömürlerinde Yahudi tanımamış okuyuculara garip gelecek biliyorum.
Büyükbabalarım Türk örf ve adetlerine son derece bağlıydılar. Babam bugünkü siyasi çizgiler ile bakacak olur isek resmen “ulusalcı” idi.
Tabi yaşı ilerleyince hayata bakış çok yumuşadı. Annemin babası David Kampeas “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının liderlerindendi.
Bu yüzden benim yanımda biz Sefarad Yahudilerinin İspanya’dan taşıdığımız lisanı yani Yahudi-İspanyolcası/Ladino/Yahudice konuşulmadı.
Aksanımın bozulmasından ölesiye korktular.
O büyükbabam tek parti devrinde memleketine yani Türkiye’ye ve partiye ölesiye bağlı Türk kültürüne ve müziğine hayran büyük ölçüde laik (Annem ölmeden evvel evinde gizlice her gün ibadet ettiğini anlatmıştı) bir toplum lideri idi.
Fakat Varlık Vergisi‘nde partili arkadaşları parmaklarını bile oynatmadılar, bütün servetini kaybetmesine rağmen vergiyi ödeyemeyip Aşkale’ye sürgüne gönderilmişti.
Dönüşünde eve gelmeden önce eline bir kazma alıp doğulu kıyafetleri ve bir karış sakalı ile bir fotoğrafçıya gidip resim çektirecek kadar filozof bir adamdı.
Ne yazık ki çok erken kaybettik, tanıyamadım ama sanırım yaşama bakış açısından ona çok benziyorum.
David Kampeas’ın gençlik fotoğrafı
Moris Levi’nin dedesi David Kampeas’ın Aşkale Sürgünü sonrasında çektirdiği fotoğraf.
Babamın babası Mois Levi mütedeyyin muhafazakârdı. Babamın doğup büyüdüğü ev bütün Yahudi dini adetlerine sıkı sıkıya uyulan bir evdi. Büyük babam Çanakkale gazisi idi.
Bana sürekli savaş anılarını anlatırdı, sonraları bunları öykü kitabımda da kullandım.
Büyükbabamın dindarlığı lise yıllarından itibaren babama ters gelmiş gençliğinde dinden oldukça kopmuş.
İbadet, dini kurallar, dini bakış açısı gibi konular yüzünden babam ile büyükbabam arasında pek de su yüzüne çıkmayan bir çekişmenin varlığını hep hissederdim.
Ancak belirtmeliyim ki bizim aile bu anlattığım özellikleri ile genel Yahudi toplumuna ait ailelerden çok farklı idiler.
Sanırım ailenin her iki yakasının da kuşaklar boyunca büyük şehirde yaşamış olmaları onları getto yaşamından uzaklaştırmıştı.
Moris Levi’nin isim babalığını yapan büyükbabası Mois Levi ile birlikte
– Türkiye Yahudi Toplumu’na ait aileler derken neleri kastediyorsunuz?
Dünyanın her yerine yayılmış olan Yahudilerin pek çok ortak özellikleri ve refleksleri olduğu gibi, değişik coğrafyalarda yaşayan her Yahudi topluluğunun, bölgesel tarihten, içinde bulundukları kültürden doğan farkları vardır.
Bu bağlamda Osmanlı ve Türk Yahudileri de farklıdır. Unutmayalım ki yüzyıllardır bu topraklar onlarca milleti, kültürü içinde barındıran bir imparatorluğun kalbiydi.
Aslında Türk Yahudilerinin dünyadaki diğer Yahudilerden farkını anlayabilmek için en az 300 yıl öncesine gitmeli.
1600’lü yılların sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğundaki Yahudiler çok değerli düşünürler yetiştirmiş dinamik bir toplumdular.
Sabetay Sevi Olayları‘ndan sonra Yahudi toplumu büyük bir travma yaşadı.
Toplumun lokomotifi sayılabilecek olan entelektüel ve varlıklı kesimi Cemaatten koptu ve Sabetayist oldu.
Aileler bölündü ve bu farklı tercihi yapanlar bir nevi aforoz edildiler o tarihten sonra iki toplum asla bir arada hareket etmedi birbirinden beslenmedi.
Geride kalan Yahudi din adamları -ki o zaman toplumun liderleri din adamları idiler- tekrar böyle bir travmayı yaşamamak için dini sadece görünür düzeyde tuttular.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi topluma dinin felsefesini öğretmeye çalışmak inceletmek ve tartışmak yerine “Fazla bilmek gerekmez bilgelik sadece hahamların işidir” diye düşünerek toplumu sadece ibadete ve ritüellere yönelttiler.
Duaları ezbere bilenler, namazı niyazı aksatmayanlar, güzel sesle ilahi okuyup besteleyenler teşvik edildi, Kabala yasaklandı, sadece din adamı olmak isteyenlerin Talmud çalışabileceği şekilde din eğitimi yeniden tasarlandı.
Bir yandan yüzyılların öğreti ve birikimini halktan uzaklaştırmak, bir yandan imparatorluğun gerileme devrine girişi ile birlikte ekonomik sıkıntılar Osmanlı Yahudilerini entelektüel bakımdan çok düşürdü.
Kısır döngü her toplumda olduğu gibi bu toplumu da vurdu. Entelektüel faaliyet ve fikir çatışmaları olmayınca topluma rol modeli olacak kişilerin vizyonları daraldı ve tabii ki ekonomik olarak da çöküş kendini gösterdi ve 1800’lerin ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden bir Fransız Yahudi lideri “Doğu Yahudileri sefil haldeler” diye Paris’teki Yahudi toplumunun liderlerine rapor verdi.
Fransız Yahudileri örgütlendiler ve Alliance Israelite Universelle diye bir örgüt kurdular.
Kuzey Afrika’da ve Osmanlı’da onlarca okul kuruldu. Alyans Okulları Türkiye’deki tarih kitaplarında yazılı olduğu gibi kesinlikle Osmanlı’ya karşı değillerdi.
Tam tersine İmparatorluğa kayıtsız şartsız bağlılığı telkin eden öte yandan çağının çok ilerisinde kadınları da eğiten, meslek ve bilim öğreten Fransızca tedrisatlı okullardı.
Bu arada Alyans’la birlikte meşhur Osmanlı Yahudisi banker Kamondo’nun da bir okul inşa etmek girişimi olmuştu ve bağnaz Yahudi din adamları ile büyük bir çatışma yaşanmıştı.
Neyse bunlar ilginç ama uzun hikayeler. Nereye gelmek istiyorum?
1900’lerin başlarında toplum ikiye bölünmüştü. Bir tarafta Alyans okullarında yetişmiş Fransızca konuşup İspanya’dan gelmiş olan ve zaman içinde fakirleşmiş edebiyatı ilkel kalmış Ladino’yu küçümseyen elitler vardı.
Fransızca dili ve batı kültürü onlara ticaret ve memuriyet yaşamlarında avantaj sağlıyordu ve zenginleşmişlerdi. Bunlar şehirlerin merkezlerinde ikamet etmeye başladılar.
Öte tarafta ise genellikle büyük şehirlerin varoşlarında ya da kasabalarda yaşayan geleneksel muhafazakâr Sefarad aileleri.
Bunlar Ladino konuşur ve biraz geleneksel olarak biraz da mahalle baskısı nedeniyle dindardılar ve yaşamlarının şeklini büyük ölçüde gelenekler, dini takvim ve yerel din adamları oluştururdu.
Sonra Kurtuluş Savaşı yaşandı genç Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Türk Yahudi Toplumu bu gelişmelerden inanılmaz etkilendi.
Öncelikle Yahudilerin yoğun yaşadığı Türkiye’nin batısı Kurtuluş Savaşı öncesi bir süre itilaf güçlerince işgal edilmişti.
Müslüman halk bu işgali destekleyen diğer bir kısım azınlıkların minik bir yüzdesi yüzünden genel olarak bütün gayrimüslimlere (“Gayrimüslim”sözcüğünü üzülerek söylüyorum ne yazık ki ne demek istediğimi daha iyi anlatabilecek bir sözcük yok) ve Batı’ya karşı bilenmişti.
Derken Türkiye İkinci Dünya Savaşı öncesi Faşizm ve Nazizm cereyanlarının da etkisi altına girdi.
Trakya Olayları ve benzeri provokasyonlar yüzünden biraz evvel yukarıda anlattığım ikinci kesim büyük şehirlere göç etti.
Ve tabii ki dindaşlarının oturduğu sinagogların ve Yahudi yaşamının olduğu semtlere yığıldılar.
Bu durumda kentsoylu Fransızca konuşan ve batılı bir yaşam süren o ilk grup kendini bu yeni gelenlerden soyutlamaya çalıştı.
Ülkedeki laisizm cereyanları da bu kesimi çok etkilemişti ve artık sinagoglardan da uzaklaşmışlardı “Yahudi gibi görünmemeye çalışan Yahudiler” olarak kendilerine toplumun “üstünde” bir yer inşa ettiler.
Yüzyıllardır Yahudilerin yaşadıkları semtleri terk ederek Levantenlerin yaşadıkları örneğin İstanbul’da Galata, Moda, Maçka gibi daha batı tipi yaşamın hakim olduğu semtlere taşındılar.
Böylece Türkiye de iki tip Yahudi ailesi oluşuverdi. Bu iki tip ailenin özelliklerini daha fazla anlatmayacağım ne demek istediğim anlaşılmıştır zaten.
Konumuz değil, çünkü aynı şey 40 yıldır bütün Türkiye’de yaşanıyor.
– Peki sizin aileniz bahsedilen grupların hangisine aitti?
İşte ben çok ilginç bir şekilde tam olarak bu iki gruba uyamamış (uymamış demiyorum uyamamış diyorum) arada bir derede üçüncü bir kırılımdan ailelerin torunu idim.
Ailemin iki yakası da yüzyıllardır İstanbullu idiler. Annemin ailesinde büyük felaketler yaşanmıştı (annemin ailesi çocukları daha bebekken ölmüştü, büyük babam Varlık Vergisi’nde servetini kaybetmişti) o yüzden potansiyel olarak “elit” gruba daha yakın olmalarına rağmen Balat’tan çıkamamışlardı.
O evde Ladino konuşulmaz araya tek tük giren Fransızca kelimelerle iyi bir Türkçe konuşulmaya çalışılırdı.
Evde batı tipi mobilyalar, bir salon olduğunu ve sofra adabına çok dikkat edildiğini hatırlıyorum.
Bütün çocukluğum boyunca “körolası antisemitizm ve Varlık Vergisi, neydik ne olduk” sözünü o aileden çok işittim.
Babamın ailesi de çok yoksuldu ve bu yoksullukları ile küçük bir azınlık toplumunun içerisinde saygıdeğer bir konumları olamayacağına inanıyorlardı.
Büyükannem bu çemberden çıkmanın çaresinin çocuklarını okutmak olduğuna karar vermişti ve ömrü boyunca yemedi içmedi babamı ve amcamı okuttu.
O evde de çok iyi Türkçe konuşulurdu, büyük annem tıpkı bir Müslüman kadın gibi baş örtülü idi ve yaz ayları Müslüman komşuları ile kapı eşiğinde oturur çay içip çekirdek çıtlatırdı.
“Elit” ailelere benzemeye çalışanlardan da kategorik olarak nefret ederdi.
– Cumhuriyetin ilk yıllarında bütün ülkeye hakim olan değişimler Türkiye Yahudi Toplumu’nu nasıl etkiledi?
Cumhuriyetten itibaren Türk Yahudi Toplumu’ndaki değişimleri incelemek gereklidir.
Çünkü küçük Yahudi toplumunda olan bütün değişimler 30-50 sene ara ile geniş toplumda kendini gösterdi.
1950’lerde Türk Yahudi Toplumu yaşam biçimi bakımından aşağı yukarı üç değişik prototip aileyi içinde barındırırdı.
Sonra Demokrat partinin politikaları ile daha merkantilist bir yapı oldu. Prototipler çok değişti.
Herhalde dünyada 20 yılda bir (her kuşakta iki kez) semt değiştiren (ve bu arada yaşam şeklinde değişiklikler yaşayan) başka bir toplum yoktur.
Yahudi toplumu dışarıdan görüldüğü gibi homojen değildir. Tabii ki dünyanın bütün ülkelerindeki dindaşları gibi belli refleksleri vardır ama bu başka bir konu.
Benim çocukluğumda Türkiye artık uzun yıllardır tek parti bakışından kurtulmuştu.
Türk Yahudi Toplumu’nun büyük çoğunluğu artık geleneklerinden gelen ticaret bilgisi ile sınıf atlamıştı.
Zaten yoksul aileler 1948 de kurulan İsrail’e göç etmişlerdi. 1946-1954 arası 50 bin kişinin göç ettiği zannediliyor.
Bu arada Türkiye’de Siyonizm hiç de güçlü değildi. İsrail’e göç edenler Siyonist oldukları için değil ekonomik kaygılarla yeni bir yaşamı denemek için göç etmişlerdi.
Size 1930-40’larda kendini elit gören bir yönetici kitleden bahsetmiştim. Yahudi toplumunun bütün kurumları ve ekonomisi o sınıfın elinde idi.
Ama sinagoglar (ibadethaneler) değildi. Sinagoglar genellikle taşra ve varoş kökenli muhafazakâr ailelerin elinde idi.
Bu kesim de sözde elitlere fena halde diş biliyorlardı. Tıpkı büyükannem gibi. Ne garip değil mi eminim okuyucu bu filmi gördüğünü düşünüyordur.
Yurtdışından gelen Siyonist head-hunterlar bu çatışmayı sezdiler. 1945 yılından sonra Siyonistler kendilerini cemaatin içine sokmamak için direnen elitleri by-pass ederek sinagoglarda gençlere propaganda yapmaya başladılar.
Sinagogların yöneticileri de sırf elitler bunu istemediği için göz yumdular. Gençler de muhafazakâr ailelerden geliyorlardı ve genç erkekler ile kızların bir arada görünmeleri o devirde hoş görülmezdi.
Genç kızlar, sinagoga gidiyorum diyerek evden çıktıkları için anne ve babalarınca engellenmiyor bu toplantılarda genç erkeklerle tanışmak için gerçekten de sinagoga propaganda dinlemeye gidiyorlardı hayatın cilvesine bakın ki İsraili kuran Siyonistlerin çok önemli bir kısmı ateizme yakındılar.
Ama Türkiye’den çok sayıda genci göç ettirmek için ibadethaneyi kullandılar. Amcam da bu dönemde İsrail’e göç etti.
– İsrail kurulduktan ve Türkiye Yahudi Toplumu’nun bir kısmı göç ettikten sonra kalanlara ne oldu?
Biliyorsunuz 1946 yılında Türkiye çok partili hayata geçti. Türk Yahudi toplumunda her zaman her siyasi görüşten insan vardır ama büyük çoğunluk merkez sağ eğilimindedir.
1950 yılında Demokrat parti ezici bir çoğunlukla iktidara gelince bütün Türkiye’de ciddi değişiklikler oldu.
Bu bağlamda küçük Türk Yahudi toplumunda da değer yargıları kısa zamanda farklılaştı ve bu çok sancılı oldu.
Toplum çok merkantilist olmuştu. Küçücük Yahudi Toplumu’nda sosyal ve ekonomik sınıflar arası sınırlar vardı.
Bu sınırlar yaşanılan yüzyıllardır yaşanmış semtleri değiştirerek, kendine daha batılı tarz yaşıyormuş görüntüsü vererek (dikkat görüntü diyorum!) çocukların okutulduğu okullarla, hafta sonları popüler eğlence yerlerinde gözükerek, kadınlarda ise şık ve modaya uygun giyinerek aşılıyordu.
20 yıl içerisinde bir evvelki kuşaktan gelen farklı yaşam şekilleri büyük ölçüde aşıldı. Toplum bir ölçüde homojenleşti.
– 1961 Hahambaşı Seçimlerinden bahsetmek ister misiniz? Rav David Asseo hakkında sizin zihninizde kalanlar neler?
Seçimi anımsamıyorum daha 5 yaşında idim. Sadece eski gazeteleri okudum ve büyüklerimi dinledim.
Rav David Asseo en genç ve batılı görünümlü adaymış ve o zamanki yöneticiler iki nedenle onun seçilmesi için çalışmışlar.
Öncelikle ölümü halinde hükümetten bir daha seçim izni alamayabilirlermiş o yüzden genç birini seçmek istemişler sonra da yöneticiler çok da muhafazakâr değillermiş, bu yüzden daha kendileri gibi yaşayan Fransızca bilen eğitimli biri Hahambaşıları olsun istemişler.
Rav David Asseo ile bir süre çalıştım. Son derece ağırbaşlı çok az konuşan ama kendince gerektiği yerde masaya vuran bir kişiydi.
Sivil yöneticilerin masasına iki kere benim önümde vurdu. İki keresinde de açıkçası hoşuma gitmemişti, ama ses çıkarmak ne mümkün?
Birinde Ankara’dan gelen ve var ise dileklerimizi dinlemek istediklerini söyleyen bir yetkiliye rahat konuşmamıza izin vermemişti diğerinde de yönetici seçiminde biraz açılıma ve serbest seçimlere karşı koymuştu.
– 1980’lere değin sizin şahit olduğunuz ölçüde Türkiye Yahudi Toplumu nasıl yönetiliyordu?
Yahudi cemaatleri yalnız Osmanlı’da değil her yerde meritrokrasi ile yönetilirdi.
Aslında koşulları göz önünde bulundurur isek hiç de kötü bir yönetim şekli değildi.
Biz 30’lu yaşlarda devreye girmek için yetiştirilmek üzere çırak olarak sisteme alındığımızda abilerimize büyüklerimize hayran olmuştuk.
Tek benimsemediğim ve şaştığım fikir ayrılıklarının bazen çatışmalara neden olması idi.
Sonraları bunun çok sağlıklı olduğunu anladım. Dışarıdan göründüğü gibi değildir Gökhan Bey.
Sizin de önceki sohbetinizde bana anımsattığınız gibi “iki Yahudi’nin olduğu yerde üç fikir vardır.”
En azından bu çatışmalar liyakatli, birikimli insanlar arasında yapılıyordu.
– Sanırım sizin yaşamınıza dönersek 1960 sonrasını daha iyi anlayacağız. Annenizin ve babanızın aileleri arasında bir hayli farklılıklar olduğundan bahsetmiştiniz. Ailenizi ve çocukluğunuzu biraz anlatır mısınız?
Şanslı bir çocuktum. Çünkü büyük anne ve büyük babalarımdan özellikle babamdan sürekli masal dinlerdim.
Annem babamın bana getirdiği çizgi romanları beni kucağına alıp okurdu. Babam iyi masal uydururdu.
En heyecanlı yerlerinde de beni masalın içine koyardı ve ben masalın içinde çözüm üreten kahraman olurdum.
İlgimi dağıtmamak için de “ne çeker bu fakir dünya” veya “üç patlıcan bir çeyrek olur mu” gibi garip anlayamadığım gizemli cümleler kurardı.
Bu arada altını çizerek söylemem gerekiyor, çünkü çok önemli, hem büyükbabalarımın hem de bizim evimizde küçümsenmeyecek birer kütüphane vardı.
Ben de bütün kitapların içinde babamın anlattığı gibi masallar var sanırdım.
İlkokula başlamadan önce en büyük hayalim okuma öğrenip bu masalları/çizgi romanları kendim okumaktı.
Gel gör ki okul hayatı daha birinci haftadan çarptı beni. Az disleksi vardı sanırım. Bir türlü okumayı sökemiyordum.
Babam oturdu benimle ve zar zor bana okuma yazmayı öğretti. Sonra da her hafta elime bir kitap tutuşturdu.
Önce Tenten ve Red Kit ile başladık, sonra masal kitapları derken çocuk macera kitapları 14 yaşında iken Rus klasiklerini hatta Dante’yi okumuştum.
Okunacak kitap kalmadığında evdeki ansiklopedilerin sayfalarını binlerce kez karıştırırdım.
Dünyanın her yerinde tarih boyunca bir Yahudi ailesinin enerjisinin en az yarısı çocukları eğitmeye ve yetiştirmeye gider.
Geçen yıl vefat etmiş bir akrabanın evinde 1960’larda fasikül fasikül topladığımız hayat bilgisi ansiklopedisini buldum ve her sayfanın hafızama kazınmış olduğunu gördüm.
Babam ben doğduğumda (1956) 500 TL aylık alan bir muhasebeci imiş.
Gençliğinde sosyalist olmasına rağmen bu değişimden o da etkilendi ve ayda 300 TL’ye Nişantaşı’nda bir ev kiraladılar.
Ev küçücüktü, tavanı akıyordu, ısınmıyordu ama biricik oğlu zenginlerin arasında büyüyecekti ve buna değerdi.
Çok çalıştı gece yarılarına kadar defter yazdı durdu kısa zamanda külüstür bir arabamız da oldu ev de değiştirdik.
O külüstür arabanın öyküsünü bir gün muhakkak yazacağım.
– Anladığım kadarı ile babanızın yaşamınızda önemli bir etkisi olmuş?
Babam ölümüne kadar fişek gibi bir adamdı. Okumayı, düşünmeyi, tartışmayı ve kendini geliştirmeyi çok severdi.
Bilhassa sürekli her şeyi sorgulardı. Bu aslında tipik Yahudi refleksidir ve çok yararlıdır.
Hiçbir şeyde geri adım attığını/sindiğini görmedim. (Bu ise tipik Yahudi refleksi değildir). Gülüyor.
Bu özelliklerinden o yıllarda nefret eder ona hiçbir şeyi danışmak istemezdim çünkü kilitler yorardı beni ama sonraları bu tür sorgulayıcı düşünmenin ne kadar önemli olduğunu anladım.
Babamın bana söylediği ve aklımdan hiç çıkmayan ve çocuklarıma hep söylediğim şudur: “herkesin yaptığını yapma, baktıkları yerden kabilse bakmamayı öğren”.
Moris Levi babası Jak Levi ile birlikte
– Okul hayatınızdan bahseder misiniz?
Okulla aramın pek iyi olduğunu söyleyemem. Dolayısıyla bütün eğitim hayatım boyunca sadece sınıfımı geçebilecek kadar çalıştım.
Eğitim sistemini özgür düşünebilme hakkıma engel gibi gördüm. Her zaman okunacak iyi bir roman derslerin önünde idi. Ders sırasında bile roman okurdum.
Demir perde yıkıldıktan sonra bir Rus şunu demiş “Sovyetler Birliği’nde hayat daha iyiydi. Hepimiz çalışır gibi yapıyorduk, devlet de bize para ödüyor gibi yapıyordu, geçinip gidiyorduk işte…”
Ben de okullarda öğrenci gibi yaptım. George Bernard Shaw’un bir sözünü daha hatırlatayım “Eğitimime ara verdiğim tek zaman okul yıllarımdı”demiş. Gerçekten benim için öyleydi.
Sanırım halen öğretmenin / müfredatın öğretmediği / bakmadığı (bilmediği demeyeceğim) şeyleri merak eden öğrencinin çok şansı yok.
Sistem kendine tek tip insan yetiştirmeye çalışıyor. Ama işte azınlık olmanın en büyük avantajlarından biri de budur. Sizin zaten farklı olmanızın normal olduğunu kabul ediyor insanlar ve o zaman da benim gibiler kendilerine daha çok alan buluyorlar.
Bremen limanında eski Roma generali Pompei Roma’ya erzak taşıyan denizciler için bir kitabe yazdırmıştır.
Kitabe şöyle der “Navigare necesse est, vivere non est necesse”. Türkçesi: “Yapmak gereken yelken açmaktır, yaşamayı düşünmek değil”.
Sistem aynı bu şekilde yürüyor ve yaşamda başarıya, ekonomik refaha ya da iktidara yelken açmayı yaşamanın önüne koyuyor.
İlkokulu semtin devlet okulu olan Nilüfer Hatun İlkokulu’nda okudum. Mezun olduktan 60 yıl sonra halen arkadaşlarımla görüşürüz.
Sonra bir yıl yatılı Kadıköy Maarif Koleji maceram var. Kendime bakmayı beceremedim, çuvalladım bu yüzden beni ikinci kez sınavlara soktular ve o zamanın en gözde okullarından İngiliz Erkek Lisesi’ne girdim.
“Allah’tan” diyeceğim çünkü o okulda sınıfta kalmak için gerçekten gayret etmeniz gerekirdi. Okulu zar zor bitirdim ama o okulda matematik, fizik vesaire öğrenmedim.
Çok sert bir tarih ve coğrafya öğretmenimiz vardı. O yüzden özellikle tarih dersine çalıştım. Bize tarih okumanın metodolojisini öğretmişti. Ben de yıllarca tarih okumayı, özellikle mukayeseli tarih okumayı çok sevdim.
Tarih okuduğumda araştırdığım dönemin, sanatını, ekonomisini, bilimini, siyasetini komşu diğer ülkelerdeki değişimleri de okurum.
O okulda ayrıca yabancı bir dili, yabancı bir kültürü, batı değer yargılarını, batılı bakış açısını sanıyorum öğrendim.
Başlarda gerek İngiltere’den gelen öğretmenlerimiz gerek de Türk Millî Eğitim Bakanlığı’nın tayin ettiği öğretmenler çok vasıflı idiler.
Bir kere okulda körü körüne skolastik bir “saygı” yoktu. Liyakatli olmayan, ya da en azından gayret etmeyen birine sırf unvanı yüzünden saygı gösterilmeyebileceğini o okulda öğrendim.
Rekabetin dürüst yapıldığı zaman toplumu ileri götüren bir unsur olduğunu öğrendik. Daha okula yazılırken her birimizi dört takımdan birine sokuyorlardı.
Yıl boyunca her yaştan mensubu ile dört takım, münazaralarda, sanat faaliyetlerinde ve sporda yarışıyor puan alıyordu.
Herkes faaliyetlerin bir yerinde kendini buluyordu. Türkçe edebiyat, kompozisyon gibi derslerde hocalarımdan çok yararlandım.
Öğrenci olarak hakkımızı çekinmeden koruyabilirdik. Seçmeli ders olarak Fransızcayı seçmek istememiş ve bu yüzden Millî Eğitim Bakanlığı’ndan o gün tayin olmuş bir öğretmenden bir tokat yemiştim.
Böyle bir şey o okulda görülmemişti, isyan etmiştim. İngiliz müdür bana “İstemiyor isen Fransızca dersinden seni muaf tutarım ama yıllar sonra pişman olursun” demişti.
İstemedim, muaf tuttular. Fransızca öğrenmedim diye pişman da olmadım. Zaten dil öğrenmeye pek yeteneğim yok.
Maalesef sonra siyasi bir “kazmalık” oldu. İngiltere ile aramızın şeker renk olduğu bir zamanda ibret olsun diye İngiliz müdürü uydurma bir suçla hapse attılar.
İngiltere’de bu okulu destekleyen çevreler gücendirildi. 1905’te kurulmuş olan okulumu benim mezuniyetimle birlikte kapadılar. Atılan taş ürkütülen kuşa değmedi, kaybeden yine bizim ülkemiz oldu.
Çünkü şimdiki zamana göre bile çok iyi bir okuldu. O dönemi yaşamış olan sınıf arkadaşlarımın çoğu yurt dışına göç ettiler ve çoğu yaşadıkları ülkede çok başarılı oldular. Neyse siyasete girmeyeyim.
– Moris Bey hatırladığınız kadarıyla Yahudi kimliğinizin farkına ne zaman vardınız? Bu farkındalık sizde kimliğe yönelmenin ve onu anlamanın içeriğinin dinsel mi yoksa etnik mi yönelimli olduğunu hissettirdi?
Çok net anımsıyorum o günü.
Daha önce söylediğim gibi ilköğrenimimi ben Nilüfer Hatun İlkokulu’nda gördüm. 1967 yılında mezun oldum ama ilkokul arkadaşlarımla halen görüşüyorum.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda aynı yaştaki bütün Yahudi çocuklarını tek bir sınıfta topladıklarını fark ediyoruz.
Öğretmenimiz kesinlikle ayrım göstermezdi. Arkadaşlarımız hiçbir vakit bize farklı imişiz gibi davranmazlardı. Birbirilerimizin evlerine gider, doğum günü partilerinde buluşur ve teneffüslerde birlikte koşar oynardık.
Zaten evimizde Türkçe’den başka dil konuşulmadığı için bir farklılığı görmeme olanak yoktu. Bana sorarlarsa benim anavatanım Türkçe’dir diye düşünürüm hep.
Ancak şurası da gerçek ki anne ve babam savaş yıllarında uğradıkları ayrımcılıkları anlatırlardı ve böyle bir şey olabileceğini bilirdim.
3. sınıfta idim bir gün annesi Alman babası Türk olan bir arkadaşımın evine oynamaya gittim. Annesi beni tanımak istedi. İsmimi duyduğunda yüzünü buruşturdu. Anlamadı zannettim üzerinde durmadım.
Oyun esnasında iki erkek çocuk güreşmeye başladık. Anne bizi gördüğünde kavga ediyoruz zannetti ve çocuğuna bozuk bir Türkçe ile bağırmaya başladı.
Şunları dedi; “Sana Yahudi çocuklarla oynama demiyor muyum ben? Bir de eve getirdin onu” O anda evden çıktım ama içimde bir yumruk vardı.
Tam da o hafta Cumhuriyet Bayramı töreni için sınıfımız adına şiir okuma seçmeleri yapılıyordu. Yahudi arkadaşlarımdan biri de bu görevi üstlenmek için heyecanla çalışmıştı.
Kalktı şiiri okudu ama heyecandan kekeledi. O an ondan sonra okuyacak olan bir çocuk öğretmene döndü ve eli ile kendini göstererek “Biz daha iyi okuruz öğretmenim, onlar okuyamaz” dedi.
Bu birkaç kelime ile kastedileni çok iyi anladım. Tokat gibi geldi ve dayanamadım hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
Öğretmenin yanına gittim. “Ne demek istiyor? Biz de Türküz” dedim. Öğretmen başımı okşadı ve “Yanlış anladın bir şey demedi” dedi ama çocuğa bakıp dudağı ile “ayıp” işareti yaptı.
Kesinlikle dinsel değil. Etnik bir ayırım olduğunu hissettim. Biz çok seküler bir aile idik. Annem zorla beni Sinagogdaki din okuluna göndermek isterdi.
Evden oraya gitmek için çıkar ama gitmezdim. Çünkü annemden korkmazdım. Babamın ise umurunda değildi.
Açıkçası o dini okuldaki öğretilenlere önem vermezdim ve bilhassa bozuk Türkçe konuşan bazı öğretmenleri benimsemezdim.
Moris Levi, babası Jak Levi ve annesi Suzan (Kampeas) Levi ile birlikte
– Türkiye’de yaşayan bir Yahudi olarak eğitim ve öğretim hayatınızda Yahudi olmayanlarla karşılaşmanız ve onlarla ilişki/iletişim kurmanız ne ölçüde oldu? Buna yönelik hatıralarınız var mı?
İlkokulda daha sonra beni üzen başka hiç bir olay hatırlamıyorum. Bu olayları da bir şekilde hafızama gömmüşüm. Yıllar sonra hatırladım.
İlkokuldan sonra İngiliz Lisesi’ne gittiğimi söylemiştim. Sınıfta çok sayıda Yahudi, Ermeni hatta bir Rum ve bir İtalyan vardı. Orada da hiç bir ayrım hissetmedim. Zaten okul yabancı tedrisatlı bir okuldu. Okulda dünyanın her yerinden öğretmen ve öğrenci vardı.
Sonra babam gibi muhasebeci olmak istedim ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne girdim. Boğaziçi üniversitesine de puanım tutuyordu ama orada uğraşmak, çok ders çalışmak istemedim.
1980 öncesi İstanbul Üniversitesi gibi üniversitelerde anarşi yüzünden okula gitmeden mezun olunabiliyordu.
Üniversitede sınıfta 4 yahudi idik. 1980 öncesi o kadar çok bölünme, fraksiyon ve kutuplaşma vardı ki kimse bizle uğraşmıyordu zaten.
Daha sonra askerlikte iki ilginç olay yaşadım. Ben dört ay kısa dönem askerlik yaptım. Hepimiz üniversite mezunu idik ama askerliğimizi er olarak yaptık. Taburda tek Yahudi idim. Herkes beni tanırdı.
Bir gün bataryalar arası koşma yarışı yapıldı ve bizim batarya 3 batarya arasında sonuncu geldi. Herkes çok üzülmüş ve gerilmişti. Çok hırslı bir arkadaşım bir türlü koşamayan bir kaç ere dönüp öfke ile; “Şuradaki Yahudi’den ders alın. Elinden geleni yapıyor siz Türk’üm diye geçiniyorsunuz köfte gibisiniz” dedi.
Bu sefer bu sözleri hakaret kabul edenler alındılar, kavga çıktı. Bu sözler bana hakaret mi övgü mü anlamamıştım ama açıkçası çok eğlendim. Artık olgunlaşmıştım.
Askerlik bitmek üzere iken 3-4 silah arkadaşım bir gün bana “Gelsene seninle bir şey konuşacağız” dediler. Beni ıssız bir yere götürdüler ve yumuşak ama kesin bir sesle beni Müslüman olmam için ikna etmeye çalıştılar.
Niyetleri nereye kadar ve ne şekilde ısrardı bilmiyorum ama kesin ve net bir şekilde reddettim arkamı dönüp birliğe döndüm. Yahudi arkadaşlarım “Korkmadın mı?” diye sordular. Hayır hiç korkmamıştım.
Moris Bey bu hafta sosyal medya hesabınızda ailenizdeki üç giysiyi anlattığınız bir anı/öykü paylaştınız. İzninizle o öyküden bir elbiselik bölümü önce burada paylaşıp size bir iki soru yöneltmek isterim.
1947 yılında babam Beyoğlu Ticaret Lisesi’nden mezun olmuş. O yıllarda yaşadıkları semtte (Balat) birinin liseyi bitirebilmiş olması olağanüstü bir olaymış.
Yıllarca oğlunu okutmak için işçilik yapmış olan oğlu ile gururlu büyükannem boğazlarından keserek biriktirdiği para ile (ayrıca babam da okul çıkışı çalışır kazandığını annesine verirmiş) terziye lacivert parlak kumaştan bir elbise dikmesini söylemiş.
Lacivert kostüm eve geldiği gün bütün aile hayranlıkla artık “contabl” (muhasebeci) olacak babamı yeni elbisesinin içinde bir süre seyretmişler ve sonra da belki de evdeki en değerli şey olan elbise ütüsü bozulmasın diye dikkatle dolaba kaldırılmış. Elbise “sözde” babamındı.
Aslında elbiseyi kimin ne zaman giyeceğine “dandini büyükanne”* karar veriyormuş. Babamlar 5 kardeşmişler (üç erkek ve iki abla) ve ailenin bu emtiasında büyükanneye göre çalışıp eve para getiren ortanca amcam ile büyüyünce doktor olacak olan küçük amcamın da hakkı varmış.
Ne yazık ki soramadım; “Bir düğün vesair olduğunda kardeşler düğün boyunca eve gidip yarımşar saat sıra ile elbiseyi giyip düğün yerinde görünüyorlar mıydı” diye? İnanın “evet” yanıtını almış olabilirdim.
Derken 1948’de ortanca amcam 18 yaşında yaşamını eski/yeni ülkede (İsrail) sürdürmeye karar verdi. Büyükbabam düşündü taşındı ve hem içi kan ağlayarak hem de sevinçle izin verdi.
Amcam bir gece küçük bir çanta ile gizlice köhne bir gemiye bindi ve gitti. Ertesi gün babaannem onun vesikalık fotoğrafını büyüttü ve evin en görülen yerine astı. Sanırım biz torunların/yeğenlerin, amcamızı saçları varken görebildiğimiz iki fotoğraftan biri odur.
Aylarca amcamdan haber alamadılar. Büyükannem gece gündüz ağlayıp dövünüyor izin verdiği için büyükbabama söyleniyordu ki sonunda bir mektup geldi.
Amcam kolektif bir çiftlikte tavuk yetiştirme işinde çalışmaya başladığını yazıyordu. Şortlu, sandaletli ters düşmüş lazımlığa benzeyen buruşuk şapkalı ikinci resmi de birincinin yanına asmışlar.
Aile derin bir nefes almıştı ama mektup ve resim büyükannemin özlemini derinleştirmişti. “Oğlumu görmeye gitmek istiyorum” diye tutturdu.
Çaresiz vapur bileti ve pasaport için (ailenin ilk pasaportu) seferber oldular. Babaannem vapura binmeden önce son gece, özenle saklanmış olan lacivert kostümün ortaya çıktığını gördüğünde babamın içi hopladı.
Babaannem kostümü, “rahatı yerinde” oğullarından alıp uzakta çile çeken diğer oğluna vermeye karar vermişti. Lacivert parlak elbise, 1949 yılında, çölün ortasındaki yoksul derme çatma çiftlikte, toz toprak içinde tavuk kümesinde çalışan amcama gitti.
O ülkede, 1970’lere kadar bırakın lacivert kostüm giyen, kısa pantolon ve sandalet dışında bir şey ile örtünene bile rastlanmamıştır.
Babamın gözbebeği elbise herhalde yıllar boyunca bir dolapta kalmış sonra da çiftlik envanterine damatlar için verilmiştir.
Amcam 1970 yılında ilk kez tekrar doğduğu ülkeye ziyarete geldiğinde 14 yaşında onu tanıdım. Damdazlak kafası, güneşten buruşmuş gözleri ve cildi ile fotoğraflarına hiç benzemiyordu.
Evimize geldiğinde küçük mütevazi salonumuza bakıp bana dönmüş ve “Evde salona neden ihtiyaç duyuyorsunuz? Dans mı edersiniz?” diye sormuştu.
O gün ailede bir de komünist olduğunu anladım ve ailemizdeki görüşlerin çeşitliliği ve renkliliği ile çok gurur duydum.
Moris Levi’nin Kibbutz’da yaşamını sürdürmüş amcası İshak Levi
– Öykünüzü paylaştık şimdi de sorumu sorayım; amcanızın İsrail’e göçü ve sosyalizme yönelimi Türkiye’de yaşayan Yahudiler için İsrail’e gitmeyi soğutan bir etken miydi?
Amcam bir istisna idi. 1951 yılında İsrail’e göç etti ve ömrünü sosyalist bir kolektif çiftlikte (Kibbutz) geçirdi. O çiftlikte yaşayanların ekseriyeti ateist idi.
O kadar ki amcam öldüğünde mezarı başında Kadiş (Cenaze namazı) okunmayacağından korkan öbür amcam Kadiş okumak için cenazeye koşmuştu.1960’lardan sonra İsrail’e giden Türk Yahudileri’nin hiç biri kolektif çiftliklere (Kibbutz) gitmediler.
Türk Yahudilerini ta 2000 li yıllara kadar İsrail’den soğutan, ülkenin zor bir ülke oluşu idi. Lisan zor. Alfabe daha da zor.
İsrailliler sert karakterli insanlar. 13-14 yaşında amcamı ziyarete gitmiştim. Çiftlikte çocuklar elma ikram ettiler.
Ben Türk usülü nezaketen önce “istemem” deyip ısrar edilmesini bekledim kimse ısrar etmedi önümde afiyetle meyveleri yediler. Amcama söylediğim zaman “Burası Türkiye değil, oradaki nezaketi burada arama” dedi.
Halen sokaklarda kadınlar erkekler bağıra çağıra kavga eder Ama asla kimse elini kaldırmaz. Kızım orada yaşıyor. “Baba burada cazgır olmaz isen hakkını yerler” diyor.
Bu uslüp, dil ve sıcak iklim bizim kuşak için çekici değildi. Sadece az sayıda mütedeyyin olanlar dinlerini yaşamak için göç etmişlerdi.
Daha sonra İsrail ekonomik ve teknolojik olarak çok gelişti. Ülkeye Rus ve Fransız Yahudileri yoğun göç ettiler ve ülke Avrupa kültüründen daha fazla etkilendi. Yaşama yeni bir yerde başlamak isteyen genç diaspora Yahudileri için cazip oldu.
– Sizin Yahudi kimliğinizi algılama şeklinize dönelim. Ailenizde genel itibariyle takip edilen adetler ve dinsel uygulamalar nelerdi?
Büyükanne ve büyükbabam hayatta iken bayram sofralarında toplanırdık. Pesah (Hamursuz) Bayramı’ndan hiç hoşlanmazdım. Bütün yemekler değişirdi çünkü. Açıkçası babam da ben de tutmazdık. Annem çok üzülürdü.
Evimizde Şabat akşamı Kiduş okunmazdı. Annem sessizce bir köşede Şabat mumlarını yakardı o kadar. Sadece her yıl Hanuka mumlarını coşku ile yaktığımızı anımsıyorum.
Öte yandan ilk gençliğimde gittiğim dernek çok muhafazakardı. Ben Yahudiliği 20’li ve 30’lu yaşlarımda önce kültürel anlamda kitaplardan ve entelektüel seküler Yahudi toplum liderlerinden öğrenmeye başladım.
– Hatırladığınız kadarıyla evinizde okunan temel kitaplar nelerdi? Bunların hangisi Judaica’ya (Yahudilikle alakalı) aitti?
Hiç Judaic (Yahudilikle alakalı) kitap okuduğumu ya da bulundurduğumuzu hatırlamıyorum. Evde Rus klasiklerinin ve Rus devrimi edebiyatçılarının kitapları vardı zaten.
Ben hep klasikleri okudum. Yahudilikle ilgili ilk izlediğim müzikal “Damdaki Kemancı” (Fiddler on the Roof) idi ve açıkçası etkilendim.
Daha sonra 20’li yaşlarımda kendi evimde Yahudi yazarları ve tarihini okumaya başladım. Isaac Bashevis Singer beni çarptı diyebilirim.
Philip Roth, Bernard Malamud, Amos Oz, A.B.Yehoshua gibi yazarlar daima Yahudi karakterlerin öykülerini yazıyorlardı.
Ben Yahudiliği ilk bu yazarlardan anlamaya başladım. Aslında bu yazarlar Yahudilik dinini de o zaman benim baktığım yerden gören yazarlardır.
– Peki 20’li yaşlara kadar fazla bir dini eğitim almadığınız ve Judaic kitaplar okumadığınız anlaşılıyor. Üstelik de Yahudi okulunda da okumamışsınız. Kendi toplumunuzun dışında mıydınız?
Benim gençliğimde Yahudi Toplumu’nun gençleri derneklerde toplanırlardı. Bu derneklerde tiyatro, sanat faaliyetleri yapılır, tartışmalar / münazaralar yapılır dolaylı yoldan Yahudi tarihi ve bakış açısı öğretilirdi.
Gençler bir arada olsun asimilasyon olmasın diye de toplum yönetimleri bu dernekleri madden desteklerlerdi. Yukarıda anlattığım o sınıfsal ve aile kökenlerinden oluşan kırılımlar bu derneklerde kendilerini gösterirdi.
Dört derneğimiz vardı ve bu dört dernek de çok farklı idiler. Ben önce kendi semtimin ve anne babamın arkadaşlarının çocuklarının gittiği derneğe gittim ama bir tür “head hunter” tarafından avlandım.
O dönemlerde benim okuduğum okul gibi okullarda okuyan öğrencilerin bir kısmı bu dernek yaşamını küçümser ve oralara gitmezlerdi.
Bu bakımdan yabancı dil bilen, iyi okulda okuyan dernek mensupları ile derneklerini zenginleştirmeye çalışan bir genç bana bir başka dernekte DJ’lik teklif etti. Düşünebiliyor musunuz?
1972 yılında 16 yaşında benim gibi bir gencin DJ olması demek üç rütbe birden atlamak demekti. Yaşamımda her zaman yaptığım gibi çok düşünmeden kabul ettim ve kendimi o dönemin en muhafazakâr gençlerinin olduğu dernekte yönetici olarak buldum.
DJ olamadım tabi ama partilerde DJ’nin yanında plakları kaplarına koyup çıkarma işini bana verdiler. Gülüyor.
Bunu niye anlatıyorum? Yaşamımdaki çeşitliliği göstermek istiyorum. O dernekte üniversiteye devam eden 200 kişi içerisinde 3-5 kişi olduk. Arkadaşlarım ailemde görmediğim kadar geleneklere bağlı ailelerin çocukları idiler.
Benim ailemin tukaka dediği Ladino dilinde tiyatro yapıyorduk. İlk bakışta eğitimsiz denilebilirdi ama öyle değildiler başka bir rasyonaliteleri vardı ve ben ailemdeki çeşitlilik sayesinde o rasyonaliteyi de seziyordum.
Öte yandan Türkiye’nin en eğitimli ailelerinin çocuklarını gönderdiği İngiliz okulunda okuyordum. Oradaki arkadaşlarımın değer yargıları o kadar farklıydı ki.
Ben her iki yaşam şeklini de iki ayrı roman gibi okudum, özümsedim ve sevdim.
Yaşam daha sonra beni babamın uzaklaşmaya çalıştığı Yahudi dininin düşünme ve yaşama biçiminin kalbine taşıdı. Böylece Türk Yahudi Toplumu yönetiminin içine girdim.
Önce gönüllü olarak sonra da profesyonel yönetici olarak toplumun kurumlarını yönetenlerin arasına karıştım.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu topraklarda da Yahudi yaşam şekli ve düşünme biçimi dini gelenek ve öğretilerden çok çok etkilenmiştir.
Lakin ben çok laik bir eğitim almama rağmen bu çevrenin içerisine girdiğim zaman benim gibi düşünen bir adam için burada inanılmaz zengin bir birikimin olduğunu gördüm.
Üstelik benim baktığım noktadan benim formasyonumla buraya bakıldığında bu birikim sanki bir misli daha zenginleşiyordu.
Çünkü bu metinleri dikkatle okuyup yorumlamaya çalışan mütedeyyin bir adam başka inançları, edebiyatı, tarihi felsefeyi ve bilimi bunlarla birlikte değerlendirmeyi günah sayar. Fakat benim böyle bir kaygım hiç yoktu.
– Peki, isterseniz kronolojik devam edelim Üniversiteyi hangi yıl bitirdiniz?
1980 senesinde bitirdim.
– 12 Eylül 1980 Darbesi ve sonrasında yaşananlar sizi nasıl etkiledi?
1970’li yılların sonunda nişanlandım ve 1980 yılında evlenmek üzere kendimizi programladık. O dönemde Türkiye gerçekten inanılmaz bir kan davasının içerisinde idi.
Bugün her gün pandemiden ölenlerin sayısı yayınlanıyor o dönemde de aynı sayılar kahvelerde sokaklarda tarananlar ya da evinde arabasında havaya uçurulanlara işaret ediyordu.
Yeni bir hayat kurup çocuk yetiştirecek isem eğer dünyanın başka bir yerine gitmeliyiz diye düşündük ve Avustralya’ya müracaat ettik. Bir sınava girdim ve kazandım Melbourne’da iş buldum.
Ancak tam uçak biletini alacaktık ki 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Haftasında Avustralya hükümeti, ülkede demokrasinin rafa kalktığı gerekçesi ile Türkiye’den göçmen girişini fiilen durdurdu.
İşyerinden bana vazgeçtiklerinin haberi geldi böylece Türkiye’de kaldık.
– “Turgut Özal’lı Yıllar” Türkiye Yahudi Toplumu’nu ne ölçüde dönüşme uğrattı?
Turgut Özal ve kurduğu Anavatan Partisi yalnız Türk Yahudi Toplumu için değil liberaller, muhafazakarlar, sosyal demokratlar hatta milliyetçiler için bir ümitti.
Türkiye çok karanlık dönemlerden geçmişti ve birleştirici, ümit ve güven verici, atılım yapmaya yönelik siyasete çok ihtiyaç duyuyordu.
Biz genç iş adamları olarak her sabah yaratılan yeni bir olanağı takip etmeye çalışıyorduk. “Türk Parasını Koruma Kanunu”nun kaldırılması, “Katma Değer Vergisi” gibi kararlar bir dönem ülkenin ekonomik yaşamı üzerine çökmüş çaresizlik bulutunu dağıttı.
Çoğunluğu tüccar ya da küçük esnaf olan Türk Yahudi Toplumu ülkedeki huzurdan da gelişmelerden de memnundu ve gençlerin göçü durdu. Ama uzun dönemde bu değişimlerden menfi yönde etkilendiler.
İnşaat, ağır sanayi, gıda gibi sektörler ve bilhassa devlete yönelik müteahhitlik hizmetleri öne çıktı ama bu dallarda Yahudi iş adamları yok denecek kadar azdılar. Bir kuşak içerisinde cemaat fakirleşti.
1980’lerin sonuna kadar zihninizde kalan Türkiye Yahudi Toplumu’ndan kimler var acaba?
30’lu yaşlarımda Yahudi Toplumunda yönetici adayı olarak bizleri çok etkileyen abilerimiz / büyüklerimiz oldu.
Aslında isim vermek istemiyorum ama başta 500. Yıl Vakfı Genel Sekreteri Nedim Yahya, uzun yıllar Türk Yahudi Toplumu liderliği yapmış olan Bensiyon Pinto ve halen sık sık görüştüğüm Naim Güleryüz’ün adını sayabilirim.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish
İlk yorum yapan siz olun