İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yara hâlâ kanıyor

Maraş Katliamı’nın üzerinden 42 yıl geçse de acılar hâlâ taze. Katliam esnasında Maraş’ta ilkokul öğrencisi olan hâkim Ertekin, 42 yıllık acının bilinmeyenlerini kitaplaştırdı. Ertekin, “Fail yargılanmamış, mağdur bir türlü şikâyetçi haline gelememiş ise katliam sürüyor demektir” diyor ve ekliyor: “Maraş’ı toptan yok oluşundan kurtaran etken, direnişin ta kendisidir”

Uğur ŞAHİN

BUNDAN tam 42 yıl önce bu toprakların en utanç verici olaylarından biri yaşandı: Maraş Katliamı… Hedeflerinde Aleviler ve solcular vardı; 19 Aralık 1978’te başladı, 26 Aralık’a kadar sürdü. Resmi verilere göre 111 kişi hayatını kaybetti, 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı. 23 yıllık “yargılama”da 804 kişi hâkim karşısına çıktı; sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1 ile 24 yıl arasında hapisle cezalandırıldı. Sonra ne mi oldu? Ceza alanlar bir bir serbest kaldı…

Peki, Maraş Katliamı’nın bilinmeyenleri neler? Bu soruya “Maraş Katliamı Vahşet, Direniş ve İşkence” isimli kitabının derleyeni Orhan Gazi Ertekin ile yanıt aramaya çalıştık. Aynı zamanda Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı olan ve hâlâ hâkim olarak görev yapan Ertekin ile hem Dipnot Yayınevi’nden çıkan kitabı hem de 42 yıllık acı Maraş Katliamı’nı konuştuk.

İlk olarak şuradan başlamak isterim: Kitabın belki de en çarpıcı noktalarından biri, o dönemin çocuklarının gördüklerini ve yaşadıklarını kaleme almaları… Siz de Maraşlısınız. Nasıl bir kent var hafızanızda?

Maraş Katliamı sırasında bir ilkokul öğrencisiydim. O günlerden sonra arkadaşlarımın birer birer adeta ortadan kaybolmaya başladıklarını gördüm. Beraber büyüdüğüm, beraber okula gittiğim arkadaşlarımın birer birer okuldan da komşuluktan da uzaklaşmaya başladıklarını görmemek hiç elde değildi. İlkokul, ortaokul ve lisede de devam eden bir “göç” biçiminde yaşanıyordu. Fakat garip bir göçtü bu. Hızla ve aniden gidiyorlardı. Mersin’e, İstanbul’a gittiklerini duyuyorduk. Fakat hiç haber gelmiyordu. Neredeler, ne yaptılar, ne haldeler, hiç anlayamamıştım. Çocukluğum birer birer boşalıyor gibiydi. Daha önemlisi beraber büyüdüğüm çocukların hayata bir pamuk ipliği ile bağlı olmaları, rüzgârda savrulan yapraklar gibi dağılıp gitmeleriydi. Üniversiteye kadar kalabilen son birkaç arkadaşım da daha okullarını bitirmeden yurtdışına gitti. Çocukluğum çorak bir dünya haline gelmiş aynı anda adeta şehir boşalmıştı. Benim hafızamda Maraş sürekli boşalan, hayatı sürgün edilen, kurak, çorak bir kent olarak kalakaldı öyle… Çocuklukta kaybettiğim arkadaşlarımın çoğunluğuyla ancak 20-30 yıl sonra sosyal medya sayesinde görüşebildik. Fakat hiçbiri Maraş’ta değillerdi. Maraş adeta Londra’ya taşınmıştı. Köln’e, Berlin’e, Paris’e gittiğimde Maraş’ı yaşıyordum. Fakat Maraş’ta bir yabancı gibi kalmıştım. Kritik olan an ise Maraş pogromunun ta kendisiydi.

yara-hala-kaniyor-819683-1.Resmi verilere göre, 111 kişi öldürüldü; yüzlerce kişi yaralandı, 210 ev ve 70 işyeri tahrip edildi. Sizce bu veriler ne kadar güvenilir? Zira katliam tanıklarının aktardığı sayılar farklı.

Maraş Katliamı’ndaki hiçbir resmi veri, hiçbir istatistik gerçeği yansıtmaz. Boşuna istatistik için ‘politik matematik’ dememişler. İktidarların çıkarlarına göre dönüşen sayıların gerçekle hiçbir bağı kalmaz. Kaldı ki insan hayatını saymak pek kötü ve şeytani bir icattır. Fakat onu bile yapamayan, belki de yapmak istemeyen; sayıları sürekli olarak ve anlık değiştirebilen bir siyasi gelenek ile karşı karşıyayız. Oysa o sürecin başından sonuna kadar merkezi noktalarda bulunan birçok kişi, ölenlerin 500-1000 civarında olduğu kanaatlerini paylaşıyorlar ki onlar her zaman devletten daha güvenilir oldular.

“Katliamı kim yaptı” sorusu da önemli. Ülkücülerin devlet desteğiyle gerçekleştirdiği ortada. Fakat siz, sanıkların önemli bir kesiminin orta yaşlı kadınlar olmasına dikkat çekiyorsunuz. Bunun verdiği mesaj nedir?

Maraş Katliamı’nda üçü çok yaşlı, 30 civarında orta yaşlı ama toplamda 60’a yakın kadın var. Sanıkların yaş ortalamaları ise 34. Bu sadece orta yaşlı kadınların değil, tüm sanıkların çok önemli bir kısmının orta yaş ve üzerinde olduğunu göstermekte. Yaşlı ve orta yaşlı kadınlar ise hemen tümüyle mahallelerdeki suç eylemleri ile ilgilidir. Merkezde neredeyse hiç yok. Bunun anlamı, yaşlı ve orta yaşlı kadınların suç eylemlerini hemen yanı başındaki komşularına yönelttikleri gerçeğini ortaya koymasıdır. Aynı durum yaşlı ve orta yaşlı erkekler için de geçerlidir. Bir başka önemli mesaj ise “Allah için savaşa” gittiklerini söyleyen bu kimselerin, gerçekte büyük oranda “talan” için şiddete başvurduklarıdır. Maraş Katliamı’nda “iman” ile “talan” iç içe geçmiştir ve hangisinin sahte olduğunu düşünmek gereksizdir. Çünkü her ikisini yan yana getiren, üst üste geçiren bir pratik oluşmuştur karşımızda.

Sağın “Kahramanmaraş olayları” tanımlaması, solun suçlanması ve “karşılıklı öldürme” tanımlaması o dönem bilinçli yapılan bir şey değil mi?

Bu adlandırma Türkiye şiddet tarihinin en klasik ifadelerini barındırır. Bir defa şiddetin devlet dışı, eşit nitelikteki toplumsal failler tarafından yapıldığı, katliamın her iki grup arasındaki bir hırlaşma ve sürtüşmeden doğduğu inancını yaygınlaştırmak için kurgulanmıştır. Buna inanmak için Türkiye’yi, Türkiye’nin son yüz yıllık siyasal ve hukuksal düzenini hiç bilmemek gerekir. Türkiye’de devletin ve siyasal teşkilat yapısının nezaret etmediği neredeyse hiçbir kitlesel katliam yoktur. Bu durum katliamların, bir defa, eşitsiz ve hiyerarşik taraflar arasındaki bir şiddet zinciri olarak ortaya çıkmasına yol açar. Yani “olay” denilen şey gerçekte bir olay değildir daima. O olay gerçekte bir “siyasal düzenek”tir. Türkiye’de “sosyal isyancılar” dışındaki eşkıyalıkların ve eşkıyaların arkasında nasıl yerel beyler ve merkezi güçler var ise kitlesel katliamların arkasında da benzer güçler olmuştur. Dolayısıyla burada şiddet bir “düzen” meselesidir. Bir hukuk meselesidir. Eğer şiddete dönük negatif bir tutumunuz yoksa bizzat cezasızlık nedeniyle zaten şiddeti beslemiş olursunuz. Kaldı ki pozitif desteklerin de ciddiyetle araştırılıp ortaya çıkarılması gerekir. Fakat Türkiye’de bunu yapabilecek bir hukuk ve yargı geleneği de hiçbir zaman olmamıştır. Bunu açığa çıkarmaya çalışan neredeyse tek savcı olan Doğan Öz’e ise Türkiye’yi hukuk devleti yapma gayretinin bedeli ödetilmiştir.

yara-hala-kaniyor-819685-1.Kitabınızda Maraş Katliamı’nda haliyle biraz arka planda kalan ve aktarılana göre 10-15 bin insanın yaşamını kurtaran bir direniş pratiği sergilendiğine işaret ediyorsunuz. O direnişi araştırırken katılanlarla birebir görüşmeler yaptınız. 15-20 genç, nasıl 15 bin insanın hayatını kurtarıyor?

Maraş Katliamı’nda olağanüstü bir direniş yaşanmıştır. Fakat maalesef bu pek bilinmez. defa kendilerini koruyan Oysa Maraş’ı toptan yok oluşundan kurtaran etken, direnişin ta kendisidir. Bu da Maraş Katliamı’ndaki cinayet, linç ve kırım potansiyelinin sanıldığının çok üstünde olduğunu göstermektedir. Direniş güçlerinin zayıflığı ve azlığını bir mucize haline getiren birçok etkenden bahsedilebilir. Bir Yörükselim ve Karamaraş mahallelerinde tehlike altında kalan halkın toplam 20-30 kişilik küçük grupların önderliğine kendiliğinden katılması oldukça ciddi bir etkendir. İkincisi direnişçilerin yaratıcılık, kararlılık, cesaret ve zekâsıdır. Soba borusundan ateş ederek, birkaç mahalle öteye kadar ulaşabilen bir “top atışı” etkisi yaratmak başlı başına bir korku ve tereddüt etkisi yaratmıştır saldırgan güruh içinde. İlk saldırıya tereddüt edilmeden kararlılıkla karşı konulması da direnişin dışardan değerlendirilmesinde varlığının ötesinde bir güç gibi görünmesini sağlamıştır. Oysa direnişçilerin elinde tek bir uzun namlulu silahtan-ki o da büyük bir şans eseri ve katliamın başlamasından bir gün önce “Komünist Osman” tarafından verilmiştir- başka bir savunma güçleri yoktur. Ruhsata tabi nitelik taşıyan birkaç tabanca ve birkaç dinamit… Hepsi bu. Fakat kararlılık ve cesaret bütün bu zayıflıkları bir mucize haline de getirmiştir. Öyle bir kararlılık ki direnişçiler sadece kendi hayatlarını esas alan bir süre içinde direnmemişler muhtemel ağır saldırılarda kendileri öldürüldükten sonraki savunmayı bile hazırlamak için evlere ulaşarak ellerindeki su ve yağları kızartmalarını ve kullanmalarını bile öğütlemişlerdir. Direnişin direnişçileri ve güçlerini bile aşacak bir olağanüstü etki göstermesinin temel sebepleri bunlardır.

Kitapta, Maraş Katliamı ile 12 Eylül arasındaki bağlantı için, “12 Eylül’ün kurucu şiddetidir” saptaması yapıyorsunuz. Askerlerin yaşananlara müdahale etmekte geciktiği de malum. Kurucu şiddetten kastınız nedir?

Kurucu şiddetten; yani Maraş Katliamı’nınkriminal laboratuvarını 12 Eylül devletinin resmi siyasal faillerine taşıma sürecinden iki kastım var. Birincisi 1960’ların sonundan itibaren yükselen yeni dinamik toplumsal güçlerin Maraş Katliamı ile açık fiziksel imhasıdır. İkincisi ise yine 1960’larla birlikte yükselen devlet içindeki demokrat güçlerin, demokrat devlet kadrolarının olağanüstü fiziksel tasfiyesi ile muhafazakâr sağ bir devlet kadro kültürünün oluşturulmasıdır. Demokrat polis, demokrat öğretmen bu katliam ile birlikte çok can alıcı yaralar almış ve 12 Eylül Darbesi’nin son müdahalesi ile de bir daha toparlanamaz hale gelmiştir. O aşamadan sonra tıpkı 1965 darbesi sonrasının Endonezya’sı gibi şiddetten beslenen, şiddeti normalleştiren bir devlet kültürü kesinleştirilmiştir.

Katliam yaşandığı sırada hükümet CHP’de. Ancak CHP, katliamın kendisine yapıldığını ve hedefin Cumhuriyet olduğunu söylüyor. Birincisi katliamın hedefi Cumhuriyet mi? İkincisi katliama dair kimi MİT raporları Ecevit’in kişisel arşivinden çıkıyor. Başbakan ve İçişleri Bakanı bilgileri kamuoyuyla paylaşmıyor, hesaplaşma yerine “mahrem bilgi” olarak saklanıyor. Oysa CHP, bu katliamın kendilerine yönelik olduğunu savunuyor. Bu zıtlığı nasıl değerlendirirsiniz? Buradan hareketle Ecevit’in ihmali için ne söylemek mümkün?

Ecevit’in katliamın somut faillerini isimleri ve eylemleri ile bildiren bilgileri soruşturmadan ve yargıdan saklaması ihmal ile işlenebilecek bir suç değildir. Olsa olsa kasıt ile işlenebilir. Üstelik de MİT belgesinin üstüne “ciddi bir kaynak” şeklinde yazan bir başbakanın bunu yapması daha ciddi bir sorundur. Ben büyük ihtimalle sonradan Mehmet Ağar’ın söylediği, “Bir tuğlayı çıkarırsak, duvar yıkılır” sözünü Ecevit’in o günlerde içinden söylemiş ve tuğlanın yerinde durması gerektiğini düşünmüş olabileceği kanaatindeyim. Kuşkusuz bu bir spekülasyon. Fakat spekülasyon olmayan şey, Ecevit’in soruşturma ve yargıdan belge saklamış olmasıdır. Diğer yandan Maraş Katliamı’nın CHP’ye karşı işlendiği kısmen söylenebilir. Öldürülenlerin büyük çoğunluğu CHP seçmeniydi. Sonradan Maraş Katliamı davasını takip eden müdahil avukatlardan Ahmet Albay ki -Ahmet ve Bülent Şık’ların dayılarıdır- CHP Adana il Başkanı’ydı. Daha başka örnekler de sayılabilir. Burada asıl sorunuzu cevaplamak için Avukat Zeki Tekiner’in katledilmesi ve sonraki süreçler üzerine son tartışmaları da hatırlamamız yerinde olacaktır. Bu devlet suçlarına ve faillerine dair herhangi bir tuğlayı yerinden oynatmak istemeyen ve hatta bu tür katliamlarda askeri-siyasi hazırlıklar konusunda şüpheli çok fiili olan “Cumhuriyet Seçkinleri” ile katliamda öldürülen CHP’liler arasındaki siyasi farkı ortaya koymaya yardımcı olabilecek bir başka örnektir. Aynı durum Maraş Katliamı’nda da yaşanmıştır. Adana İl Başkanı, katliamın müdahil avukatlığını yaparken öldürülmüş, buna karşılık aynı partinin başkanı suç delillerini saklamıştır. Tıpkı bugünkü Tekiner üzerine yapılan tartışmalar gibi… Bu katliamların Cumhuriyete karşı bir irtica ayaklanması veya kalkışması olarak kabul edilmesi bugüne kadarki klasik adli stratejilerin bir özetidir ve hem yanlış bir hukuki stratejiden hem de yanlış bir tarih yazımından kaynaklanır. Ben Türkiye’nin son yüz yıllık kurucu ilişkilerinin “Cumhuriyetçi Seçkinler”, “Milliyetçi baronlar” ve “İslamcı müteşebbisler”in ortak eylemi ile gerçekleştiği kanaatindeyim. Son yüz yıllık kurucu hukuk kadar kurucu şiddet de bu tarafların ilişkileri, kimi zaman iç içe geçmesi, kimi zaman iktidar katmanı içindeki çatışmalarından doğduğunu düşünüyorum.

Kitap için mülakat yaptığınız isimlerden Derviş Koç, katliamın aylar öncesinden bilindiğini söylüyor. Sizce de biliniyor mu?

Derviş Koç bizzat Vali tarafından kendisinin de aralarında olduğu bir grup öğrenci temsilcisine müstakbel bir Maraş olaylarının planlandığını duyurduğunu ifade etmiştir. Kaldı ki bu ifade, zaten sonradan Bülent Ecevit’in “mahrem” bir bilgi haline getirerek arşivinde sakladığı belgelerden de doğrulanmaktadır. Hatta bu belgelerde daha fazlası da söylenmekte ve katliamın kimler tarafından planlandığı ve nasıl çalışıldığı, MİT’teki çekişmeler ile bağlantılı olarak gelişmelerin nasıl planlandığını da ortaya koymaktadır.

yara-hala-kaniyor-819684-1.

Dava dosyasının, “devlet sırrı” denilerek verilmemesini bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Buradan hareketle katliam yargılaması için neler söylemek gerek? Karşınıza nasıl bir fotoğraf çıktı? Ülke tarihindeki katliam yargılamalarıyla benzerlikleri ya da farklıları var mı?

Türkiye’de katliam mağdurlarının kendilerini soruşturma ve yargılamalar süreci içinde doğru biçimde konumlanmasını sağlayacak bir adli strateji maalesef olmamıştır. Bunun üzerine neredeyse hiç düşünülmemiştir. Bu da geleneksel güçlerin adli stratejilerinin devralınmasını ve onların birbirleri ile mücadelelerinin bir nesnesi olunmasına yol açmıştır. Tam da bu nedenle Maraş Katliamı davası son yüz yıl içindeki bütün büyük davaların yaşadığı serüveni izlemiş; iktidar değişimine veya iktidarların değişen çıkarlarına bağlı olarak yeniden ve yeniden şekillendirilmiştir. Ergenekon Davası nasıl yeniden kurgulanmış, faillikten kahramanlığa doğru ilerlemiş ise, tıpkı Irkçılık-Turancılık Davası nasıl suçtan milli ideolojiye evrilmiş ise Maraş Katliamı davası da davanın başladığı bir buçuk yıldan sonra bu kez mağdurların katliamın faili haline getirilmiş ve bu yargılamalarla katliamın resmileştirilmesi de sağlanmıştır. Devlet sırrı olması da kuşkusuz ki bu yargılamalar içindeki gerçeklerin bir politik ve hukuki derse dönüştürülmesini önlemektir. Kaldı ki aslında hukuken bir yasal zemine dayanmasa da bu tür yargılamaların gerçekte yargı tarafından değil “devlet” tarafından yapıldığının üstü kapalı bir itirafı olarak da görmek gerekir bu devlet sırrı iddiasını…

Katliamın üzerinden 42 yıl geçti, “katliam” yerine “pogrom” diyorsunuz. Hatta bunun “soykırım tehdidi” olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Pogrom etnik, kültürel, dinsel-mezhepsel ve sınıfsal hiyerarşilerin bulunduğu siyasal rejimlerde olur. Çünkü pogromda şiddet ideolojik-politik bir zemini, bu zemini besleyecek bir teşkilat yapısını ve bunların da toplumsal alandaki hâkim pratikler, gelenekler ve zihniyet kalıpları ile üst üste geçmesini gerektirir. Yani pogrom devletsiz yapılamaz ve sadece toplumsal, etnik-kültürel, mezhepsel tarafların çatışmasına atfedilebilecek bir “şiddet festivali” değildir. Devlet şiddeti ile toplumsal şiddetin iç içe geçtiği yerlerde yaşanır. Maraş Katliamı da tam bu ikisinin kesiştiği yerde gerçekleşmiştir. Bu da kaçınılmaz olarak soykırım tehdidini daimî kılar. Çünkü pogrom aynı zamanda zayıf toplumsal, kültürel ve sınıfsal grupların aralıksız ve farklı tarihsel anlarda sürekli saldırıya açık olması demektir. Kaldı ki Maraş Katliamı, özellikle Alevilerin ve Alevi Kürtlerin sırf kimliklerinden dolayı katledildikleri bir katliamdır ve bir soykırım olarak da değerlendirilebilir.

Peki, son olarak Maraş’ta yüzleşme olmadı. Siz, Maraş Katliamı’nın geçmiş değil, hâlâ sürdüğüne dikkat çekiyorsunuz. Yani katliam, 19-26 Aralık tarihiyle sınırlı tutulamaz diyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Nasıl sürüyor?

Fail yargılanmamış ve hâlâ fiillerine devam ediyorsa ve mağdur ise bir türlü şikâyetçi haline gelememiş ise katliam sürüyor demektir. Fail kendisine sadece kriminal değil, aynı zamanda politik bir gelecek de örüyorsa buna karşılık mağdur, Maraş Katliamı’ndan kurtulmasına rağmen hâlâ hayatta kalmaya çalışıyorsa, yani hâlâ ölümden, yok olmaktan kurtulamamış ise katliam sürüyor demektir. Katliamda hukuki ve fiili bir kesinti yoktur yani. Bir başka yandan şunu da söylemek gerekiyor: Katliamlar normal yurttaşlar tarafından genellikle geçmişte ve tek defada işlenmiş cinayetler serisi olarak anlaşılır. Bunun birkaç sonucu vardır. Birincisi katliamların kötü ve şeytani insanlar tarafından işlendiği zannedilir. İkincisi bu katliamların geçmişte olduğu ve bugün ve gelecek ile alakalı olmadığı düşünülür. Üçüncüsü ise bizim ile alakalı olmadığı zannedilir. Oysa bunların tam tersidir ve eğer gerçek bir yüzleşme yapmamışsanız, o katliam doğrudan bugünle ve bizimle ilgili hale gelir.


BirGün Gazetesi

Yorumlar kapatıldı.