Vahap Coşkun
Diyarbekir’e de bir haller olmuştur. Şehir, eski şehir değildir. Kıbrıs’ta cereyan eden hadiseler ahengi bozmuş, şehrin üstüne kara bulutlar toplanmıştır. Kıbrıs’ta Rumların Müslümanlara yaptıklarının faturası Diyarbekir’deki gâvurlara çıkarılır. Neticede bir tarafta Müslümanlar, diğer tarafta gâvurlar vardır ve herkes tarafını seçmek zorundadır.
Diyarbekir, kültürlerin ve kimliklerin harman olduğu bir şehir; her kimlik kendi birikimini şehrin hazinesine damıtır, şehrin mutfağının güzelliği ve zenginliği buradan kaynaklanır. İrma da mahir bir kadın; Diyarbekir mutfağının bütün sırlarına vakıf ve eli de hünerli. Katohli (Katıklı) dolmasını yiyen ecêp kalır (hayrete düşer), meftunesine ve yanında sade yağla pişirdiği Qerejdağ (Karacadağ) pirincinden yapılan pilavına rast gelen parmaklarını sofrada bırakır. Sumaklı dolmasının, ayvalı kavurmasının, patlıcan turşusunun, etli bulgurunun, kibe mumbarının, evde yaptığı vişne şurubunun ve kaburga dolmasının tadını ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim!
Mutfağı sever İrma; kocasına sabah, öğlen ve akşam en güzel yemekleri yapmaktan büyük bir zevk alır. Bazı sabahlar Bedros, güne sımsıcak bir halkalı tatlı ile başlamak için erkenden evden çıktığında İrma kara çörek otlu, mahlepli, tarçın katılmış sade yağlı Diyarbekir çöreği ile bir baş erimiş örüklü peyniri paket yapar “Al buni, tükende yersız” diyerek kahvaltısız bırakmazdı eşini.
“Suli Namaz”
Sadece mutfağı değil delileri de meşhurdur Diyarbekir’in. Ahali sever delileri, sahip çıkar, normal hayatın bir parçası kılar onları. Mesela bir gün Terzi Hayrettin oğlunu alır Cuma namazına gider. Diyarbekir’deki birçok kişi gibi vakit namazları ile arası pek yoksa da Cuma namazlarını aksatmaz. Bunun için Melle (Molla) Sait’ten düzenli olarak azar işitse de ne vakit namazlarına başlar ne de Cuma’dan vazgeçer.
Neyse, Ulu Cami avlusunda Deli Rızgo, Hayrettin’i görünce klasikleşmiş numarasını çeker: “Hreddin Usta senin işin gücün vardır. Get pantolon dik, ben senin yeren Cuma namazını kılaram.” Hayrettin pazarlık yapmaya kararlı, “Hele bi söle kaça kılisan?” Deli Rızgo, mütevazı bir kardeşimiz, “5 lira ver kılayım” der. Hayrettin cebinden 2.5 lira çıkarır ve “Param bu kadar, kabul edisen kıl” teklifini sunar. Rızgo ikiletmez, parayı alır ve Şafiler bölümüne doğru hareketlenir. Hayrettin durdurur: “Ula Rızgo abdest almadın.” Rızgo, sonradan Diyarbekir lugatine girecek o efsane cümlesini kurar: “Xeç kusura baxmayın, ben suli namazi on liraya kıliyam.”
Bir de Deli Selim vardır, ama onun hikâyesi yürek dağlayan türdendir. Selim, Diyarbekir’in Çınar ilçesinin Uzgider (Direjik) köyündendir. Varlıklı bir aileden olan Selim, komşu köy Caferik’ten bir kıza sevdalanır. Köy çeşmesinde göz göze gelirler, pınar başlarında buluşurlar ve nihayetinde kız Selim’e istenir. Kızın ailesi önce olur verir, lakin sonradan araya başka bir hatırlı aile girince vazgeçer, kızı Mardin’in Derik ilçesine bağlı Bûxûr köyüne verir.
Sevdanın ağır yükü
Selim bu acıya bir süre katlanır ama daha fazla dayanamaz, sevdiğini görmek için köyüne gider. Sevdiğinin kocası ve ailesi Selim’i fark ederler ve izzet-i nefsini yerle bir edinceye kadar döverler. Selim köye döner; ailesi ve yakınları hem dayak yediği hem de evli bir kadının peşinden gittiği için Selim’i dışlarlar. Selim, inzivaya çekilir, günlerce evden dışarı adımını atmaz. Ancak ev de üzerine gelmeye başlayınca kendini Diyarbekir’in küçelerine, caddelerine atar.
Ailesi her seferinde gider Selim’i sokaklardan alıp köye getirir. Ne var ki dört bir tarafında sevdiğiyle anıları olan bu köyde Selim duramaz. Can havliyle Diyarbekir’e sığınır. Bir müddet sonra ailesi de Selim’den vazgeçer ve onu kendi haline bırakır. Selim, Diyarbekir’i mesken tutar.
Dev bir cüssesi vardır Selim’in ama kimseye zarar vermez. Kimseden para istemez, kimseye minnet etmez. Esnaf yemek verirse, yer. Üşüdüğünde gider sırtını fırın duvarlarına yaslar. Terlediğinde Dicle’nin serin sularına dalar. Canı meyve çektiğinde Hevsel’i ziyaret eder. Günlerce yıkanmadığı için üzerindeki kazak kirden görünmez hale gelince, esnaf onu hamama götürür, keseletir ve üzerine yeni bir kazak çeker. Ama bir hafta geçer ya da geçmez Selim eski sefil haline döner.
Bir ömür boyu bu ağır yükü çeker durur; bir daha kimseyle konuşmaz, kimseye boyun eğmez, kimseye diz çökmez, bir başkasını sevmez ve dönüp de bir daha bir güzele bakmaz. Diyarbekir taşlarını arşınlarken de, yüreğinde dinmeyen bir ateşle son nefesini verirken de hem gerçek bir aşkın hem de sevip de kavuşamamanın timsali olur.
“Ula tırşıkler”
İrma da Deli Selim’in sevdiğine bağlılığı gibi Diyarbekir’e bağlıdır. Delileriyle, velileriyle, yemekleriyle, taşlarıyla, burçlarıyla, efsaneleriyle insanı büyüleyen bu kadim şehre sevdalıdır. Burada doğmuş, burada büyümüş, burada sevdalanmış, burada evlenip çoluk çoluğa karışmıştır. Ve kısmetse burada ölecektir. Diyarbekir, evidir onun; oranın dışında hiçbir yerde kendini evinde hissetmez.
Fakat Diyarbekir’e de bir haller olmuştur. Şehir, eski şehir değildir. Kıbrıs’ta cereyan eden hadiseler ahengi bozmuş, şehrin üstüne kara bulutlar toplanmıştır. Kıbrıs olayları Diyarbekir’de müslim-gayrimüslim fay hattını tetiklemiştir. Kıbrıs’ta Rumların Müslümanlara yaptıklarının faturası Diyarbekir’deki gâvurlara çıkarılır. Neticede bir tarafta Müslümanlar, diğer tarafta gâvurlar vardır ve herkes tarafını seçmek zorundadır.
Silopi’de Ermeni Varto aşiretinde doğan, ağa zulmünden kaçıp Bismil’e yerleşen, babasından ilk Kürtçeyi öğrenen ve rüyalarını bile Kürtçe gören Bedros, havanın bozulmaya başladığının farkındadır. Ortağı, can dostu Hayrettin’in annesi Ebe Kamile’nin cenazesinde başına gelenler korkularını azdırır. Merhumenin cesedi iki metrelik çukura indirildiğinde ilk önce Hayrettin atlar mezara. İkinci bir kişinin daha inmesi gerekir, herkes birbirine bakıp tereddüt ederken Bedros atlar. Cemaat merhumeyi dualarla ebedi mekânına uğurlarken arkalardan biri, bastonunu hiddetle sallayarak ve Bedros’u işaret ederek “Bele caiz değıldır, bir ehl-i Müslüman çukura insin” diye bağırır.
Ortalık buz keser, Bedros’un suratı asılır. Hayrettin davranır hemen, “Siz karışmayın, Bedros kardaşımdan ileridir.” Melle Sait de inisiyatif alır ve “Siz işize baxın, êle bi kelam yoxtır” diyerek tartışmanın önünü almak ister ama muvaffak olmaz. İtirazcılar seslerini yükseltince Melle Sait çareyi fırçasının dozunu artırmakta bulur: “Bedros, Ebe Kamile’nin oğli gibidır. Ben kaç defa sizi çağırdım, xesteye bi dua okumağa gidelim dedim, gelmedız. Bir yıldır yatalahtı, kaçız sormaya geldız. Ula tırşıkler, hanginız Ebe Kamile’yi evinden paytona kadar arxaya atıp Bedros gibi sırtınızda taşıdız. Ben kaç defa duydum, Numune Hastahanasında üçüncü kata merdivanları Bedros çıxarmış. Xeç kimse boşa gevezelığ yapmasın.”
Kimsenin gıkı çıkmaz. Ebe Kamile defnedilir, sıra taziyeleri kabule gelir. Kamile’nin ailesi, başta oğlu Hayrettin olmak üzere sıralanırlar. Hayrettin, ileride yüreği kırılmış bir şekilde yerdeki çakıl taşlarını karıştıran Bedros’u çağırır “Bedo, gel kardaşım, sen ailedensen.” Bedros, önce “lüzumu yok” dese de Hayrettin’in ısrarı karşısında aile bireylerinin arasına karışır ve taziyeleri kabul eder.
“Onlar bızım gavurımızdi”
Sahneye tanık olan İrma’nın da keyfi kaçar ama o Bedros kadar moralini bozmaz. Birkaç tensızın (densizin) terbiyesizliğidir işte, büyütmeye gerek yoktur! Ancak çarşı-pazarda Bedros için hayat her geçen gün daha bir zorlaşır. Daha düne kadar canciğer kuzu sarması olduğu komuşularından bazıları ona yüz çevirir. Her vakit şen şakrak alışveriş ettiği esnaf ondan gözünü kaçırır. Rast geldiğinde hal-hatır sormadan geçmediği bazı tanıdıklar yollarını değiştirir. Kimi daha ileri gider, sudan bahanelerle Bedros’un üzerine yürür. Keza sağda-solda gayrimüslim din adamlarına hakaret edenler, saldıranlar olur.
Bozulan dostlukları tamir etmek, ipin tamamen kopmasını engellemek için şehrin akilleri toplanırlar. Melle Sait ve Meryem Ana Kilisesi’nin Papazı Keşe Ebune Aziz, Yoğurt Pazarı’na birlikte giderler. Hasan Paşa Hanı’nda esnaflara nasihatlerde bulunurlar. Ama artık ok yaydan çıkmıştır; mahallelerde komşuların ilişkileri soğumuş, beraber yaşamın dokusu bozulmuş, şehri nasihatle yola getirmenin olanağı ortadan kalkmıştır.
Bedros’un hafızası, kalmaları halinde işlerin onlar için daha da kötüye gideceğini söyler. Diyarbekir’den ayrılmaları mecburiyetini İrma’ya açtığında, İrma’nın başından kaynar sular dökülür. Her şeyi düşünmüş ama bir gün Diyarbekir’i terk etmek zorunda kalacaklarını düşünmemiştir. Bazen aklına gelse bile bunu zihninden uzaklaştırmış, hep Diyarbekir’de gömülmeyi düşlemiştir.
Lakin o da rüzgârın sertleştiğinin ayırdına varır. Sokakta, caddede daha önce kendisine dostça bakan gözlerin yerine kan bürümüş gözlerle karşılaşır. Yüreğine taş basar ve 1970 yılının bir bahar gününde anılarını, hayallerini ve Diyarbekir’ini arkada bırakarak önce İstanbul’a, oradan da Fransa’nın Lyon şehrine göç eder. Onları uğurlamaya çok az kişi gelir. Sarı Pişo’nun anası Remziye, gözleri dolu dolu, en yakın arkadaşını kendisinden koparanlara beddua eder: “Vallah onlar bizım gavurımızdi, sebep olanlar şıtıl gideler.”
“Gözın kor olaydi Lyon”
İrma, Lyon’da otuz üç yıl yaşar. Bedeni Lyon’dadır ama ruhu hep Diyarbekir sokaklarında dolaşır. Elden geldiğince Diyarbekir’deki alışkanlıklarını Lyon’a taşır. Pekmezi Midyat’tan, zeytini Derik’ten, pirinci Karacadağ’dan getirtir. Pont Bonaparte Köprüsü’nden geçerken On Gözlü Köprü’yü hayal eder. İhtişamlı Saint Jean Katedrali’nin önünde dururken gözü Surp Giragos’u arar.
Lyon’a karşı hiçbir şey hissetmez İrma. Gözünü bir tülbentle kapatsalar ezbere dolaşacağı Diyarbekir’in dar küçelerinin hasretini çeker. Ne yapıp edip bir yolunu bulmalı, Diyarbekir’e dönmeliydi. Dirisi olmasa bile ölüsü mutlaka Diyarbekir’e gitmeliydi. Kızları da tespih taneleri gibi dağılmıştı; Maria Paris’e, Arşaluys Amerika’ya, Anjel de Kanada’ya yerleşmişti.
Maria’nın karşı olduğunu bildiği için Anjel’e bir mektup yazar İrma, öldüğünde Diyarbekir’e gömülmeyi vasiyet eder. O gün meftune yapacak, ardından gidip mektubu postaya verecektir. Ama kader ağını zalimce örer, İrma meftunesini yapamadan ve mektubunu yollayamadan bu dünyadan göçüp gider. Mektuptan habersiz çocukları onu Lyon’a gömerler.
On altı yaşındayken âşık olduğu sarı saçlı yeşil gözlü İrma’sı gittikten sonra Bedros için de hayat çekilmez olur. Ortağı Hayrettin ile her Cuma takışmalarını hatırlar. Bedros’un bakır ibrikle eline döktüğü suyla abdest alırken Hayrettin, “Ula Bedros, Cuma’ya niye gelmisen, bax cehennemde yanarsan ha!” derdi. Bedros da gülerek taşı gediğine koyardı: “Hreddin Abê, vallah abdestim yohtır, bir dahaki Cuma’ya inşallah. Ama bir şartım var. Sen de Pazar günü Surp Giragos Kilisesi’ne gel, vaftizin yapağın!” Hayrettin düşünürdü: “Bah, bu fena fikir degıl, iki taraf da çalışah, çift dikişle işi sağlama alax.”
İki ortağın bu tatlı atışmalarına kahkahalarla gülen farklı kimliklere sahip Buğday Pazarı esnafı, bir gün kaderin onları dünyanın dört bir tarafına savuracağını bilemezdi. Bilmedikleri başlarına gelmiş, Bedros’un payına da Lyon düşmüştü.
İrma’sından sonra hayat Bedros için tahammül edilebilir olmaktan çıkar. İki defa kalbini yoklayan kriz üçüncüsünde onu bir kaldırıma yığar. “Gözın kor olaydi Lyon” Bedros’un son sözleri olur.
Üç yıllık hasretin ardından kavuşan Bedros ve İrma’nın Lyon’daki mezar taşları, Ermenice değil, Diyarbekir şivesiyle yazılır: “Diyarbekir Yanık Çarşi esnaflarından Terzi Bedros Keçeciyan ve Hanımı Diyarbekirli murad almayan şeher kızi İrma Keçeciyan.”
Çünkü onlar her şeyden önce Diyarbekirliydiler…
Arif Özavcı, Diyarbakır Kızı İrma ve Sarı Pişo, Frezya Yayıncılık, Ankara, 2020.
Yorumlar kapatıldı.