Ben kimim? sorusuna dair ilk bilgi bana sanırım 1. Sınıf civarında bir hafta sonu, Cumartesi akşamüzerlerinde cemaatten çocuklar ile, cemaatteki gönüllü kadınlardan Purim’in, Pesah’ın, destansı hikayelerini dinleyip kartonlardan Sevivon yapmak için gittiğimiz Sunday School’da ulaştı. Fakat bu ilk ipucunu ne bir oyun ne de masal sırasında edindim: Bir akşam sınıf dağılırken apartmanın girişinde kadınlardan biri, 7-8 yaşlarında, yeni katılmış bir grup çocuğu, tedirginlikle karışmış bir ciddiyet içinde, fısıldar sesiyle uyarıyordu: ”Okuldaki diğer arkadaşlarınıza buradan sakın ha bahsetmeyin. Sonra onların da canı çeker, gelmek isterler!”
** “Karma” sözcüğü, eylemde bulunmak anlamına gelen Kri kökünden gelir. Karma, belli bir edim veya eylemin belli bir sonucu üreten bir sebep haline geldiği anlamını taşır. Sonucun kendisi bir neden olur ve bir sonuç daha doğar ve bu tekrar eden bir zincir halinde devam eder.” Dr. Hiroshi Motoyama, Karma ve Tekrardoğuş
Çok uzun süreler, bir yandan bu sırra sağdık kalmaya çalışıp, bir yandan da anlamlandırmaya çabaladım. Yanlış bir şey mi yapıyorduk ki? Oysa çok eğleniyorduk, keşke onlar da gelebilseydi. Ne zararları dokunurdu ki?
‘İsmim pek Yahudi ismine benzemiyordu’
Lise dönemleri, İsrail turundan aldığım Davut’un Yıldızı uçlu kolyemi neden dışarı takamayacağımı artık biliyordum. Gizlenmemiz, güvenliğimiz için önemliydi. İsmim zaten pek Yahudi ismine benzemiyordu, dershanedeki meraklı hocalara “annem Rus” diyerek kolaylıkla sıyrılabiliyordum. Ruslar azınlık değildi galiba nasıl olsa, kulağa “tehlikesiz” geliyordu. Soyadım da Allah’tan Türkçeydi. Biraz dikkatli, hatta mümkünse az bir şey de görünmez olursam, böylece güvendeydim. Bunla ilgili kimse fazla konuşmazdı, hepimiz için normal olan buydu. Bu bir yüzü gizemli yaşama bir kere alıştın mı sonrası kolay oluyordu zaten. Peki acaba korktuğumuz şey tam olarak neydi?
‘Korktuğumuz şey tam olarak neydi?’
Üniversitede 2. anadalım olan Sosyoloji’nin ilk dersinden, o güne kadar inandığım, bildiğim, öğrendiğim, güvendiğim ne varsa adım adım yıkılmakta olduğunu fark etmenin suratıma tokat gibi çarpmasıyla ayrıldım. Kendimle, dünyayla ilgili benim bildiğim bambaşkaydı, gerçekler bambaşka. Mezun olduğumda öfkeliydim. Bastığım zeminin kaygan çıkmış olması, göz göre göre, birilerinin uydurduğu bir takım yalan yanlış hikayelere, aralarında buna hayat boyu uyanamayacak birçoklarının da olduğu koca bir grup insanın inandırılmış olması, beni önü kesilmez bir sorgulamaya itmiş, sanki cevaplardan daha da uzaklaştırmıştı. Israrla ismimi soran meraklı yabancılara, kendimi savaş meydanında zırhsız hissetmek pahasına “Yahudiyim” diyebilme cesaretini 22 yaşında ilk kez bu dönem buldum.
Peki bunu her yaptığımda, hemen ardından tarifsiz bir rahatlık ve gevşeme hissetmemin nedeni neydi? İçten içe Yahudi kimliğime bağlılığım mı? Ailemi, geleneklerimi, içine doğduğum yeri sahiplenmiş olmam mı? Yoksa, kendim için hatırı sayılır bir risk alarak kim olduğumu dışarıya söylemenin, içimde yaralı bir yerleri iyileştirdiğini fark etmem mi? Şunu anlamıştım ki, kimliğime kodladığım, kaynağını tam olarak çözemediğim bu tuhaf korku ve saklanma dürtüsü ne benimle başlamıştı ne yalnız bana özgüydü, ne de bir tek benimle çözülebilirdi.
“Bir yaşam zarfında en çok bağlandığınız hareketler, çoğunlukla sonraki tezahürün nedeni olurlar”
“İyileşmek, kendine uyanmakla mümkün. Bildiğin, inandığın her şey; hem kendinle hem dünyayla ilgili her şey paramparça olacak ki boşlukta kalasın. Boşlukta kalasın ki hakikatinin, kendi doğrunun, okulda öğrettikleri gibi hazır, kolay lokma olmadığını anlayasın. Neyden kaçıyor, neye ait hissediyorsun? Sımsıkı tutunduğun, hani tek laf söyletmediğin şeyin arkasında ne var? Geçmişin ne, ataların kim? Seni kimler, nasıl, ne koşullarda var etmiş? Kimler nelere tahammül etmiş ki sen bugün burada olabilmişsin? Sendeki korkular, yaralar için kimleri suçluyorsun? Hayattaki her seçimin için sorumluluk alabilir miydin?”
İçinde kendimi pek bulamadığım işimde 3 seneye yakın çalıştıktan sonra karşıma çıkıp daha sonra işimi bırakmama sebep olan, biraz da “tesadüfen” tanıştığım yoga ve meditasyonun kadim öğretileri ile kendimi birden bire bu sorularla çevrelenmiş buldum. İlk başlarda pek bir anlam ifade etmiyorlardı. Uzun süre hepsini öylesine söylenen, havalı kişisel gelişim cümleleri olarak algıladım. Bir tek bende olduğunu sandığım, anlamlandıramadığım her düğümün aslında insanın ortak soruları olduğunu, işe önce kendinle, sonra ailenle, sonra da ait olduğun toplulukla/kabileyle başlamak gerektiğini, topluca iyileşmenin kendi iyileşmenle başlayacağını çok sonra fark ettim.
“Sanki ruhsal düzeyde arınmanın, politik ve fiziksel düzeyleri arıtmaya da gücü var”
Bu topraklardaki küçük halkamız içinde çoğumuz çocukluktan, bazen sebebini bile bilmeden, kim olduğumuzu hiçbir zaman tam olarak ortaya koymamamız gerektiğini öğrendik. Saklanmak alışkanlığımız oldu, saklandıkça daha da tedirgin olduk, böylece tekrar saklandık. İçine doğduğumuz hayatın bize getirdiği bu kısır döngü, çoğumuzda görünmez kaldı, kırılamadı. Bu kolektif ruh halimiz, yaşamlarımıza, kendimizle, başkalarıyla, işimizle ilişkilerimize işledi, hala daha işliyor. Hayır, bu kimsenin suçu değil. Elimizden gelen buydu. Çünkü annelerimiz, onların anneleri, onların anneleri… Onlar da öyle öğrendiler. Onlar da güvensiz hissetti. Onlar da korktular, onlar da gizlendiler. Belki bu, daha da böyle devam edecek.
‘Kim olduğumuzu hiçbir zaman tam olarak ortaya koymamamız gerektiğini öğrendik’
Peki ya biz tüm bu “eksiklik” addettiklerimizin aslında tam da bizi biz yapan, dönüştürecek olan şey olduğunun farkına varsak? Kendi korkumuzun, öfkemizin, çok kez bu topraklarda ince bir buz tabakası üzerinde gibi hissediyor oluşumuzun arkasına bakarak, bizden öncekilerin bulamadığı cesareti, güveni onlar adına kendimizde arasak? O zaman bir şeyler değişir miydi? Birilerinin bir şeyler yapmasını, dışarıda bir takım şeylerin değişmesini, kaderimizin elimizde olmayan koşullar tarafından belirlenmesini beklemektense, karanlıkta kalmış, bakmak istemediğimiz tarafımızla topluca yüzleşmeye, gerçeğimizi – bugün elimizden geldiği kadarıyla – görmeye gönüllü olsak, topluca biraz daha iyileşebilir miydik? Böylece, bizden sonrakilere, kim olduklarının bilincine daha çabasız varabilecekleri, kimliklerinin arkasındaki yaşanmışlıkları daha rahat dile getirebilecekleri bir yaşam bırakabilir miydik?
“Durumumuz, eylemlerimizle oluşur. Hiçbir şey yapılmazsa, hiçbir şey başlamaz. Yaşamda eylem gereklidir. Kader fikri, eylemin terk edilişini içerdiği için karma anlayışına karşıttır. Kadercilik, tembel bir inançtır; evrenin Tanrı tarafından takdir edilmiş olan belli bir sabit yönde devindiğine ve O’nun sizin aynı doğrultuda devinmenize izin verdiğine dair karar vermişsinizdir. Bu tutumla içerisinde bulunulan hal, aslında canlı olmaktan daha çok uyuyor olmaktır. Bu, büyük bir nehrin akıntısıyla sürüklenen bir kum tanesi olmak gibidir. Kadere inanırsanız, bireysel varlığınızın anlamını bulamayacaksınız”
Bu yazının benim geçtiğim yerlerden geçtiğini bildiğim birilerinin içinde karşılık bulabilmesi dileği ile…
Alıntılar Dr. Hiroshi Motoyama, Karma ve Tekrardoğuş
Nadya Kaya 1994 doğumlu, İstanbul’da yaşayan bir İzmir Yahudisi. Bilgi Üniversitesi’nde sosyoloji ve reklamcılık çift anadalı yaptıktan sonra 3 sene santralistanbul Enerji Müzesi’nde atölyeler ve eğitimler yaptı. O dönem pratik etmeye başladığı yoga ve meditasyonun hayata ve kendine bakışını etkilemesiyle yoga eğitmenliği yapmaya başladı. Bir yandan beden, zihin ve nefes ile tutkuyla çalışırken, bir yandan da mitoloji, psikoloji, kadim doğu metinleri ile ilgileniyor ve okuyor; kimlik, aidiyet konularını bu öğretiler üzerinden düşünmeye devam ediyor.
İlk yorum yapan siz olun