İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Defne Suman: Okurlar yüz yıl sonrasının tasavvurunda bugünü göreceklerdir

Ceren Gür

DUVAR – Günümüz edebiyatının kendine has kalemlerinden Defne Suman, yeni romanı ‘Yağmur’dan Sonra’ ile okurlarının karşısında. Alışık olduğumuz hikayelerinin dışında çok farklı bir anlatıyla karşımıza çıkan Suman, bir distopya üzerinden günümüze de ışık tutuyor ve fazlaca gerçek bir hikaye anlatıyor.

Defne Suman ile kitabını konuştuk.

Öncelikle kitabın nasıl bir ortaya çıkış hikayesi var?

Bundan önceki üç romanım (‘Emanet Zaman’, ‘Yaz Sıcağı’ ve ‘Kahvaltı Sofrası’) bir üçlemeydi. Onları birleştiren noktayı, kabaca saklı kalmış tarihin günümüz aile dinamiklerine yansıması diye tarif edebilirim. ‘Kahvaltı Sofrası’nı bitirdiğimden beri hem içerik hem de biçim olarak bir yenilik arayışındaydım. Beni zorlayan ama kalemimi incelteceğine inandığım öykücülüğü denemek istedim. Öyküde nokta atışı yapmalısınız. Öykü affetmez. Bir kitap oluşturacak kadar öykü yazdım. ‘Yağmur’dan Sonra’ da o öykülerden biriydi aslında, fakat sonra dallanıp budaklandı, romana evrildi. Diğer öyküleri kenara koyup tüm dikkatimi ona verdim.

Kitabı yazmaya başlarken nasıl hislerdeydiniz, bittiğinde nasıl hissettiniz?

Büyükada’nın Hristos Tepesi’ndeki eski Rum yetimhanesinde geçen bir öykü yazmak istiyordum. Hatta bu fikir aklıma, tam da oradan geçerken düştü. Geçen sonbahardı. Ben hâlâ düzenli olarak Atina-İstanbul arasında yolculuk ediyordum. İstanbul’a her gelişimde de muhakkak Büyükada’ya gidiyor, çamlı tepelerde yürüyüp yeni öyküler hayal ediyordum. Başlarken denize karşı bir çam ormanındaydım. Bitirdiğimdeyse Covid-19 dünyayı sarmıştı, evden çıkmadan yaşamı sürdürüyorduk. Atina’dan ayrılamıyordum. Evde saatlerce oturup okuyup yazabileceğim bir düzen kurmuş olmama rağmen, eski yüksek tempolu yaşamımdakine oranla daha fazla sıkışmış hissediyordum kendimi. Üstelik yeni romanım çıkmıştı ve onu elime bile alamamıştım henüz. (Hâlâ da alamadım. Gümrüğe takılmış!)

Tam da içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde, bu zamanın ruhuyla o kadar uyumlu bir hikâye ki… Sizin karantina süreciniz nasıl geçti, geçmekte?

Ben Atina’dayım. Mart 2019 öncesindeki düzenimde her ay İstanbul’a gider, orada dokuz gün kalırdım. Bu düzen beni yorardı ama zinde de tutardı. 12 Mart’ta Atina-İstanbul arasındaki uçuşlar durduruldu. İki ülke arasındaki havayolu o günden sonra bir daha açılmadı. Ben, eşim, onun ailesi ve kedilerimizle beraber Atina’daki evimizdeyim. Eşim MS hastası olduğundan, yüksek risk grubunda. Sıkı önlemler alıyoruz. Hemen hemen hiç dışarı çıkmıyoruz. Tahammül çıtamızı yükselterek, elimizdekilere şükrederek, yeni normalimiz içinde üretmeye çalışarak geçiyor günler. Hasret var tabii. Onu hiçbir şey geçiremiyor. İstanbul’u çok özlüyorum.

‘YAZABİLMEK İÇİN BAZEN DIŞARI ÇIKMAK GEREKTİĞİNİ KAVRADIM’

Bu dönem gerek edebi açıdan gerekse gündelik yaşamınızda ne gibi uyanışlara vesile oldu sizin için?

Aslında bu dönem benim için verimli geçti, geçiyor. Romanlarım İngilizce başta olmak üzere dünyanın pek çok diline çevrilmeye başladı. 2021’de dünyanın farklı noktalarından okurlar edineceğim. Heyecanlıyım. İngilizce çevirileri satır satır okuyorum, çevirmenime öneriler gönderiyorum. Her bir kitabımı yeniden yazmak gibi bir şey oldu bu. Bir yandan da ‘Yağmur’dan Sonra’yı bitirdim. İnsana sınırsız zaman verildiğinde nasıl da tembelleşebildiğini gördüm. Bu yüzden de kendime sınırlar koydum. Bir saat yaz, sonra ayağa kalk, bir saat ev işi yap, sonra bir saat yürü, geri dön bir saat daha yaz. Yoksa dikkatim dağılıp gitmeye müsait. Ne kadar sıkışırsam o kadar verimli çalışabiliyorum. Ayrıca yazmanın sadece eve kapanıp cümle kurmak olmadığını, yazabilmek için bazen de dışarı çıkmak gerektiğini kavradım. Dışarı çıkmak derken parkta yürümekten bahsetmiyorum. İnsanlar arasına karışmak… İnsanlar derken de yakınlarımızı kastediyorum. Dostlar, aile, öğrenciler, hocalar… Ortak anıları ve hatta aşina tansiyonları barındıran temasların yaratıcılık için ne kadar önemli olduğunu kavradım. Burada, Atina’daki evde, akvaryumdan dışarı bakan bir balık gibi hissediyorum bazen kendimi. Bir gün yeniden dünya üzerindeki hareket özgürlüğümüze kavuşursak kendimi fazla çalışarak yormayacağım. Sevdiğim insanlarla, özlediğim insanlarla İstanbul’umda vakit geçireceğim.

Yağmur’dan Sonra, Defne Suman, 160 syf., Doğan Kitap, 2020.

Kitap bir distopya ruhu taşıyor, ama aynı zamanda gerçeğe de çok yakın. Zaten içinde yaşadığımız dönem de biraz öyle bir hal aldı. Siz ne söylersiniz bu konuda?

Hint kozmolojisini oluşturan Vedalar, yaşadığımız dönemin Kali Yuga olduğunu söyler. Kali Yuga evrenin son çeyreğidir. Biz de o son çeyrekte yaşıyoruz. Kıyamet gününe giden asırlar diye de düşünebiliriz bu dönemi. Yangınlar, depremler, savaşlar, kötülüğün yüceltilmesi ve türlerin sonu. Bizden sonrasında bu yıkımın ivme kazanarak devam edeceği kesin. Ben başta, eski Rum yetimhanesinde geçen bir öykü yazmaya karar verdiğimde, onu geçmişte mi yoksa gelecekte mi geçirsem diye biraz düşündüm. Tarihi romanı ‘Emanet Zaman’ ile tecrübe etmiştim, bu da gelecekte geçsin dedim. Özellikle bir distopya yazmak değildi niyetim ama yüz yıl sonrasına taşırsak bir hikâyeyi, siyasi, kültürel hayat nasıl olur, insanlar bir günlerini nasıl geçirirler diye uzun uzun düşündüm. Sosyolojik bir mühendislik denemesiydi benimki. Sonuç distopyayı andırıyorsa, bugünden ipuçlarını yakaladığımız geleceği başka türlü tasavvur edemeyişimdendir.

Bir yanıyla bir büyüme ve dostluk hikayesi… Nasıl bir yolculuk Kaya, Bulut ve Yağmur’un hikayesi?

Kulağa tuhaf gelebilir ama çocukken ve sonra ilk gençliğimde yatılı okulda okumak isterdim. Belki çok fazla Enid Blyton okumaktan. Belki apartmanda yaşayan tek çocuk olmaktan. Bütün çocukların yatakhanede uyuduğu, sabah uyanıp uzun masalarda yemek yedikleri, etüt saatleri, banyo günleri olan bir okul yaşamı, hasretini çektiğim bir şeydi. Kaya, Bulut ve Yağmur böyle bir hayat sürüyorlar. Yetimhane klişelerinden de özellikle kaçındım. Barınak’ın müdiresi ve öğretmenleri, yani Analar, sert ama çocukları seven karakterler. Ruhsal gelişimin iyice kısıtlandığı bir dünyada çocukları manevi anlamda beslemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çocuklar her yerde ve her çağda olduğu gibi çocuklar burada da. Kıskançlar, eksiklik hissiyle dolular, diğeri olmak istiyorlar, gelecekte onları daha iyi bir hayat beklediğine inanıyorlar. Büyüyünce de anlamlı, derin tüm yaşantıların aslında çocukken, dostken, Barınak’taylen yaşanmış, bitmiş olduğunu anlıyorlar. Hepimiz gibi.

Kitabınızı okurken Ursula K. Le Guin’i çokça hatırladım. Siz yazarken nelerden, kimlerden esinlendiniz?

En çok Margaret Atwood. Ben LeGuin’den çok Atwoodcuyum galiba! Dikkatli okur ‘Yağmur’dan Sonra’nın baştan sonra Antilop ve Flurya ile konuştuğunu, geleceğe dair pek çok unsuru ‘Damızlık Kızın Öyküsü’ ile ‘Ahitler’le paylaştığını görebilir. ‘Yağmur’dan Sonra’daki Ishiguro’nun ‘Beni Asla Bırakması’nın izleri de dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. Zaten bir sahnede, Yağmur ile Kaya bu kitabın onları nasıl etkilediğini aralarında konuşurlar. Tom Robbins’in ‘Parfümün Dansı’nı da bu kitabı yazarken baştan okudum. Kudra ile Alobar’ın öyküsü de birçok bölümde kendini belli ediyor. ‘Tutunamayanlar’ın Orta Asya’da geçen ve beni her defasında çok güldüren bir bölümü vardır. Lider’in ülkesi Vatan’ın kültürel politikasını düşünürken oradan esinlendiğimi de eklemeliyim. Ve tabii Edip Cansever. ‘Sonrası Kalır’. Her gün Cansever okuyarak dilimi akort ettim. Ne de olsa bu bir Son öyküsü. İnsan ırkının sonu.

‘YAĞMUR’DAN SONRA’DA GERÇEĞİ YALANDAN AYIRT ETMENİN İMKANSIZLIĞININ SON NOKTASINI GÖRÜYORUZ’

Kitap her ne kadar sembol ve alegorilerle yüklü olsa da yaptığı göndermeler ve işaret ettiği şeylerle politik bir tarafı da var gibi hissettirdi. Buna dair ne söylersiniz?

Elbette. Geleceği bugünün uzantısı olarak düşündüğümüzde, bugün tohumu atılan tüm siyasi manevraların, beyin yıkamaların, fanatikliğe varan kutuplaşmanın, gerçeği yalandan ayırt etmenin imkânsızlığının son noktasını görüyoruz ‘Yağmur’dan Sonra’da. Öyle sanıyorum ve umuyorum ki okurlar yüz yıl sonrasının tasavvurunda bugünü göreceklerdir.

Bu süreçte en çok neleri okudunuz?

Zeynep Sayın’ın ‘Ölüm Terbiyesi’ ve Nurdan Gürbilek’in ‘İkinci Hayat’ı beni derinden etkileyen iki inceleme kitabı oldu. Barış Bıçakçı’nın daha önceden okumuş olduğum kitapları da dahil tüm kitaplarını okudum. Ayhan Geçgin’in de öyle. Kerem Eksen’in ‘Buradayız’ romanını yeni bitirdim. Çok beğendim. Ayfer Tunç’un ‘Osman’ı çıkar çıkmaz Atina’ya sipariş oldu tabii. Sıkı bir Tunç okuruyum. Yabancılardan Broch Büyülenme, David Keyes-Algernon’a Çiçekler, Ian McEwan-Fındık Kabuğu, David Grossman-Bir At Bara Girmiş ve Margaret Mazzantini- Sabah Denizi. İlk aklıma gelenler bunlar.

‘Yağmur’dan Sonra’nın sizin için önemi nedir?

‘Yağmur’dan Sonra’ benim beşinci romanım. Diğerlerine kıyasla kısa bir roman. Biçimde de içerikte de yeni bir şeyler denemeye cesaret ettim. Sıçrama olmasa bile edebiyatımın bu romanla makas attığını düşünüyordum. Bu makasın açtığı yolda giden tren beni nereye götürecek henüz bilmiyorum ama heyecanlıyım. Yenilik başımı döndürmüştür zaten daima.


Gazete Duvar

Yorumlar kapatıldı.