İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mezopotamya’nın üvey evladı Nasturiler

***Metinde yer alan görüşler yazar(lar)ına ait olup, HyeTert’in görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.***
Arjen NEMRUD

‘’Rab: Ona uzaktan görünüp şöyle dedi:

Seni sonsuz bir sevgiyle sevdim. Yeremya 31;3’’

Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki bölgenin kuzey kısmına Mezopotamya, güney kısmına ise Babilonya diyorlardı Antik Yunanlılar. M.S. 1.yy’da Romalı tarihçi ve bilgin Büyük Plinus (Gaius Plinius Secundus Maior) ise Toroslar’ın güney yamaçlarından, yani Aladağlardan başlayıp Basra Körfezi’ne kadar uzanan, Doğuda ise Zagros Dağları’nın eteklerinden başlayarak, batıda Arabistan Çölü’nü ve Suriye Platosu’nu da içine alarak, Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan bu bölgeye Mezopotamya demiştir. Bu sınırlara baktığımızda; Mezopotamya’nın büyük bir bölümünün Irak sınırları içerisinde olduğunu, Suriye’nin kuzeydoğusunu ve kısmen de Türkiye’nin Güneydoğu Bölge’sini kapsadığını görmekteyiz.

Ayrıca Dicle ve Fırat nehirlerinin beslediği bu topraklar, verimli olmasından dolayı ‘’ Bereketli Hilal’’ olarak da bilinmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren, insanların yaşamak için tercih ettiği bölgelerin başında bu verimli topraklar gelmektedir. Bu yüzden Mezopotamya, Tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Neolitik Devrimi’nden (1) sonra ise, Mezopotamya sadece kendi halklarını beslemekle kalmamış; kayda değer ürün fazlalığından dolayı, çevredeki uygarlıklarla da takas usulüne dayalı ticaretin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Yerüstü zenginliklerinin yanı sıra yeraltı zenginliklerinin varlığı da bölgeyi cazip bir konuma getirmiştir. Bu yüzden göçebe halkların gözünde Mezopotamya, süt ve bal akan bir diyar olarak resmedilmiştir. Hatta Barthel Hrouda, Mezopotamya: Dicle ve Fırat Arasındaki Kadim Uygarlıklar adlı kitabında, Martin Luther’in Mezopotamya’ya “Aden cenneti” dediğini belirtmektedir. Oysaki Barthel Hrouda, “Aden” sözcüğünün Sümerce olduğunu ve Çöl veya Bozkır anlamına geldiğini söylemektedir. Çöldeki bu cennetin, sınır komşularının dikkatini çekmesi; bu bölge için sürekli savaşların olmasına neden olmuştur. Bütün bu etkenleri göz önüne aldığımızda; Mezopotamya tarihi, iktidarı ele geçiren, birbirini alt eden, birbirinin yerine geçen ve tekrar geri çekilmek zorunda kalan halkların ve kabilelerin geçit töreni olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mezopotamya tarihine baktığımızda, bir sürü uygarlığın kurulduğunu görmekteyiz. Örnek verecek olursak; Sümerler, Akadlar, Amorrular, Kassitler, Asurlular, Hurriler, Aramiler, Persler, Partlar ve Sasaniler. Bunlar, Mezopotamya tarihi ve kültürüne tarihöncesi dönemden başlayarak, İslami orduların zaferine kadar damgasını vuran ve Mezopotamya’ya çoklu bir kimlik kazandıran uygarlıkların en önemlileridir.

Bu uygarlıkların yanı sıra, semavi dinler için de Mezopotamya kutsal kabul edilmiş ve bu topraklar için Hristiyanlar, Museviler ve Müslümanlar yüzyıllar boyunca birbirleriyle savaşmıştır. Bu din savaşı İslamiyet’in ortaya çıkmasıyla beraber farklı bir boyut kazanmıştır. Hristiyan ve Müslüman gruplar arasındaki, bu topraklarda söz sahibi olma isteği yüzünden Mezopotamya, daha kanlı savaşlara tanıklık etmiştir.

Mezopotamya tarihinin uzun sahnesinde, bazı halklar da sadece var olma mücadelesi vermiştir. Var olma mücadelesi veren halklardan biri de Nasturilerdir. Alışılagelmiş Hristiyanlık inanç sistemini eleştirdikleri için Nasturiler, hayatları boyunca sürgünde yaşamış ve yaşamlarını dinin görünmeyen o kırbacından kaçmakla geçirmiştir. Bu araştırma yazısında, Mezopotamya’da yaşamış ve kendilerini kadim Asur İmparatorluğu’nun torunları olarak gören, Mezopotamya’nın yitik halklarından biri olan Hıristiyan inancına mensup Nasturiler üzerinde duracağız.

Nasturilik Nedir? ve Nasturiler Kimdir?

Hristiyanlık tarihine baktığımızda, mezhep savaşlarının yoğun olarak yaşandığını görmekteyiz. Özellikle de İsa’nın ölümünden sonraki yıllarda, bu daha belirgin hale gelmiştir. Katolikler, Ortodokslarla savaş halinde olmuş; Ortodokslar ise Gregoryen Kilisesine mensup Hıristiyan mezheplerine karşı savaşlara girişmiş ve bir dizi katliamlar gerçekleştirmiştir. Hıristiyan mezheplerinin kendi aralarındaki bu savaşlar yüzünden, Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan Süryaniler, Yakubiler, Keldaniler ve Nasturiler katliamlara ve baskılara maruz kalmıştır. Hıristiyan mezheplerinin dine bakış açılarındaki ayrılıklar ve dini farklı yorumlamaları, binlerce insanın öldürülmesiyle hatta şehirlerin yok olmasıyla sonuçlanmıştır. Bu mezhep savaşları içinde, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Hıristiyan mezheplerinden biri de Nasturilerdir.

Ortadoğu’nun en eski halklarından biri olarak bilinen Nasturilerin, ırksal kökeni tam olarak bilinmemektedir. Bunun en büyük nedeni; 19. yüzyıla kadar Nasturilerin etnik kimlikten daha ziyade, dini kimliği referans almış olup, kendilerini Nasturi ya da Süryani olarak tanımlamalarından kaynaklanmaktadır.

Nasturilerin Aramî ve Asur kökenli olduğunu savunan din adamları ve tarihçiler mevcuttur; ancak bu konuda da taraflar arasında kesin bir uzlaşı olduğu söylenemez. Nasturilerin kökenini Aramilere dayandıranlar, tezlerini Nasturilerin dili olan Süryanicenin, Aramice ile akraba olmasını delil olarak sunmuşlardır.

Nasturilerin Asurlu olduğunu savunanlar ise tezlerini, İngiliz arkeolog Austen Layard’ın Mezopotamya’da yapmış olduğu kazılar sonucunda bulduğu, Asur kalıntıları ile 19. yüzyıl Nasturi kültürü arasında ki benzerliklere dayandırarak, bu Asur kalıntılarının, Nasturilerin atalarına ait olduğunu kanıt olarak sundular.

Nasturi kökeninin Asurlu olduğu tezini, ilk önce İngiliz misyonerler ortaya atmış daha sonra da bu görüş, onların okullarında eğitim gören Nasturi aydınlar tarafından benimsenmiştir. Bu köken bulma durumu hakkında İngiliz kadın kâşif Isa Bella L. Bird (2), 19.yüzyılda, İngiliz misyonerler gelinceye kadar Nasturilerin, hiçbir oryantalist tarafından Asurlu olarak adlandırılmadığını, bunun ilk defa kendileri tarafından ifade edildiğini belirtmiştir.

Surma Hanım’ın (3) (Surme Xanım) yazdığı Ninova’nın Yakarışı kitabında; yabancıların Nasturilere köken bulma arayışını, gerçekte orijinal bir görüş olmadığını belirtmektedir. Ayrıca; Nasturilere köken bulma yarışının, 19. yüzyılda Nasturiler arasında faaliyet gösteren misyonerlerin, Nasturi ve Süryaniler arasında bir millet bilinci oluşturma ve onları tek bir etnik yapıya dayandırma çabalarından kaynaklandığını belirtmektedir.

“Asuri” adı; Nasturi ve Süryanilere, Avrupalılarca verilmiş olduğu görülmektedir. Çünkü Nasturiler, misyonerlerin bölgeye gelmesinden önce kendilerini ya mezhepsel inançlarından dolayı Nasturi ya da yaşadıkları coğrafi bölgeden dolayı Süryani yani Suriyeli olarak adlandırmıştır.

19. yüzyılda Nasturiler arasında faaliyette bulunan İngiliz misyonerler, A. H. Layard’ın (4) bulduğu benzerlikleri benimseyerek Nasturilerin eski Asurluların soyundan geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bu misyonerler; Nasturilerin, Asuri ırkından gelen ve Hristiyanlığın erken döneminde yaşayan sonra da kaybolan bir kavim olduğuna önce kendilerini, daha sonra da Nasturi ve Süryanileri inandırmışlardır.

Bu yüzdendir ki Misyonerlerin 19. yüzyıldan itibaren yazdığı bütün gezi yazılarında, günlüklerinde ve kiliselerine vermek için tuttukları raporlarda Nasturiler, Kadim Doğu Kilisesi Asuri Hıristiyanları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dini olarak Nasturilere baktığımızda ise bu mezhep adının Nastur’dan geldiğini görmekteyiz. Nastur, Roma İmparatorluğu’nun Komagene Eyaleti’ne bağlı Germenika (Kahraman Maraş) şehrinde doğmuş; öğrenimini ünlü Antakya İlahiyat Akademisi’nde tamamlamıştır. Zeki ve becerikli bir öğrenci olan Nastur, kısa sürede sivrilip çağının önemli din adamlarından biri olarak, Anadolu ve Mezopotamya’nın her tarafında tanınmıştır. Konstantinopolis Patriği Cicionos’un ölümü üzerine, hitabeti güçlü olan Nastur, İmparator Theodosius’un dikkatini çekmiştir. Theodosius, Nastur’u, Başkent de dâhil olmak üzere ülkede devam eden dini tartışmalara son verecek dirayette birisi olduğunu düşünerek, Konstantinopolis Patriği olarak atamıştır.

Dini tartışmaların, İsa’nın annesi Meryem üzerinde odaklandığı bir dönemde, Nastur patriklik yapmıştır. Mısır ve Suriye’deki din adamları Meryem’e Yunanca bir kelime olan ‘’Theotokes ‘’ yani Tanrı Anası unvanı veriyor ve karşı görüşleri küfürle itham ediyorlardı. Meryem’e verilen bu unvanın tesiri bütün ülke gibi başkente de ulaşmıştı. Nastur bu görüşe karşı çıkmıştır. Nastur’a göre; Tanrı doğmamış veya doğurulmamıştır, o yüzden Meryem’e kutsallık bahşetmenin anlamsız olduğunu söyleyip, Meryem’in insan olan İsa’nın annesi olduğunu belirtmiştir.

Nasturun, muhalif olduğu başka bir konu ise; İskenderiye Patriği’nin, İsa’da Monofizit (tek tabiatın) yani İsa’nın sadece tanrısal doğası olduğu inancıydı. Nastur ise, İsa’da Diofizit yani; ilahi ve beşerî olmak üzere iki tabiatın var olduğunu savunmuştur. Nastur, İsa’ya tanrı kelamı 30 yaşından sonra geldiğini belirterek, Monofizit görüşe karşı çıkmıştır. Konstantinopolis’te bu tür tartışmalar devam ederken, Nastur taraftarları ile bu görüşe karşı olanlar arasında çatışmalara varan karışıklıkların çıkmasına neden olmuştur.

Bu din tartışmaları, İskenderiye Patriği Kurilos ’un da katılmasıyla farklı bir boyut kazanmıştır. İskenderiye Patriği Kurilos, 429 yılında Nastur ve yandaşlarına karşı sert bir bildiri yayınlayarak onların görüşlerini kınamıştır. Bununla da yetinmeyerek Roma Patriği Celestine’nin de desteğini almış, Monofizitizm’in esaslarını teşkil edecek olan 12 maddelik İman Takririni hazırlayıp, bunu Nastur’a göndermiştir.

Konstantinopolis ve İskenderiye Patriklerinin farklı düşünceleri savunmaları ülke içerisinde diğer din adamlarına da sirayet etmiş ve her tarafta yoğun tartışmalar başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine Bizans İmparatoru, ülke içindeki çatışmayı bitirmek için bütün ruhanileri bir konsül toplantısı için davet etmiştir. İmparatorun isteği üzerine, ülke içindeki ruhani liderler M.S 431 yılında 1. Efes Konsülünü toplamıştır. Toplantı öncesi Kurilos ve taraftarları, Bizans sarayının desteğini almayı başarmış, Antakya Patriği Yuhanna ve ona bağlı piskoposlar gelmeden konsülü açarak Nastur ve yandaşlarının aforoz edilmesini sağlamıştır. Bu konuda Kurilos’a özellikle Urfa Episkoposu Rabbula’nın büyük desteği olmuştur. Nitekim daha sonra Rabbula, Nastur‘un görüşlerini savunan Urfa Akademisi’ni de kapattırmıştır.

Bu çekişmenin altında yatan asıl nedenin, Kurilos ve Nastur ‘un Doğu Hıristiyanlığının liderliğini elde etme istekleri olduğunu, dönemin Bizans tarihçileri belirtiyor. Onların nüfuz kazanmak için girişmiş oldukları faaliyetler, olayları bu seviyeye getirmişti. 1. Efes Konsülü sonrasında Nastur ‘un teolojik görüşlerini benimseyen bir grup, daha sonra Nasturiler olarak adlandırılmıştır. Özellikle Urfa Episkoposu Hibas döneminde Nasturilerin Urfa’da güçlenmesi muhalifleri rahatsız etmiş, onların etkinliğini kırmak için çeşitli girişimlere yönelmelerine neden olmuştur. Bu da doğal olarak ülkede yeni çekişmeleri beraberinde getirmiştir.

İmparator Theodosius ülke içinde yeniden alevlenmeye başlayan tartışmaları sona erdirmek için 449 yılında 2. Efes Konsülü’nü toplamak zorunda kalmıştır. Bu konsülde Nasturilik ve onun taraftarları tekrar aforoz edildikleri gibi Hibas da kiliseden uzaklaştırılmıştır. Ancak bu sırada Theodosius ölmüş, yerine Marcianus imparator olmuştur. Taraflar arasındaki mücadeleler devam ettiği için, o da selefi gibi bu sorunu çözmek için 451 yılında yeni bir konsül toplamıştır. Kadıköy Konsülü denilen bu konsülde, diğerlerinden farklı olarak bu sefer, Nastur’un görüşlerine muhalif olanlar aforoz edilmiş ve yerlerine Nastur ‘un görüşlerini benimseyenler atanmıştır. Bütün bu girişimlerin istenilen sonucu vermemesi üzerine, Marcianus’ tan sonra Konstantinopolis tahtına geçen İmparator Zenon, toplumdaki çatışmaları bitirmek ve birlikteliği sağlamak için 482 yılında Henotikon (Birlik) adlı bir ferman yayınlamıştır. Ancak Zenon’un fermanına, Nasturiler pek fazla itibar etmemişlerdir. Çünkü ferman her ne kadar Diofizit ve Monofizitleri İsa’nın tabiatı konusundaki tartışmalara değinmeden uzlaştırmak amacıyla ilan edilmiş ise de bu fermanda da yine diğer I. ve II. Efes Konsülünde olduğu gibi Nastur aforoz edilmiş, Meryem’in de Theotokos olduğu vurgulanarak Kurilos ’un görüşleri kabul edilmiştir.

Din tartışmalardan sıkılan ve buna bir son vermek isteyen İmparator Zenon, Nasturilerin Urfa’daki ünlü Urfa Akademisi’ni ikinci defa kapatarak onları sınır dışı etmiş ve Nasturilerin ülke içerisinde bulunmalarını da yasaklamıştır. Bu sürgün, Nasturilerin peşini hayatları boyunca bırakmayacaktır.

Monofizit görüşü savunan ve dönemin en güçlü imparatorluğu olan Bizans topraklarında, Nasturilere artık yer verilmemiştir. Bu din yasaklamalarından sonra ise Nasturiler baskı ve katliamlara maruz kalmıştır. İmparator Zenon’ un sürgün kararı, Aforoz edilen Nastur ‘un ‘’Diofizit’’ görüşünü savunan ve ibadetlerini bu görüş doğrultusunda gerçekleştiren Nasturi Hıristiyan Mezhebi için, art arda gelen kaosların başlangıcı olmuştur.

Nasturiliğin Anadolu ve Mezopotamya’da Yayılması

Anadolu ve Mezopotamya’da iktidar olmak için, Bizans ile savaş halinde olan İran’daki Sasani Devleti, Bizans’ta ki din krizini kendi lehine çevirmeyi amaçlamıştır. Sasaniler bu amaç doğrultusunda, Nasturi rahipleri M.S.500 dolaylarında Sasani toprağı olan Nusaybin’e sığınmalarına izin verip, himaye altına almıştır. Sasani kralı Narses zamanında ise Nusaybin’de bir ilahiyat okulu açılmıştır. Ayrıca Rabbula tarafından kilisedeki işine son verilen Nasturi rahip Bar Şauma da Nusaybin’e gelmiştir. Bar Şauma 457 yılında Nusaybin’de ki kiliseye piskopos seçildikten sonra, bu kiliseyi Nasturi çizgi doğrultusunda örgütlemiştir.

Sasani Devleti ayrıca, Bizans İmparatorluğu’nda ki evlerinden ve topraklarından olan Nasturilere, toprak vererek yardım etmiş ve iş imkânı yaratmıştır. Daha sonraki yıllarda Sasani Devleti, piskopos Bar Şauma’yı Nasturilerin resmi temsilcisi olarak kabul etmiştir. Sasani Devleti’ne sığınan Nasturilerin, devletle olan ilişkileri artık Bar Şauma üzerinden yürütülmeye başlanmıştır. Sasani Devleti’nin bu politikaları sayesinde Nasturilik, Anadolu ve Mezopotamya’da yayılma imkânı bulmuştur.

Sasanilerin, Nasturilere destek vermesi ve onları himaye etmesi sayesinde, Hıristiyan mezhepler arasındaki bu din krizi, Sasani Devleti’nin lehine dönmüştür. Sasani Devleti’nde yaşayan Nasturiler M.S. 502-505 yıllarındaki Sasani-Bizans savaşlarında Bizans’ a karşı savaşmıştır.

Ancak zaman içinde, Sasanilerin Nasturilere göstermiş olduğu sıcak tavır, aynı olumlu çizgide devam etmemiştir. Nasturiler, Sasanilerin baskı ve zulümlerine de maruz kalmışlardır.

Anadolu’da Arap hâkimiyetinin başlamasından sonra başa geçen yöneticiler, Hristiyanlığa ve din adamlarına karşı saygılı olmuş; Halifeler, Hristiyanlara kayda değer bir hoşgörü göstermişlerdir. Bunun sonucunda Nasturiler, bulundukları şehirleri fethetmede onlara yardımcı olmuşlardır. Arap-İslam devletleri döneminde Nasturiler, devlet kademelerinde memur olarak vergi toplayıcılığı, doktorluk vs. gibi çok önemli mevkilere getirilmiştir. Ayrıca bu dönemde Nasturiler, eski Yunan eserlerini tercüme edip, Arapların hizmetine sunmuşlardır. Nasturilerin bu çevirileri sayesinde, Arap aydınlanmasının başlamasına zemin hazırlanmıştır. Antik Yunan eserlerinin Arapçaya çevrilmesinin olumlu yanı, Antik Yunan eserlerinin kaybolmasını engellemiş olmasıdır. Öte yandan Nasturilerin Arap hakimiyetinin verdiği rahatlıktan dolayı, Çin ve Hindistan’da misyonerlik faaliyetleri sayesinde kiliseler inşa etiğini de görmekteyiz. Nasturiler, Arap hâkimiyetinden sonra Selçuklu hâkimiyetine de aynı nedenlerden yani kendilerine karşı hoşgörülü davranmalarından dolayı karşı koymamıştır.

Daha sonraki yıllarda Nasturiler, Selçukluları yenen Moğolların hâkimiyetini kabul etmişlerdir. Başlangıçta, Nasturilere karşı oldukça yumuşak ve toleranslı davranmışlarsa da Moğollar da belli bir süreden sonra, Nasturilere karşı baskı ve zulümlere yönelmiştir. Bu da Nasturilerin, Mezopotamya ovalarından dağlara çekilmelerine neden olmuştur.

Timur’un Anadolu seferinden sonra Nasturiler, asıl yurtları olacak olan Van Gölü ile İran sınırları arasında bulunan Urmiye Gölü arasındaki dağlık bölgelere çekilmiş ve bu tarihten sonra Kürtlerle bir arada yaşamaya başlamışlardır.

Anadolu’da Hristiyanlığı ilk kabul eden topluluklardan biri olan Nasturiler, 13. ve 15. Yüzyıllarda meydana gelen Moğol ve Timur seferlerinden sonra, büyük bir çöküş içerisine girmiştir. Bunun sonucu olarak, Hakkâri ve Urmiye dağlık bölgelerinde yaşayan Hıristiyan bir halk topluluğuna dönüşmüşlerdi.

Nasturilerin yaşadığı Hakkâri ve Nasturi kiliselerinin bulunduğu Irak’taki bazı topraklar, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1548’deki Van’ın fethi sonrasında Osmanlı yönetimine girmiştir. Dolayısıyla bölgede bulunan Nasturi aşiretler de Osmanlı idaresine dahil olmuş ve Osmanlı Devleti içinde yaşayan azınlıklardan biri olarak 1924 yılına kadar varlıklarını göstermiştir.

Bütün bu tarihsel sürece baktığımızda; M.S. 431 yılında toplanan Efes Konsülün de aforoz edilmelerinden itibaren, Nasturilerin bütün hayatları sürgünde geçmiştir.

Mezopotamya Düzlüklerinden Hakkâri Dağlarına.

’’Havari Thaddeus’un makamında oturan Mar Şemon’’ (5)

Bu bölümde ise Nasturilerin 17.yy’da Patrikhaneyi Hakkari’ye taşımalarına değineceğiz. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin, Nasturiler üzerindeki baskıları yüzünden bir kısım Nasturi, Katolik mezhebine geçmiş ve Keldani ismini alıp Gregoryen Ermeni kilisesine bağlanmıştır. Fakat, Nastur ‘un öğretilerinden vazgeçmeyenler ise 1662’de ruhani ve dünyevi liderleri Mar Şemun Denha’nın (6) önderliğinde yeniden örgütlenerek, patriklik merkezini Diyarbakır’dan, Osmanlı Devleti toprağı olan Hakkâri’nin Koçanıs Köyü’ne (Günümüzdeki Adı Konak Köyü’dür) taşımışlardır. Nasturilerin, patriklik merkezini Hakkari’ye taşımasının nedenlerine baktığımızda, 6.yy’larda buraya yerleşmiş Nasturilerin varlığı ve Hakkari’nin coğrafi şartlarının belirleyici olduğunu görmekteyiz. Bölgenin büyük bir bölümünün dağlarla kaplı olması, vadilerin ise dar ve derin bir şekilde uzanması ulaşımın patikalar ile gerçekleşmesine neden olmuştur. Bu da Nasturiler için doğal bir koruma imkânı sağlamıştır.

Koçanıs Köyü’nün ise etrafı yüksek dağlarla çevrili olup, sadece Berçelan Yaylası’ nın eteklerinden bir yolla bu köye ulaşım sağlanıyor olması, yeni patrikhane için doğal bir kale görevi görmüştür. Koçanıs Köyü’ nün yeri hakkında, yörede yaşayan insanlara göre, köyün yerini bilmeyen bir insanın, Koçanıs Köyü’ nü bulmaya çalışırken yolunu kaybettiği anlatıla gelmiştir.

Coğrafi konum ve yer şekilleri özelliklerinden dolayı, Nasturilerin ruhani lideri Mar Şemun Denha, Hakkâri Koçanıs (Konak) Köyü’ne, Mar Şalita Kilisesi’ni inşa etmiştir. Mar Şemun, Hakkâri ve çevresinde yaşayan Nasturileri artık buradan yönetmiş ve burası da 17.yy’dan itibaren 1924 yılına kadar Nasturilerin dini merkezi olmuştur. Nasturiler 6. yüzyılda Hakkari’ye yerleştikten sonra, Kürt Aşiretleri, Ermeni Aşiretleri ve Yahudi Aşiretleriyle birlikte 1500 yıla yakın yaşamıştır.

Hakkâri Nasturilerinin, Yabancı Misyonerler Tarafından Keşfi.

Hakkâri, Osmanlıya bağlanmadan önce, Kürt beyleri tarafından, Mir’lik denilen bir sistemle yönetiliyordu. Hatta Hakkâri Mirlerinin Çaldıran Savaşı’nda, Osmanlı kuvvetlerine destek için 40 bine yakın asker gönderdiğini, dönemin Osmanlı tarihçilerinin Türkçe ’ye çevrilmiş tarih kayıtlarından öğrenmekteyiz. Van’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanmasından kısa bir süre sonra, 1548’de, Hakkâri tamamen Osmanlılara bağlanmıştır. Osmanlının bölgeye tam hâkim olmasıyla beraber Hakkâri beyleri, Hakkâri Sancağı adı altında Osmanlı Devleti’nin yönetimine girmiştir. Son Hakkâri Beyi Mir Nurullah Bey’e kadar, kendi içlerinde serbest yaşayan bu beyler, savaş zamanında Osmanlı Devleti’ne asker gönderiyor, bölgede yaşayan Müslüman ve Gayrimüslimlerden de vergi topluyor ve vergilerin bir kısmını da Osmanlı’ya gönderiyorlardı.

Hakkari’de yaşayan Kürt Aşiretler ile Nasturi Aşiretleri(7) arasında sürekli kan davaları ve çatışmalar olmuştur. Bu tür çatışma ve kan davalarının olmasında; hayvan hırsızlıklarının yanı sıra, hayvanlarını otlatacakları mera ve yaylaların sınırlarının tespiti ve aidiyeti konusundaki anlaşmazlıklar temel neden olmuştur. Kürtler ile Nasturi aşiretleri arasında en çok otlak yüzünden ilişkisi bozulan ve mücadele etmek zorunda kalınan Nasturi Aşiretlerinin başında ise Tiyari Aşireti (8) gelmiştir.

Tiyari aşireti bölgedeki en kalabalık Nasturi aşireti ve en savaşçı olanıdır. Ayrıca Tiyari Aşireti’nin yaşadığı bölgede, koyunlarını otlatacak çok fazla mera alanı olmadığı için, bu aşiretin sürü sahipleri ve çobanları sürülerini otlatmak için sık sık Kürt bölgelerine götürmüştür. Bu da hayvancılıkla uğraşan Kürtler ile Nasturilerin karşı karşıya gelmesine neden olmuştur. Taraflar arasındaki veya Nasturilerin kendi aralarındaki kavgaların en büyük nedeni de bu olmuştur.

Nasturiler ile Kürtlerin diğer bir anlaşmazlık noktası ise her iki tarafın da birbirinin koyunlarını çalması ve mallarını yağmalaması meselesi olmuştur. Tabiî ki bunda sayısal çoğunluk Kürtlerin elindeydi ama coğrafi avantaj ise Nasturilerden yana olmuştur. Bu nedenle, Kürtler ne kadar kalabalık olursa olsunlar, Nasturiler sahip olmuş oldukları sağlam müstahkem mevkiler ve savaşçılıklarıyla az sayıda bir kuvvetle Kürtleri geri püskürtmeyi başarmıştır.

Bütün bu sorunlara rağmen, 19.yüzyıla kadar Kürt ve Nasturi aşiretleri iyi sosyal ilişkiler kurmuştur. Bazı köylerde Nasturiler ve Kürtler birlikte yaşardı. Nikitin’in (9) aktardığına göre, Nasturi Kilisesi ile Müslüman Kürtlerin camileri yan yanaydı. Bayramlarda ve kutsal günlerde birbirlerini ziyaret etmiştirler. Nikitin, kitabında Kürt ve Nasturi aşiretlerinin bazen ittifak kurduklarını bile belirtmektedir.

Aynı coğrafyayı paylaşmalarından ve yüzyıllardır birlikte yaşamalarından olsa gerek Kürt ve Nasturi aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar uzun sürmezdi, genellikle iki tarafın ileri gelenlerinin bir araya gelip anlaşması ile ya da karşı tarafa aynı şekilde karşılık vermesi ile olay kapanırdı.

Bölge güvenliğini sağlayan Osmanlı Devletinin 19.yy’da güç kaybetmesi, Kürt beylerinin başına buyruk hareket etmesi, yabancıların bu bölgede yaşayan Gayrimüslimler üzerindeki faaliyetleri gibi nedenlerden dolayı, Hakkâri genelinde kanun ve nizam 19.yy’da oldukça zayıflamıştır. Ayrıca 19.yüzyıldan itibaren, bu sorunların üzerine bir de misyonerlerin yaptığı çalışmalar, Kürt aşiretleri ile Nasturi Aşiretlerini karşı karşıya getirmiştir.

Hakkâri Nasturileri hakkında, şu ana kadar elde edilen bilgilerin çoğunu, 19.yüzyılda doğuda misyonerlik faaliyetlerinde bulunan Amerikalı, Fransız, İngiliz ve Rus misyonerler ile bu devletlerin Ortadoğu’da görev yapan askeri idarecilerinin tuttukları raporlardan ve günlüklerinden öğrenmekteyiz. Bunun yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet yöneticilerinin ve yerel Kürt beylerinin yazdıkları raporlardan da Nasturiler hakkında bilgiler elde edilmektedir. Ama genele baktığımızda ise Nasturiler hakkında en detaylı ve geniş bilgiye, misyonerlerin ve yabancı askeri yöneticilerin yazdıkları raporlardan ulaşılmaktadır. Çünkü sadece 19.yy’da Hakkari’ye gelen yabancı misyoner sayısı 30’a yakındır ve Nasturiler hakkında da 40’a yakın kitap ve rapor yazmışlardır.

Nasturilerin keşfedilmesi, Avrupa ve Amerika’da duyulmasını sağlayan çalışmaların başında Yabancı Misyonlar için Komiserler Kurulu’na (Board of Commissioneres for Foreign Missions – ABCFM-) bağlı misyonerlerin bölgede yaptığı çalışmalar gösterilmektedir. ABCFM’ ye bağlı misyonerler, savaşlarda güçsüz düşen, ekonomisi bozulmuş ve Ortadoğu’da güç kaybeden Osmanlı Devleti’nin topraklarında yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetleri yürütmüştür. Bu misyonun en dikkat çeken üyesi Dr. Asahel Grant olmuştur. Dr. Grant, 1835 yılında, tıp doktoru olarak Hakkari’ye gitmiştir. Burada ilk başta farklı giyimleri olan ve diğer Ortodoks Hıristiyanlarından farklı ibadetleri olan bazı yerel kabileler ile karşılaşmıştır. Dr. Grant ilk başta bunların kayıp Yahudi kabilesi olduğunu düşünüp, bağlı olduğu misyona mektup yazarak bilgi vermiştir. Bu keşif Dr. Grant’ ı o kadar şaşırtmış ki Nasturileri araştırmak ve bunları kayıt altına almak için 3 yıl boyunca eşi ve çocukları ile Hakkâri dağlarında yaşamıştır. Ama bu merakı Dr. Grant’ ın ailesine mal olmuştur. Dr. Grant, dağların zor şartlarında önce eşini sonra da çocuklarını kaybetmiştir. Bu üzücü olaylara rağmen, bu merakından vazgeçmeyip 1839 ile 1843 yılları arasında Hakkari’ye 5 defa gezi düzenlemiştir. Dr. Grant, Hakkari’de dağ tepelerine ve derin vadilere dağılmış Nasturi köylerinin nerdeyse hepsini dolaşmıştır. Bölgede yaşayan Nasturi Aşiret liderleriyle de temaslar kurmuştur. Dr. Grant bu temasları sonucunda Aşuta Köyü’ne (10) bir misyonerlik okulu kurmuş ve bu okulda misyonerlik faaliyetlerini yürütmüştür.

Ama; bu okul inşaatı Nasturiler için sonun başlangıcı olmuştur. Çünkü bu misyonerlik faaliyetleri, Hakkari’de Nasturilerle birlikte yaşayan Müslüman Kürtleri rahatsız etmeye başlamıştır. İngiliz arkeolog ve gezgin olan Austen Henry Layard, aynı dönemde Hakkâri’ ye gelip burada araştırma yaptıktan sonra yazdığı ‘’Ninova ve Kalıntıları (1848-1849)’’ kitabında bu huzursuzluğu destekler açıklamalarda bulunmuştur. A. H. Layard, Aşuta Köyü’nde Amerikan Misyonerleri tarafından yaptırılan misyoner okulunun Hakkâri’ de yaşayan Kürt Aşiretlerin’ de bıraktığı izlenimi şu şekilde aktarmaktadır: ‘’Amerikan misyonerleri tarafından, dağlarda kısa, geçici kalma süreleri içinde yaptırılmış olan ev ve okul yıkıntılarını gezdim. Bu yapılar, Kürtlerin hem çok kuşkulanmasına hem de kıskanmasına, yabancıların kale inşa etmekte oldukları ve topraklarını ellerinden alacaklarını düşünmelerine neden olmuştur. Çünkü tek başına duran bir tepenin doruğunda yapıldığı için, tüm vadiyi gören üstün bir görüş açısına sahipti. Yer daha az gösterişli, yapı daha küçük yapılabilirdi. Aralarında oturmaya gelmiş oldukları insanların karakterlerini çok iyi bilen bu kişilerin böyle tedbirsiz davranmaları beni çok şaşırttı’’ diye belirtmektedir.

Ayrıca Dr. Grant haricinde Hakkari’ye İngiliz misyonerlerin ve Rusların da geldiğini söylemiştik. Batılı devletler özellikle İngiltere’nin 19.yy’da hazırladığı, Osmanlı Devleti’nin topraklarını bölmek ve sonra orda kendine bağlı bir yönetim kurup, orayı sömürme planlarını uygulamak için bu misyonerleri etkin bir şekilde kullanmıştır. İngiliz misyonerler, Nasturi Patriği Mar Şemun Abraham’ la yaptığı görüşmelerde, Nasturilerin Osmanlı Devleti’ne ve Kürt beylerine karşı kendi bağımsızlıklarını ilan etmelerini söylemiş hatta Nasturilere hem ekonomik hem de gerekli silah desteğinde bulunacaklarını beyan etmiştir.

Ayrıca bölgede, kendi gücünü kanıtlamak ve bölgenin iktidarını ele geçirmek isteyen bazı Kürt beyleri vardır. Bu Kürt beylerinin başında, Osmanlı saraylarında eğitim görmüş Cizre Beyi Mir Bedirhan Bey gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin Nizip Savaşı’nda aldığı ağır yenilgiyi, kendi lehine çevirmek isteyen Cizre beyi Mir Bedirhan Bey güçlenmiş ve bölgenin bütün vergilerini de kendisi almak için Kürt beylerini de kendi yanına çekmiştir.

Bölgede, uzun yıllardır yabancı devletlerin desteğini alan Nasturiler, Mir Bedirhan Bey’in önündeki en büyük engeldi. Bedirhan Bey Nasturileri ilk önce kendi boyunduruğuna almak için bir dizi girişimde bulunmuş ama hiçbirinden umduğu sonucu alamamış ve onları artık düşman olarak görmeye başlamıştır.

Nasturilerin Osmanlı adına, Hakkâri Miri Nurullah Beye verdiği vergileri vermemesi ve Patrik Mar Şemun Abraham’ın Nasturi aşiretlerine, Hakkari’deki Kürt köylerine saldırmaları için izin vermesi üzerine Kürtler ile Nasturiler arasında çatışmaların ilk ateşi yakılmıştır.

1841 yılında Nasturi Patriği’ni itaat altına almak isteyen Nurullah Bey’in bu amaç için, Nasturilerin dini merkezi olan Koçanıs Köyü’nü yakıp yıkması üzerine patrik Mar Şemon Roel, Dız Aşireti’nin yaşadığı bölgeye sığınmıştır. Bu çatışmalar sonucunda, Kürtlerden intikam almak için Tiyarili Nasturiler, bölgede faaliyet gösteren misyonerlerin de etkisinde kalarak kalabalık nüfuslarına güvenip, Bedirhan Bey’e bağlı bir köydeki seyitlerden 50 kişiyi öldürüp, köyü yağmalamış ve köyün camisini kiliseye çevirerek bir rahip tayin etmişlerdir. Bu olay üzerine Bedirhan Bey, Nurullah Bey’e Nasturilerle savaşması için bir miktar asker yollamıştır. Ancak Nurullah Bey’in, Nasturiler karşısında çok sayıda asker kaybetmesine rağmen istenilen sonucu alamamıştır.

Bedirhan Bey, Nasturi meselesini bizzat kendisi ele alarak onları cezalandırmaya karar vermiş ve Hakkari’deki Nasturiler üzerine ilk seferini düzenlemiştir. Bedirhan Bey 1843 yılında Nasturileri cezalandırmak için Tiyari Aşireti’ne bağlı olan yerleşim yerlerine kuzeyden saldırmıştır. Bu saldırı sırasında ilk önce Dız bölgesine gelip, buradan patriğin yaşadığı Koçanıs bölgesine geçmiştir. Mir Bedirhan Bey’e bağlı Kürt askerleri bölgeyi tahrip etmiş ve yağmalamıştır.

Sefer sırasında Patrik Mar Şemun Abraham ve kardeşleri, Bedirhan Bey’in güçlerinin önünden kaçarak Musul’a sığınırken,

Nasturilerin bir bölümü de İran sınırındaki Nasturi bölgelerine sığınmıştır. Herhangi bir bölgeye kaçamayanlar ise cizye ve vergi karşılığında Bedirhan Bey’in hükmü altına girmişlerdir. Bedirhan Bey, bu seferi sonucunda Tehoma, Cilo ve Baz bölgeleri haricinde yakıp yıktığı bölgelerden 125.120 koyun, 5.700 büyükbaş hayvan ve 5.497 tüfek ele geçirmiştir. Tehoma, Cilo ve Baz bölgelerinden haraç alınmıştır. Mar Şemon ’un kendisi kurtulmasına rağmen annesi, kız kardeşleri ve birkaç erkek kardeşi Bedirhan Bey’in eline düşmüştür. Bu esirlerden patriğin yatalak olan annesi, Bedirhan Beyin bazı askerleri tarafından öldürülüp, cesedi parçalanarak Zap Irmağı’na atılmıştır. Sefer sonunda Bedirhan Bey, Hakkari’de yönetimi ele geçirmiştir.

Osmanlı Devleti ise Bedirhan Bey’in bu harekâtından Musul Paşasının, Padişah I. Abdülmecit’e haber vermesiyle haberdar olmuştur. Osmanlı Devleti, Bedirhan Bey’in Nasturi seferi sonunda ondan bu seferin nedenini açıklamasını istemiştir. Mir Bedirhan Bey ise, kendisini savunmak için Erzurum Valisi Kâmil Paşa’ya gönderdiği mektupta bu seferin nedenini; Nasturi Tiyari Aşireti’nin itaatsizliği olarak belirtmiştir. Bu açıklamaya rağmen Bedirhan Bey’in Nasturi Harekâtı devlet tarafından olumsuz karşılanmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti, bölgeye yabancı müdahalesini özellikle İngiliz ve Fransızların, Nasturileri bahane ederek devletin içişlerine karışmasından çekinmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti, Bedirhan Bey’in faaliyetlerini de yakından takip etmeye başlamış ve onun ileride devletin başına yeni işler açmasını engellemek için bazı tedbirler de almaya çalışmıştır.

Bedirhan Bey’in bu seferi sonucunda; İngiltere, Rusya ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne yoğun baskılarda bulunmuştur. Fakat Mir Bedirhan Bey, Osmanlı Devleti ve bölgedeki misyonerlerin uyarılarını dikkate almamıştır. Bedirhan Bey, ilk harekâtından sonra Amerikan misyonerlerinin kullanmış olduğu Aşute Köyü’ndeki, misyonerlik okulunu askeri karargâha dönüştürüp, Hakkâri ve bu bölgeyi kontrol altında tutması için de Zeynel Bey’i görevlendirmiştir. Zeynel Bey’in karargâhı olan bu okula, Tiyari Aşireti tarafından bir intikam saldırısı düzenlenmiş ve beş Kürt öldürülmüştür. Buna rağmen bina ele geçirilemediği gibi, bu olay ikinci Nasturi harekâtının başlamasını da tetiklemiştir. Bu olay üzerine Bedirhan Bey, bölgede nüfuzunu genişletmek ve Nasturi seferini tamamlamak için, bu kez Nasturilerin en büyük ikinci aşireti olan Tehoma Aşireti üzerine de sefer düzenlemiştir. A. H. Layard, Bedirhan Bey’in ikinci Nasturi harekâtı öncesinde Musul Valisi Tayyar Paşa’nın, bu harekâtın önünü alabilmek için uğraştığını ve onu ikna etme konusunda başarılı olamadığını belirtmiştir. Bedirhan Bey, bu seferinde özellikle Tehoma ve Baz bölgesini hedef almıştır. Layard’ın belirtiğine göre bu sefer sonunda yaklaşık 3.000 Nasturi öldürülmüştür. Mir Bedirhan Bey’in, Nasturiler üzerine düzenlediği iki harekâtın toplamında Bedirhan Beyin ordusundaki askerler tarafından, yaklaşık 11.000 Nasturi öldürülmüş ve Koçanıs başta olmak üzere Baz, Dız, Tiyar, Çal aşiretlerinin köyleri yağmalanıp, yakıp yıkılmıştır. Bu seferler sonucunda sağ kalan binlerce Nasturi ya İran’a ya da Irak topraklarına sığınmıştır.

Hakkari’de Bozulan Düzenin, Osmanlı Devleti Tarafından Sağlanması

Bedirhan Bey’in ikinci seferi sonunda Osmanlı devlet adamlarından Nazım Bey, Nasturi esirlerin bırakılması ve Bedirhan Bey’in asi tavrından vazgeçmesini sağlamak için bölgeye gönderilmiştir. Osmanlı Devleti’nin nasihatle olayları çözmek ve yatıştırmak için göndermiş olduğu Nazım Bey, iki ay boyunca bütün çabalarına rağmen Bedirhan Bey’i ikna edememiştir. Bedirhan Bey’in, Nasturilere yönelik giriştiği bu seferler, batı tarafından oldukça sert bir tepkiyle karşılanmıştır. Batılı devletler özellikle de İngilizler, Osmanlı Devleti’nden Bedirhan Bey’e yönelik harekete geçmesi için baskıda bulunmuştur. Osmanlı Devleti de hem faaliyetlerinden rahatsız olduğu Bedirhan Bey’i cezalandırmak hem de Batılı devletlerin içişlerine karışmasını önlemek için harekete geçmiştir.

Osmanlı Devleti, Bedirhan Bey’in nasihatlerle yola gelmediğini, kendisinin devlet için bir sorun olmaya doğru gittiğinin farkında olduğundan, artık bu işi nasihatle değil, askeri olarak kökten çözmeye karar vermiştir. Bu amaçla Anadolu Ordusunu harekete geçirerek, Diyarbakır ve Erzurum gibi merkezlerdeki valilere orduya katılmaları için emirler gönderip, Bedirhan Bey üzerine büyük bir ordu yollamıştır. Osman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Bedirhan Bey ile girdiği iki savaştan sonra onu yenip teslim almayı başarmıştır. Bedirhan Bey ilk önce İstanbul’a getirilmiş, daha sonra oradan da Girit’in Kandiye şehrine sürgün edilmiştir.

Osmanlı Devleti, Bedirhan Bey’in bölgeden uzaklaştırılmasından sonra, Nurullah Bey’i de görevinden alarak, yerine merkezden görevlendirilen valiler ve kaymakamlar göndererek Hakkâri’yi merkezden yönetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti, bölgedeki hâkimiyeti tekrar ele alarak bölgede askeri garnizonlar kurmaya başlamıştır. Bu bölgelerde kurulan garnizonlar sonucunda bölgede asayiş sağlanmıştır. Aynı yıl içinde Nasturi Patriği Mar Şemun Abraham, Osmanlı Devleti’ne başvurarak, Musul Valiliği’nin kendisine, Hakkâri dağlarına geri dönmesini sağlamada yardımcı olmasını istemiştir. Osmanlı Devleti, Hakkari’de tamamen hâkimiyet kurup, asayişi sağladıktan sonra Patrik Mar Şemon Abraham ve onunla birlikte Irak ve İran’a sığınan Nasturiler Hakkâri’ye geri dönmüştür.

Patriğin dönmesiyle birlikte Osmanlı Devleti, taraflar arasında asayişi sağlamak için bölgeye asker sevk etmiştir. Ayrıca Nasturiler ile ilişkilerini daha düzenli hale getirmek için Patriğe, resmen patrik unvanı vererek onu devlet nezdinde Nasturilerden sorumlu resmî yetkili kılmak istemiştir. Ama bölgede bulunan İngiliz ve Fransız görevlilerin, Nasturi Patriği’ni etki altına alabileceklerini düşünüp, Nasturi Patriği’ne resmen “Patrik” unvanını vermek yerine, kendisine bir berat ile milletinin “reis-i ruhanisi” olarak görev verilmiştir. Yine Nasturilerin ve patriğin güvenliğinin sağlanması konusunda bölgeye bir mütesellim ile bir miktar asker gönderilmesi de kararlaştırılmıştır. Osmanlı Devleti, Nasturilerin yaşadıkları üzücü olaylar sonrası, onların ekonomik olarak toparlanabilmeleri ve yaralarını sarabilmeleri için 1846 yılından itibaren, Nasturilere 3 yıl vergi muafiyeti getirmiştir. Osmanlı Devleti, Nasturilere karşı devletin bütün imkanlarını seferber etmesine rağmen, Nasturilerin merkeze güvenini ve sadakatini sadece 30 yıla yakın bir süre sağlayabilmiştir.

Emperyalist Devletlerin Misyonerlik Faaliyetleri ve Nasturilerin Hayal Kırıklığı

Osmanlı Devlet’i 19.yy’ın sonlarına doğru, Kürtler ve Nasturiler arasında meydana gelen koyun hırsızlığı, yaralama, öldürme faaliyetleri ve devlete karşı isyana kalkışma gibi olayların altında, yabancı misyonerler ve devlet adamlarının faaliyetlerinin olduğunu fark etmiştir.

Patrik Mar Şemun Abraham’ın ölümünden sonra Patrik olan Mar Şemun Roel, Osmanlı Devleti’nin iyi niyetini suistimal edip, İngiliz ve Rusların bölgedeki misyoner ve idarecilerinin sözlerine inanıp çeşitli dönemlerde devlete isyan etmiştir.

Özellikle Osmanlı Devleti’nin 1877-1878 (93 Harbi) savaşında Ruslara yenilmesi sonucunda, Rus idarecilerin bu bölgede yaşayan Gayrimüslimleri kışkırtmaları, Osmanlı Devleti’ne karşı isyanların fitilini ateşlemiştir. Nasturilerin bu isyanları Osmanlı Devleti tarafından bastırılmış olmasına rağmen bölge artık bir kaos ortamına dönüşmüştür.

Osmanlı Devleti tarafından alınmaya çalışılan bütün önlemlere rağmen 20.yy’ın başında, Nasturiler ile Kürtler arasında meydana gelen koyun hırsızlığı, yağma faaliyetleri her iki taraf arasında artarak devam etmiştir. Çünkü bölgede var olan misyonerler kendi amaçlarına uygun olarak, Nasturiler ile Kürtler arasındaki ilişkilere müdahale etmiş ve olayların daha da kötüleşmesine neden olmuştur. Bu durum taraflar arasındaki huzursuzluğun artmasına ve Nasturi-Kürt mücadelelerinin kalıcı olmasına yol açmıştır. Osmanlı Devleti ise içinde olduğu ekonomik ve siyasi atmosfer yüzünden, Kürt-Nasturi mücadelesine, müdahale etmekte zorluk çekmiştir.

Misyonerler ve bölgedeki yabancı devlet temsilcilerinin etkisi ile Avrupa kamuoyu tarafından yapılan haberlerle, Avrupa’nın egemen devletlerinin, bütün dikkatlerinin Nasturilerin üzerine yöneltmesine neden olmuştur. Nasturileri bahane eden yabancı devletler, böylece Osmanlı Devleti’nin, içişlerine karışma fırsatı elde etmiştir.

20. yüzyılın başlarında İngiltere ve Rusya’nın Hakkâri genelinde, kendi çıkarları doğrultusunda Nasturileri Osmanlı Devleti’ne karşı örgütlemek için bir dizi faaliyetlerde bulunmuştur. Bu faaliyetlere baktığımızda, İngiltere’ye bağlı misyonerlerin Nasturileri kendi yanlarına almak için onlara diğer devletlere göre daha yakın davrandıklarını görmekteyiz. İngiliz misyonerler, Nasturileri o kadar eğitmiş ve etkilemişlerdir ki Nasturiler, İngilizlere inanılmaz bir hayranlık duymaya başlamıştır. Hatta Nasturiler, İngiltere Kraliçesi Victoria’yı azize olarak tanımlamaya başlamışlardır.

İngilizlerin, Nasturilere yönelik yapılan bu yardımların karşılığını almak için, I. Dünya Savaşı’na doğru giden süreçte Nasturiler içinde bazı girişimlerde bulunmuştur. İngilizler, Mezopotamya’da ki çıkarlarını korumak için Nasturileri bu uğurda kullanmak için harekete geçmiştir. İngiltere’nin, Hakkâri’ de bulunan ajanları Yüzbaşı Reed ve Teğmen Mac Dowell’in aracılığıyla 1914 yılında, Patrik Mar Şemun Benjamin’le toplantılar düzenlemiştir. Bu İngiliz ajanları Kürtler ile Türklerin, Ermeni ve Nasturi toplumunun kökünü kazımak için birleştikleri konusunda, Patriği bu toplantılar sırasında inandırmıştır. Eğer Ermeniler ile birlik olup Osmanlı Devletine karşı İngiltere’nin yanında yer alırlarsa İngiltere, Nasturileri korumak için elinden geleni yapacakları konusunda patriğe teminatlar vermiştirler.

Öte yandan Osmanlı Devleti Patrik ve Nasturilerin sadakatini kazanmak için bu dönemde bazı girişimlerde bulunmuştur. Nasturilere kendi eğitimlerini yapabilme, kendi bölgelerine silah taşıyabilme ve bunların devletçe temini, idari ve din görevlerine yüklüce maaş bağlanması gibi geniş ve cömert tekliflerde bulunmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu girişimlerine rağmen, Nasturilerin bölgede bulunan İngiltere ve Rusya’nın etkisiyle savaşa girmesini sadece kısa bir süreliğine engel olabilmiştir. Bütün bu gelişmeler olurken Rusya, Mezopotamya’ da ki çıkarlarını kurumak için Nasturilere, 93 Harbinde gösterdikleri ilgi ve desteklerini daha da artırmıştır. Rusya 1913 yılının sonlarına doğru, Mar Şemun Benjamin’ i kendi yanlarına çekmek için Hakkari’ye bir heyet yollamıştır. Rusya bu ziyaret ile Nasturilere, modern silahlar ile birlikte bir sürü değerli hediye vererek yanlarına çekmiş ve Mar Şemun Benjamin’ in desteğini almayı başarmıştır. Nasturi patriği, I. Dünya Savaşın’ da Rusları kurtarıcı olarak görmüştür. Hatta Rusların Nasturiler arasında yaptığı bağımsızlık propagandası, Osmanlı Devleti’nin çabalarından çok daha etkili olmuştur.

I. Dünya Savaşı’nın başında, Nasturi Patriği Mar Şemun Benjamin Rusların verdiği vaatlerin de etkisiyle ve bölgede ki olayları bahane ederek Rusların yanında savaşa girme kararı vermiştir. Patriğin amcası Nemrud ve bazı muhalif Nasturiler ise Mar Şemun Benjamin’in bu kararına karşı çıkarak ya Osmanlı Devleti yanında savaşa girmesini ya da tarafsız kalmasını istemişlerse de istekleri kabul görmemiştir. Patrik Mar Şemun, Nasturi Aşiretlerin ileri gelenleriyle 12 Mart 1915 tarihinde Rusya’nın etkisiyle Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Bu savaş ilanı ile birlikte Nasturi askerleri I. Dünya Savaşı’n da Ruslarla ittifak kurarak, Osmanlı Devleti’ne karşı Van ve Hakkâri bölgelerinde savaşmışlardır. Bu saldırılar üzerine Musul Valisi Haydar Bey ve Hakkâri Kaymakamı Ertuşi Aşiretinin askerleriyle birlikte 23 Haziran 1915 tarihinde, iki taraftan Nasturilere bir saldırı düzenlemişlerdir. Ama dağların engebeli konumu ve Nasturilerin bu durumu ustalıkla kullanmaları sonucunda, Osmanlı kuvvetleri fazla bir ilerleme sağlayamamışlardır.

Osmanlı Devleti Sarıkamış faciasında Doğu’da ki askeri gücünün büyük kısmını kaybetmesi yüzünden, Ruslar Van’ın Başkale ilçesine kadar ilerlemiştir. Başkale’de karargâh kuran Ruslardan, Mar Şemun Benjamin yardım almak istemişse de kayda değer bir yardım almamıştır. Rus yardımların kesilmesi üzerine Hakkâri dağlarında üstünlüğü ellerinde bulunmalarına rağmen Nasturiler, yiyecek erzak ve cephane sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Bu sorunlardan kurtulabilmek ve Salmas ve Hoy’da bulunan Rus ordusuyla birleşmek için 8 Ekim 1915 tarihinde Hakkâri dağlarından çıkmak için Albayrak( Elbak) yakınlarında Kürt güçleriyle yaptıkları çatışmaya rağmen 19 Ekim 1915 tarihinde İran’ın Salmas kentine ulaşmışlardır. Nasturiler bu yolculuğu sırasında Kürt güçlerine büyük zayiat verdirmiştir.

1916 yılının başlarında Patrik Mar Şemun Benjamin, Tiflis’te Rus Çarı Nikola ile bir görüşme yapmıştır ve bir diz destek sözü almıştır. Bu görüşme sonrasında Rusya, 2000’ yakın Nasturiyi silah ve teçhizatla donatıp eğittikten sonra Osmanlı ve Kürt güçlerine saldırması için Van ile Hakkâri arasına yerleştirmiştir. Rusya ve Nasturi güçleri 1916 yılının sonuna doğru Osmanlı güçlerine saldırmış ve İran sınırındaki Masiro Geçidi’yle, Urmiye ve Başkale’ye kadar olan bölgeyi işgal etmiştir. Bu saldırını sonrasında Nasturi güçleri Osmanlı Ordusunun Şemdinli’de bulunan 9. Bölüğü üzerine saldırmış daha sonra Dağlıca’ da(Oremar) yaşayan Kürtlere saldırıp bu bölgenin tamamını işgal etmişlerdir.

Rusların I. Dünya Savaşı’nın bitiminden önce barış antlaşması imzalayarak çekilmesiyle birlikte, Nasturilerin büyük bir bölümü de Ruslarla, Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalmıştır.

Rusya’nın bölgeden çekilmesi üzerine Mar Şemun Benjamin yönünü İngilizlere çevirmiştir. Nasturiler bu seferde İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda hareket etmek için İngilizlerle bazı görüşmelere girmeye çalışmışlarsa da Kürt Şikak Aşireti lideri Sımko (İsmail) Ağa’nın, Patrik Mar Şemun Benjamin’i bir görüşme sırasında öldürmesiyle Nasturi güçleri dağılmaya başlamıştır. Nasturiler Hakkâri Van bölgelerinden büyük göçler ile İran topraklarına göç etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra, bölgede yaşayan Nasturilerin, Türkiye vatandaşı olmaları için bazı çalışmalar yapılmışsa da İngiltere’nin Musul meselesi yüzünden kayda değer bir sonuç elde edilememiştir. İngiltere, Hakkâri’ de kalan bazı Nasturileri silahlandırıp, 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı isyan çıkartmalarını sağlamıştır. İngiltere’nin amacı yeni kurulan Türkiye Devleti’ne karşı, siyasi koz elde edip Musul ile Hakkari’yi, Irak toprakları içine dahil etmekti.

İngiltere’nin bütün uğraşlarına rağmen, bölgede yaşayan Kürt aşiretleri ve Şikak Aşireti’ni lideri Sımko Ağa’nın (11) (İsmail Ağa) yardımıyla Türkiye Devleti, Nasturi isyanını, 28 Eylül 1924 tarihinde Şemdinli Harekatı’yla bastırmıştır. İsyanın bitmesiyle bölgede yaşayan çoğu Nasturi ya İngiliz sömürgesi olan Irak’a ya da Avrupa’ya göç etmiştir. Böylece Nasturilerin hayalini kurdukları gelecek, Emperyalist Devletleri’n kendi amaçlarını gerçekleştirmek için Nasturileri kullanıp sonra görmezden gelip bir kenara atması sonucu, büyük bir hayal kırıklığına dönüşmüştür.

Hakkari’de kalan çok az Nasturi ise, 1990’lı yıllara kadar Hakkari’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşadı. Hakkâri’de yaşayan bu son birkaç Nasturi de bütün hayallerini Hakkâri dağlarında bırakarak, bir daha geri gelmemek üzere Avrupa ve Amerika’ya göç ettiler.

Sonuç olarak:

Bu dönemde gerçekleşen savaşlar yüzünden birçok Nasturi köyü, boş kaldığı için yörede yaşayan bazı Kürt grupları tarafından talan edilmiştir. Özellikle 6.yüzyıldan beridir ayakta duran birçok kilise ve manastır talan edildikten sonra harabeye çevrilmiştir. Nasturilerin 19.yüzyılda yaşadığı o kaos ortamında kiliselerinin durumunu, Amerika’ ya göç edip oraya yerleşen Son Nasturi Patriği Mar Şemon Benjamin’in kız kardeşi Surma Hanım, Ninova’nın Yakarışı adlı kitabında bu savaş dönemini anlatırken şöyle yazmaktadır: ‘’Diğer çok zengin bir kilise de Cilo’ da ki Mar Zayya (Dêra Mate olarak bilinir) Kilisesi’dir. Burada altın ya da gümüş haçlar, kâseler, tepsiler, antika buhurdanlıklar, devekuşu yumurtaları, çok büyük Çin vazoları, 1000 yıllık parşömen üzerine yazılmış kitaplar ve Hz. Muhammed’in verdiği, üzerine bu kilisenin korunmasına dair bir fermanın yazıldığı ipek bir mendil bulunuyordu. Ne yazık ki bütün bu zenginliklerden geriye küllerden başka bir şey kalmadı. Vazolar paramparça olmuş tüm değerli eşyalar çalınmıştı. Bunu yapanlar büyük ihtimalle Oramarlı Kürtlerdi.’’ diye belirtmektedir. Bu bölümün devamında, Surma Hanım kiliselerinin yok edilmesiyle ilgili olarak, Kürtlere ithafen şu soruyu soruyor: ‘’Kiliselerimizi belki yeniden yapabiliriz ama sormak gerekir: Kürtler yok ettikleri değerleri, sebep oldukları harabelerin arasında yeniden nasıl canlandırabilecekler?’

Bir Nasturi geleneğine göre; Nasturi bir kadın doğum yaptığında, yeni doğan çocuk için toprağa bir fıçı şarap gömülürdü. Çocuklar büyüyüp evlenme çağına gelince de bu şarap fıçısı topraktan çıkarılır, çocuğun düğününe gelen misafirlere ikram edilirdi. Ama o çocuklar için gömülen şaraplar, gömüldüğü topraktan bir daha çıkmadı…

Çünkü ne düğün yapacak gençler kaldı ne de düğünde o şarabı içecek misafirler…

Geriye inancın içinde, var olmak için çıktıkları 1600 yıllık serüvenin, Hakkâri dağlarının en sarp yamaçlarına inşa ettikleri o kiliselerin yıkık duvarlarında yankılanan kesik haykırışları kaldı.

KAYNAKÇA:

1. ALBAYRAK, KADİR, Keldaniler ve Nasturiler, Vadi Yayınları, Ankara 1997.

2. ATİYA, AZİZ SURYAL, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Çev. Nurettin Hiç Yılmaz, Doz Yayınları, 1. Baskı, İstanbul Eylül-2005

3. ÇELİK, MEHMET, Ortadoğu Mozaiği: Süryaniler – Nasturiler, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elâzığ, 1996.

4. BİLGE, YAKUP, Süryaniler (Anadolu’nun Solan Rengi), Yeryüzü Yayınları, İstanbul, 1996.

5. BÜLBÜL, MUSTAFA, Türkiye’nin Süryanileri, Tasam Yayınları, İstanbul 2005.

6. BRUİNESSEN, MARTİN VAN, 2005. Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim Yayınları, 2013.

7. ERDOST, MUZAFFER İLHAN, Şemdinli Röportajı, Onur Yayınları, Ankara 1994.

8. DALYAN, MURAT GÖKHAN, 19. YÜZYIL’DA NASTURİLER (İdari Sosyal Yapı ve Siyasi İlişkileri), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, DALI, Doktora Tezi, Isparta,2009.

9. DANACIĞLU TEMUR, ESRA, 19. yüzyılın ilk Yarısında Doğu Anadolu: Asahel Grant ve Nasturi Misyonu, Toplumsal Tarih Dergisi.

10. GRANT, DR. ASAHAL, Nasturiler ya da Kayıp Boylar, Çev. Meral Barış, Nusaybin Yayınevi, 1994.

11. İLERİ, CİHANGİR, “Osmanlı Devleti’ndeki Nasturilerin Genel Durumu ve Nasturi İsyanları”, Süryaniler ve Süryanilik I, Hazırlayanlar: Ahmet Taşğın-Eyüp Tanrıverdi- Canan Seyfeli, Orient Yayınlar, Mart 2005

12. KÖROĞLU, KEMALLETTİN, Eski Mezopotamya Tarihi: Başlangıçtan Perslere Kadar, 1. Basım 9. Baskı, İstanbul, 2015.

13. LAYARD, AUSTEN HENRY, Ninova ve Kalıntıları Asuri Keldani Hıristiyanları, Yezidiler ya da Şeytana Tapanların Ülkesine Bir Gezi, Eski Asur’un Töre ve Sanatlarının Araştırılması, Çev. Zafer Avşar, Avesta Basın Yayın, İstanbul 2000.

14. MAR SAMCUN, SURMA D BYAT, Ninova’nın Yakarışı Doğu Asur Kilise Gelenekleri ve Patrik Mar Şamun’ un Katli, Çev. Meral Barış, Avesta Yayınları, İstanbul 1996.

15. MALMİSANİJ, Bedirhaniler ve Bedirhani Ailesi Derneğinin Tutanakları, Avesta Yay., İstanbul 2000.

16. NİKİTİNE, BASİL, Kürtler, Örgün Yayınevi, İstanbul 2010.

17. ÖZDEMİR, BÜLENT, Süryanilerin Dünü Bugünü I. Dünya Savaş’ında Süryaniler, TTK, Ankara, 2008.

18. SATILMIŞ SELAHATTİN, “XIX. Yüzyılda Hakkâri’ye Hıristiyan Bir Cemaat: Nesturiler (İdari, İktisadi ve Sosyal Durumları)” http://www.sosbil.aku.edu.tr/dergi/VIII2/satilmis.pdf, 2010.

19. YILDIZ, HATİP, “Bedirhan Bey ve Nasturiler”, Süryaniler ve Süryanilik I, Orient Yayınları, Ankara, Mart–2005.

20. YOHANNAN, ABRAHAM, Mezopotamya’nın Kayıp Halkı Nasturiler, Çev. Meltem Deniz, Beysun Yayınları, I. Baskı, İstanbul 2006.


Artı Gerçek

Yorumlar kapatıldı.