İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Etnik temizliklere dair birkaç düşünce

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***

Sevan Nişanyan

“Falan milletin ezeli ve ebedi yurdu” türünden söylemler boş hamasettir. Hiçbir yerin tapusu hiçbir millete verilmemiş. Toplumlar gelip gitmiş. Bir süredir Rumeli’nin köy ve kasabalarına bakıyorum. Bazı yerler var ki takip edersen başın döner: Rum gitmiş Çerkes muhacir iskan etmişler, onlar tehcir edilmiş Bulgar yerleşmiş, komünist rejim boşaltmış bu sefer Türkler dolmuş. 100 değil 110 yıl önce Drama ilinin yarısı Müslüman ve Hıristiyan Bugar, yarısı Türkmüş; Rum yok gibi bir şey. Şimdi tamamı Karadeniz muhaciri Rum. Gidenin “hakkı” gelenden daha mı fazla? Yeniler eskilerden daha mı kötü insan? Gelmeyip ne yapacaklardı? Denize mi dökülseler, evsiz barksız mı kalsalar? Başka yer: Bir zamanlar deden Nablus’a birkaç zeytin ağacı dikti diye orası ebediyen senin mi oluyor?

Kültürel miras belki bir çeşit manevi hak yaratır. Adam yaşamakla kalmamış, eser vermiş, köy ve kasaba yapmış, yaşam gustosunu dillendirmiş. Ecdadın orada inşa ettiği cami ile medresenin bilmeyen ellerde heder olması, mezarlarına otopark açılması, hatıralarının hoyratça çiğnenmesi insan olanın kalbini burkan şeyler, evet. Ama yazık ki hayat işte böyle. Aynı milletin evlatlarının elinde kalsa sonuç çok mu farklı olacaktı? Anadolu’da kaç tane tarihi çarşı kalmış ki Rumeli’dekilerin tahribi o denli isyan ettirsin?

*

Asıl trajedi bir toplumun silah zoruyla yerinden sökülmesidir. 20. yüzyıl bunun yakıcı örnekleriyle dolu, 1945’te Doğu Avrupa Almanlarının sürgününden tut, 1947’de Hindistan’da Müslümanlarla Hinduların karşılıklı göçüne dek. Hemen hepsinde hesapsız kan akmış; aileler dağılmış, mal mülk perişan olmuş, anılar parçalanmış, yeni bir ülkede sıfırdan hayat kurmanın acıları bir kuşak, bazen iki kuşak boyunca aşılamamış. Yakından tanık olduğum şeyler bunlar benim. Yalnız Amerika’ya, Fransa’ya göçmeye zorlanmış Ermeni akraba ve tanıdıkları değil, Selanik mübadili olan Şirince köylülerini de bilirim. Ana babası Sudetenland sürgünlerinden olan Alman sevgilimi de başka yerde anlatmıştım. (Hindistan göçünü merak ederseniz William Dalrymple, City of Jinns’i okumanızı öneririm.)

İnsan olmanın oldukça basit bir gereği bence. İstila ve etnik temizlik kötü bir şey; geçmişte kalmışsa ayıplanmalı, ihtimal sahasındaysa karşı çıkılmalı ve önlenmesine gayret edilmeli. Dağlık Karabağ ezkaza Azerilerin eline düşecek olursa katliam güçlü olasılıktır; bir şekilde önlense dahi oradaki Ermenilerin kitlesel sürgünü veya firarı kaçınılmazdır. O halde önlenmeli. İsrail kazara gardını düşürür ve Arap ordularının istilasına uğrarsa olacak olanlar bellidir; o halde tedbiri alınmalı ve Kudüs’ü fethetmekten dem vuran sorumsuz demagoglar lanetlenmeli. 1922’de İzmir’de olan, özetle, bir milyonu aşkın Anadolu Rumunun yurdundan sökülüp atılmasıdır. Bayram diye kutlayanlara iyi gözle bakılmamalı. 

Oldukça basit, değil mi?

İlk başta söylediklerimle çelişiyor mu? Sanmam. İki ayrı perspektif, iki ayrı hakikat düzlemi. Biri diyor – misal – insanlar ölümlü; öbürü diyor insan öldürmek kötü. İlki diyor ki, kardeşim sürüldüysen sürüldün, geçmişe mazi, bir zamanlar deden orada otururdu diye bir hak iddia edemezsin. İkincisi diyor ki insanları yurdundan sürmek kötü bir şey, yapanlar ve niyet edenler kınanmalı. Var mı bir çelişki?

*

Toplumsal yapı az çok sağlamsa, yeni ülkeye intibak süreci on ila yirmi yıl, bilemedin bir kuşak sürer, yani otuz yıl. Yeni hayat kurulur, dil öğrenilir, iş yaratılır, oranın yerlisi olan yeni bir kuşak yetişir. Bazı yaralar hiç iyileşmez belki, bazı anılar ölünceye dek insanın peşini bırakmaz. Ama hayat dediğin şeyin acısız olduğu nerede görülmüş? Olsa zaten pek yavan olurdu. Kaldı ki eskileri kovup yurdunu sahiplenenlerin de orada oluşan bir hayatı var. Yirmi veya otuz yıl sonra yetişen yeni kuşakları var. Babalarının zaptettiği yerlerde doğup büyüyenler neden doğup büyüdükleri yerin yerlisi sayılmasın?

Sanırım yirmi veya otuz yıl limit olmalı. Zorla zaptedilen yerleri o süre içinde sahiplerine iade edebiliyorsan ne ala, elinden geleni ardına koma. Ama otuz yıl sonra konu kapanmıştır. Gidenler yeni hayatlarına ayak uydurmuş, oranın yerlisi olan bir kuşak yetişmiştir. Gelenler yerlileşmiş, babalarının günahına ortak edilemeyecek bir nesil doğmuştur. El sıkışırsın. Eskilerin hatırasına belki bir iki heykel meykel koyarsın. Çözülmemiş mal mülk vakıf davaları varsa parasal bir hal çaresi ararsın. Meşruiyet kuşkusu ve kaybetme kaygısı ortadan kalkarsa belki galipler de eskilere karşı daha komplekssiz olma imkanı bulur; onların anılarını ve eserlerini varoluşsal bir tehdit değil, kültürel bir miras gibi algılamayı öğrenir.

Filistin davası en geç otuz yıl içinde halledilmeliydi. Yenildin, rövanşı birkaç kez denedin, yapamadın. Bitti: Yeni hayatını kurmaya odaklan. Arap devletlerinin ve Avrupa riyakarlığının kurbanı olan Birleşmiş Milletler, bu hakikatle yüzleşemediği için bence çok büyük hata yapmıştır. Realiteyle bağı kalmamış bir ilkede ısrar etmek meseleyi kanserleştirmiş, barışa değil sürekli gerilime ve savaş tehdidine zemin hazırlamıştır. BM’in inandırıcılığına vurulan ilk ve en büyük darbe Filistin meselesindeki tavrıdır.

Daha sonra aynı aptalca hata Kıbrıs’ta tekrarlandı. Olmuş bitmiş ve düzeltilmesi açıkça imkansız görünen bir durumu normalize etmek yerine, Güney ve Kuzey Kıbrıslıların sükunet içinde yaralarını sarıp yaşamlarını yeniden inşa etmelerine yardım etmek yerine, Kuzey Kıbrıs yok sayıldı. Galip tarafın kendiliğinden boyun eğmesi beklendi. Şimdilik 46 yıl oldu bekliyorlar.

Gerçeklerle dinamik bir şekilde yüzleşmek yerine eski günlerin miadı dolmuş takıntılarına saplanıp kalmak geriyatrik bir belirtidir: kurumsal demans diyelim. Birleşmiş Milletler’in demansı 1990’lardan sonra büsbütün belirginleşti. Dağlık Karabağ bariz vakalardan biridir: Yurtlarından sökülüp atılmamak için altı yıl dehşetli bir mücadele verip galip gelen Ermeniler resmen yok sayıldı ve otuz yıl boyunca barışı sağlamak için hiçbir şey yapılmadı. Aynı şey Bosna’da, Moldova’da, Keşmir’de tekrarlandı; şimdi Kırım’da, Somali’de, Mali’de tekrarlanıyor. Gerçek dünya ile BM’in eski günlerden hatırladığı dünya haritası arasındaki makas gitgide açıldı. Açıldığı için, BM’in gerçek dünyadaki problemlere müdahale etme ve çözüme yardımcı olma imkanları ortadan kalktı.

Bunak amcalar olur, bilirsiniz, dertlere pratik çözüm bulmak yerine aynı bayat mavalları hikmet yumurtası yumurtlar gibi yüzüncü defa anlatmayı sever. Öyle bir şey.

(Arada parantez açıp belirteyim. Bu dediklerim Dağlık Karabağ’ın kendisi için. Otuz yıldan beri boş ve harap duran etrafındaki Azerbaycan toprakları buradaki tanımların hiç birine uymaz.)

*

Bir şey daha ekleyeyim mi, bilemedim. Bilimsel kanıt beklemeyin benden, bu söyleyeceğim sadece bir his. Ama elli seneden beri, çorap koklar gibi bir alışkanlıkla, yenilmiş, zaptedilmiş, marjinalleşmiş dağ ülkelerini gezip tanımayı seven bir adamın hissiyatı.

Ova ülkeleriyle dağ ülkeleri farklıdır. Düz ovaların kendine has bir karakteri yoktur. Kavimler gelir, kavimler gider, pek bir şey değişmez. Aynı ürünler yetiştirilir. Aynı köyler iskan edilir, ya da onlar terk edilip yanı başına tıpkı onlara benzeyen yeni köyler inşa edilir. Aynı kasabalarda aynı pazarlar kurulur, aynı tezgahtarlarla aynı muhabbetler sürer.

Sarp dağ ülkeleri başka. Oralarda yaşamı sürdürmek, bir kuşağın ömrüyle sınırlanamayacak bilgi birikimi gerektirir. Her vadinin, her kayanın adı vardır; her birinin huyu ayrıdır. Bir yerden bir yere ulaşmak için düz bir rota çizmek yetmez. Hangi kayanın ardından hangi tehlikenin çıkacağını bilmek için, kuşaktan kuşağa aktarılan anıları hatırlaman gerekir. Bunlardan habersiz olanlar dağda bir sene bile dayanamaz, yenilirler.

Sanırım bu gerçekleri bildiklerinden olacak eski devletler dağlık bölgeleri az çok kendi hallerine bırakmışlar, halkını boşaltıp kendilerine daha sadık olanlarla değiş tokuş etmeye çaba göstermemişler. Buyurun Dersim, Hakkari, Hizan, Sason, Zeytun, Hemşin. Yahut Girit, Mani, Suli, Rodoplar, Koca Balkan dağı, Arnavut dağları. Beri tarafta Svaneti, Çerkesler, Çeçenler, Dağıstan. Dağlık Karabağ’da durum sanırım aynı. Elli tane Ermeni köyünü yerle bir etmek İran devleti ya da onun yerini alan Rus devleti için çok büyük problem olmasa gerek. Ama etti diyelim; yerine koyduğu köylülerin oradaki çalıları, kayaları, dereleri, vadileri, pınarları ve onlarda yaşayan cinleri öğrenmesi kaç kuşak sürecek?

Kaç kuşak süreceğini görmek için bugün Kürdistan adını alan bölgenin dağlarını dolaşın derim; ufuk açar. Bomboş kalmış Dersim dağlarından başlayın, sefalet ve cehalet içinde boğulan Hizan veya Sason’u, iki bin yıllık bir kültürün yerle bir edildiği dağlarda Kızılay konteynerlerinde Afrika’nın açları gibi sürünen Şırnak köylerini dolaşın. Rodop’ların kuzey yamacında Bulgarlar yerli Pomakları susturup gözden uzak tutmakla yetinmişler. Güney yamacında eski nüfus boşaltılmış, yerine Pontus muhacirleri yerleştirilmiş. Bugün güney yamaçtaki yüzlerce eski Pomak ve Türk köyünün hepsi boş. Çoğunu orman yutmuş. Bir iki hanenin hala direndiği bir köyde köyün tek bakkalı, canından bezmiş, ‘Pontos Genocide’ posterinin altında sinek avlıyor.

Onun için, affınıza sığınarak ve gayri-bilimselliği peşinen göze alarak diyorum ki, düz yerleri fethedip halkını sürmek insanlık ayıbı ve suçsa, dağlık yerlerde iki misli suç sayılmalı.


https://nisanyan1.blogspot.com/2020/10/etnik-temizliklere-dair-birkac-dusunce.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın