İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Gerçek” tarih ile eğlenen postmodern bir roman: Kapalıçarşı

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Fuat Sevimay, Türk edebiyatının son yıllarda kazandığı başarılı çevirmen ve yazarlarından biri. Çevrilemez denen James Joyce çevirileri, çocuk hikâyeleri, büyüklere yazdığı hikâye ve romanlarla birçok ödül alıp edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştıran Sevimay’ın Kapalıçarşı romanı, 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışmasında ödül aldı ve “Hep Kitap” yayınevi tarafından 2017 yılında basıldı…

ELVAN AYTEKİN

Kapalıçarşı’nın genel hikâyesi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından şehri geliştirme ve güzelleştirme çalışmalarının içinde büyük bir çarşı yapılmasını istemesiyle başlıyor: Mimarbaşının harekete geçerek Kapalıçarşı’nın inşasına başlıyor…

Kapalıçarşı başından sonuna kadar postmodern edebiyat ögeleriyle dolu olup, Türk postmodern romanının son yıllardaki en güzel örneklerinden birisi. Romana hâkim olan mizah, ironi, pastiş, metinler arası geçiş, türler arası geçiş, gönderme gibi postmodern edebiyat özellikleri dikkat çekicidir.

Yazarın ve mekânın sesleri

Kapalıçarşı, roman türünde yazılmış ancak baştan sona oyun tadında olup ne okuduğunun tercihini okuyucuya bırakan bir kitap. Postmodern romanın en önemli özelliklerinden olan “oyun” kitabın en başında kendini göstermeye başlayıp okuyucuya özgür bir alan bırakarak ilerliyor. Roman, “Masal bu ya…”(s. 7) diye başlıyor ve anlıyoruz ki muamma bir gerçek veya gerçekdışılıkla karşı karşıyayız. Hikâyemiz paragöz Hristo Ağa’nın Fatih’in şehri Stampoli’de inşa edilecek büyük çarşı için elindeki en güzel mermerleri seçip, götürmek için kırık dökük bir mavnaya yerleştirmesi ve bu mavnanın iskeleye birkaç metre kala güzelim mermerlerle birlikte batmasıyla başlıyor. Hikâyenin bu kısmında yazarımız diğer her bölümde olacağı gibi kendisini “göbekli bir martı” olarak gösteriyor. Göbekli martı hikâyenin en can alıcı yerlerinde hep orada olup kimi zaman da gidişatı değiştiriyor. Tam postmodern romandan bekleyeceğimiz gibi yazarın roman içinde hangi kılıkta olduğunu bilmemiz neredeyse imkânsız, “göbekli martı” bilgisini ancak Sevimay’ın kendi beyanlarından öğrenebiliyoruz. Bu bilgiyle roman yeniden gözden geçirildiğinde yazarın sesini martıyla birlikte roman boyunca zorlanmadan duyabiliyoruz. Yazarın sesinden bahsettik, bir de anlatıcıdan bahsetmek gerekir. Modern romanda anlatıcı çoğu zaman tek kişidir ve bu kişinin kim olduğu da bellidir. Ancak postmodern romanda çok seslilik hâkimdir – tıpkı Kapalıçarşı’da olduğu gibi. Her bölümü sanki farklı bir anlatıcıdan dinler gibi okuyoruz, ancak her bölümün sonunda görüyoruz ki bizimle konuşan Kapalıçarşı’nın ta kendisi. Mekân dile geliyor ve kendi hikâyesini başından sonuna dek kendisi anlatıyor. Burada aslında yine postmodern romanın en önemli özelliklerinden biri olan üst-kurmacanın romana ustalıkla işlenmiş olduğunu görebiliyoruz.

Ana hikâye içinde hikâye

Postmodern romanda bilindiği gibi imkânsız yoktur. Kimi postmodern romanda hikâye eklektik şekilde ilerleyebilirken Kapalıçarşı’da büyük hikâyenin içinde farklı hikâyelerle karşılaşıyoruz. Ana hikâyenin kurgusu bir yandan akarken diğer taraftan oldukça kalabalık olan roman kahramanlarının farklı hikâyelerini dinliyoruz. Bu hikâyelerden biri de Aras ile Meriç’in hikâyeleri. Aras ve Meriç ülkenin en güzel mermerlerine verilen isimlerdir ve İstanbul’un güzelim Kapalıçarşı’sını süsleyeceklerdir. Buradaki postmodern öge, Aras ve Meriç’in hikâyelerini kendilerinin anlatıyor oluşu! İki güzel mermer levha insan gibi konuşuyor. Ustalarıyla dertleşen, birbirlerine âşık olan bu iki mermer parçasının konuşmasını hiç yadırgamıyor ve romanın başından sonuna ince ince işlenen aşklarına belki de insanların arasındaki aşktan daha çok bağlanıp heyecanlanıyoruz.

Daha önce bahsettiğimiz “oyun” kurmacası romanın bazı yerlerinde eğlenceli şekilde kendini gösteriyor. Bunun en güzel örneklerinden biri Hıristiyan kızı Sameda’ya âşık olan Müslüman Osman Ağa’nın yaşadıkları ve sonunda kızın babası Papazın insafa gelip bu aşka olur vermesiyle okuyucunun bir anda heyecanlanıp ne olacağını merak etmesiyle başlıyor. Burada yazar doğrudan okuyucuyla konuşuyor, düğün-dernek kurma işini okuyucunun hayaline bırakıyor (s. 49). Sameda ve Osman Ağa evlendi mi bilinmez ama her okuyucu onların hikâyesini istediği şekilde sonlandırabilir. İmkânsız aşka inanmayanlar acı bir son yazarken aşkın her zorluğu yeneceğine inananlar kırk gün kırk gece düğün yapmış olabilir.

Mizah, ironi, eleştiri, zaman kırılmaları

Roman boyunca postmodern edebiyatın en önemli özelliklerinden biri olan mizah ile ironi kol kola ilerliyor. Yazarın gerçeklikle ilgili bir iddiası yok. Aksine roman boyunca o kadar uydurma, o kadar gerçekle alakası olmayan şey okuyoruz ki bu ayrı bir mizah faktörü olarak karşımıza çıkıyor. Yazarın en büyük alay konusu ise, “gerçek” tarih. Yazar kurduğu uydurma hikâyeyle gerçek olduğunu iddia eden tarihi altüst ediyor ve “neden mümkün olmasın?” sorusunu okuyucunun zihninin bir köşesine yerleştiriveriyor.

Genel kanaatin aksine postmodern roman, bir amacı olan ve modernizmin dayattıklarını ironik bir dille eleştirmeyi başaran zor ve başarılı bir türdür. İncelediğimiz Kapalıçarşı romanı da bu açıdan bakıldığında emsallerinin içinde en başarılarından biri olarak öne çıkıyor. Modernizmin ürünü olan “kapitalizm” roman boyunca eleştirilip modernizm öncesine ait olan Türk kültürünün en güzel oluşumlarından biri olan ve kapitalizm gibi bireyciliğe değil aksine kolektif çalışma/yardımlaşmaya dayanan “Ahilik” sistemi övülüyor. Bu da en büyük modernizm eleştirisi olarak kitabın ana hatlarından birini oluşturuyor.

Aynı zamanda romanın birçok yerinde zaman kırılmalarına şahit oluyoruz. Roman 1450’li yıllarda İstanbul’un fethiyle başlıyor, yüzyıllar içindeki olaylar anlatılıyor ve karakterlerin torunlarıyla birlikte günümüz Kapalıçarşı’sına uzanıyor. Yazar 1450’lerden günümüzü anlatarak yapıyor eleştirisini. Bunun en güzel örneklerinden biri, üçüncü bölümün sonunda Kapalıçarşı’nın dile gelip Fatih’in sözlerini aktarması… Fatih, “Şehrin alınması kâfi değil. Hüner, şehrin inşa edilip reayanın gönlüne girmekte yatar” (s. 49). Bunun üzerine Kapalıçarşı, “Eskiden reayanın gönlünü önemseyen muktedirler de varmış. Masal işte. Şark Kahvemin tavanına işlenenler gibi” (s. 49). Burada günümüz iktidarlarının şehir planlaması ile ilgili yaptığı yanlışlara bir eleştiri var, anlamak zor değil. Bir diğer büyük eleştiri aslında yine modern zamanlarda dinin yanlış yorumlanmasına getiriliyor. Bu konuda yapılan eleştirileri özellikle Civan karakterinin “bağnaz” bir dindara dönüşmesi ve yaptığı saçma icraatlar ile görüyoruz. Günümüzde insanların dini duygularını sömüren “hoca”ların temellerinin o zamanlarda atıldığını hatta Civan hocanın başlattığı ağlamaklı hutbe tarzının o zamandan miras kaldığını öğreniyoruz. Son temsilcisinin de ülkeyi nasıl birbirine kattıktan sonra denizler aşarak kaçtığını daha o zamandan haber alıyoruz (s. 103). Oysaki o zamanın İstanbul’unda, Osmanlı’sında farklı inançlara sahip insanların bir arada huzur içinde yaşadıkları, kimsenin bir diğerini inancı için yargılamadığı ileri sürülüyor romanda: Son akşam yemeği masasındaki on üç kişinin kimisi el açıp dua ederken, kimi Eski Ahitten sözler, kimi de İncil’den ayetler okuyordu. Hatta bunların hiçbirinin gerekli olmadığına inanıp hiçbir şey okumayan da vardı (s. 199) ve hepsi aynı masanın etrafındaydı. Yazarın roman boyunca en çok tiye aldığı ve eleştirdiği şeylerden birisi de bilinen ve dayatılan tarih algısı. Yıllar boyu çocuklara ve gençlere öğretilen tarihin aslında gerçeği yansıtmıyor olabileceği ya da anlatan kişinin bakış açısına göre farklılık gösterebileceği… Bunun en basit ve en komik haliyle anlatıldığı kısım ise keskin dönemlere ayrılan Osmanlı tarihinde Duraklama döneminin zannedildiği gibi Sokullu’nun ölümüyle değil de romanımızın kahramanlarından Danyal’ın Latife ile evlenmesi ve bu evlilikten doğan Mircan’ın devlette önemli bir göreve gelerek yıllar sonra imparatorluğun başına bela olacak Rüstem Paşayı Balkanlarda bulup devşirmesiyle başlamasıdır (s. 179).

Metinler arası geçişler

Roman içinde postmodern edebiyatın en belirgin özelliklerinden biri olan metinler arası geçişi oldukça sık görüyoruz. Hikâye boyunca kimi zaman başka romanlara kimi zaman başka yazar ve şairlere göndermeler yapılıyor. Bunların en belirginlerinden biri Nazar Usta’nın mermerleri almak için iskeleye giderken önünden bir Bengal kaplanının geçmesi ki romanın en önemli kahramanı Baba İlyas onun burada ne işi olduğunu bilmediğini, işin aslının Uzun İhsan Efendi’ye sorulması gerektiğini söylüyor (s. 31). Uzun İhsan Efendi, postmodern Türk romanının belki de en tanınmış yazarı İhsan Oktay Anar’dan başkası olmasa gerek! Bengal kaplanı meselesi de Anar’ın romanlarında hiç kadın olmaması eleştirisine “Bengal kaplanı da yok” diye verdiği cevaba bir gönderme… Bu durumda Kapalıçarşı’da hem kadın hem de Bengal kaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer güzel örnek de Danyal’ın abisi Civan’ı yıllar sonra görmesinin heyecanıyla bulundukları evin üst katına çıkarken romanın bir parçası gibi yazılan “Duyduğu bu harika beytin etkisiyle ve paçalarında güneş rengi bir yığın yaprakla, basamakları ağır ağır çıkarken, yukarı bakarak bir zaman ağladı.” (s. 191) cümlesidir ki bu da ünlü şair Ahmet Haşim’in Merdivenler şiirine bir göndermedir. Metnine gönderme yapılan bir diğer yazar da Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Yazarın ünlü eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü, sanki gerçek bir kurummuş da onun bir de Halit Ayarcı adında kurucusu varmış gibidir Kapalıçarşı’ya göre (s. 256).

Bir de ete kemiğe bürünen göndermeler var ki en önemlisi yazar Latife Tekin’in romanın son kısmında yine yazar olarak karşımıza çıkması. Ancak romanın önemli karakterlerinden biri olan Latife de yazarımıza göre yazar Latife Tekin’inin büyük büyük büyük annesi olabilir. Bir diğer gönderme de Amerikan gotik edebiyatının en önemli isimlerinden Edgar Allan Poe’ya ve onun unutulmaz şiiri Kuzgun’a yapılmaktadır. Romanın tiyatro sahnesinin ikinci perdesi açılırken giriş cümlesi şudur:“Kapalıçarşı’nın damına konan iki karga ile Poe ismiyle maruf bir kuzgun kötü kötü ötmektedir.” (s. 218)

Romanda edebiyat dünyasından olmamasına rağmen kendisine gönderme yapılan kişiler de var. Bunlardan biri, Kristof Kolomb. Amerika’nın keşfinin aslında Kolomb’un babasının zoruyla olduğunu, Kolomb’un da roman kahramanlarından Civan, Danyal ve Frederico’nun ağabeyi olduğunu öğreniyoruz. Bir diğer tarihi karakter de Atatürk’tür ki romanın birkaç yerinde kendisine göndermeler yapılır. Bunlardan belki de en güzeli Sevimay’ın ayrıştırıcı politikalara yaptığı eleştiriyle Fatih Sultan Mehmet’in bir gün gelip de Kapalıçarşı’nın düşman çizmesi altında ezilebileceğini söyleyen Lala’sına verdiği cevaptır. Fatih, “Merak buyurmayasın ve boşuna kederlenmeyesi. O kötü gün gelip çatsa dahi milleti peşine takıp vatanı da çarşımızı da kurtaracak bir kumandan elbet çıkar” (s. 81).

Romandaki metinler arası geçişlerde en çok göze çarpan tür şiir olarak karşımıza çıkıyor. Kimi bölümlerde romanın geçtiği tarihten yıllar sonra yazılmış şiirler sanki o anda söyleniyormuş gibi hikâyeye yerleştiriliyor. Bunlardan birisi, Civan’ın arkadaşlarıyla çağdaş sanat tartışmaları yaparken kendine aitmiş gibi bir anda söylediği, 1600’lerin sonu 1700’lerin başlarında yaşamış Nahifi’ye ait “Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mahım, Kurbanın olam var mı benim bunda günahım” (s. 191) dizesidir. Bir diğeri, 1500’lerde yaşamış Fuzuli’nin “Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var, Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” dizesini Civan’ın kardeşi Danyal’a hitaben “Gel derse Civan ki, ‘Kardeşimde vefa var’, Aldanma ki şair sözü yalandır” (s. 193) şeklinde değiştirmesidir. Başka bir örnek romanın tüm karakterlerinin ortak noktası olan Pir’in karakterlerin toplandığı yemekte söylediği, 1980’lerde aramızdan ayrılan Şair Şehriyar’ın Heyder Baba’ya Selam şiirinin bir kıtasıdır “Kendi günü batanda, Uşakların şamın yeyib yatanda, Ay bulutdan çıkıb kaş – göz atanda, Bizden de bir sen onlara kıssa de, Kıssamızdan çoklu gam u kussa de” (s. 206). Romanın sonlarına doğru Pir’in ruhu çarşının ruhuna karışmadan önce söylediği “Sen kapalı çarşılar üstüne yağan yağmur, Yağmurun iyi ve doğru yağmadığını anlat” (s. 239) dizesi de aslında günümüz şairlerinden Sezai Karakoç’a aittir. Romanın edebiyatla ilgili kişisi Civan’ın Pir’ine hitaben söylediği “Avaze’yi bu âleme Pirim gibi sal, baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” (s. 214) 16. yüzyıl şairlerinden Baki’nin meşhur dizesinin Pir’e uyarlanmış halinden başkası değildir. Bu dizenin okunmasının ardından romanın mizahi tarafını tekrar görüyoruz. Hekimbaşı şiiri çok beğendiğini ancak sanki biraz intihal koktuğunu söyleyince Civan belki esinlenme olabileceğini ama intihalin asla olmadığını söylüyor (s. 215). Bu kadar şiirden bahsetmişken yazara göre Divan Şiirinin ortaya çıkışının “gerçek” hikâyesine de değinmek gerekir diye düşünüyorum. Son akşam yemeğinde Civan’ın şiirlerini dinleyen sarayın Mimarbaşısı bu nazım şekline “Civan şiiri” denmesini teklif ediyor, Danyal’ın Civan şiirini “Divan şiiri” diye anlamasıyla Mimarbaşı onu kırmıyor ve bu adla saraya öneriyor. Yıllardır üzerine çalışmalar yapılan meşhur “Osmanlı Divan Şiiri” böylelikle ortaya çıkmış oluyor!

Türler arası geçişler

Diğer taraftan yalnızca metinler arası geçişler değil türler arası geçişler de var romanda. Hikâye, roman akışıyla ilerlerken son bölümde bir anda tiyatro sahnesinin ortasında buluveriyoruz kendimizi. Bu tiyatro sahnesini resmeden bir de Vinçili Leonardo var ki kim olduğunu tahmin etmek okuyucu için çok zor değil. Resmedilen sahne de ressamın ünlü eseri Son Akşam Yemeği’nden başkası değil. Tablonun çiziminin bitmesiyle Pir ve Leonardo’nun yaptığı sohbette meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosuna gönderme yapılmaktadır. Pir daha o zaman bize tabloyu tasvir ediyor: “Bazen, kırmızı bir urbaya bürünüp, başıma arakiye takıp, ney üfleyerek, nakkare vurarak kaplumbağaları eğitmenin, insanoğluna söz anlatmaktan daha kolay olduğunu düşünüyorum.” Leonardo da bu tasvirin ne kadar güzel bir tablo olabileceğini aklından geçiriyor (s. 237).

Müzik de roman içinde hiç sakil durmadan kimi makamlara, bestelere ve bestecilere yapılan göndermelerle yerini alıyor. Tarihin bükülmesiyle Türk müziğinin en güzel makamlarından olan “Hüzzam”ın nasıl ortaya çıktığını öğreniyoruz. Kumkapılı üç müzisyen bir makam üzerine çalışırlar, heyecanlı olan biri kayda alıp adını Hüzzam koymayı teklif ediyor ama bir diğeri anın tadını çıkarmayı teklif ediyor. Böylelikle Hüzzam makamının aslında bizim bildiğimizden bir asır önce keşfedildiğini öğreniyoruz(!) (s. 23) Ayrıca Mozart’ın meşhur Requiem eserinin büyük dedeleri tarafından o zamanın İstanbul’unda bir idam sahnesinden esinlenilerek ortaya çıktığını, okuyucu olarak kitabın içine dâhil olarak ve çıkarımlar yaparak öğrenebiliyoruz.

Hikâye içine yerleştirilmiş, gelecekten gelen semboller

Birçok tarihi karakter, metin, tür romanın içine öylesine ustalıkla yerleştirilmiş ki hiç yadırgamadan okuyabiliyoruz. Bunların yanı sıraü anlatılan tarihten kimi zaman yıllar kimi zaman yüzyıllar sonra yapılan icatlar çıkıyor karşımıza. Yine hiçbirini yadırgamadan, olamaz diye düşünmeden keyifle okuyoruz. Bu icatların büyük kısmını Baba İlyas sayesinde öğreniyoruz, nargile, köstekli saat, yaprak ciğer, kandil kutlaması, bazı atasözleri (“Çobanın niyeti olsa tekeden süt çıkarır,” “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır.”), kuru fasulye, çay, Türk kahvesi, Osmanlı tokadı, kömür, çikolata bunlara örnek olabilir. Tüm bunlar 1450’lerden çok sonra ortaya çıkmış olsa da mizah unsuruyla birleşerek romanın içine aykırı durmadan yerleştirilmişler.

Velhasıl-ı kelam postmodern roman, edebiyatın en özgün örneklerinden biri olarak son yıllarda yerini sağlamlaştırarak ve her geçen gün daha fazla üretilen yeni eserlerle yoluna devam ediyor. Modern romanın gerçekçi kalıplarından sıyrılarak yazara ve okuyucuya sonsuz bir özgürlük alanı bırakıyor. Bütünlük içinde olmadığı ya da bir amaca hizmet etmediği eleştirilerine karşın postmodern roman, hikâye içinde hikâye anlatılabileceğini, zeki okuyucuların anlayabileceği şekilde mizah/ironiyle de eleştiri yapılabileceğini ve hem yazarın hem de okuyucunun kalıpları yıkarak daha özgür şekilde davranabileceğini göstermekte. İçerdiği ters köşelerle okuyucuyu uyanık tutup sıkmazken dili ustaca kullanarak amacına doğru ilerlemekte. Tüm bu anlatılanlar dikkate alındığında Kapalıçarşı, baştan sona postmodern edebiyat ögeleriyle dolu, kavga etmeden, kimseye saldırmadan mizahi bir eleştiri tonuyla suya sabuna dokunan, aynı zamanda birçok insana saygı duruşunda bulunup birçoğuna da selam çakan bir roman olarak okuyucunun değerlendirmesine sunuluyor.


T24

Yorumlar kapatıldı.