İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermenilik ve Kimlik İlhakı

Editörlerin Notu: Ağustos ayının 2. haftasında Twitter’da başlayan ve platform sahibi Ermeniler tarafından kamuoyuna, asıl ekseni ‘Müslümanlaştırılmış Ermeniler’in cemaatten dışlanmasıymış’ gibi yansıtılan tartışmaya Azad Alik sayfalarında devam ediyoruz. Doktora sonrası çalışmalarını Duisburg-Essen Üniversitesi’nde sürdüren Aras Ergüneş bu tartışmaya felsefenin imkanları içinden bakıyor.

Aras Ergüneş*

Bir hafta önce sosyal medyada cereyan eden Ermeni Kimliğini kullanmaya kimlerin yetkili oldugu tartışması, sonrasında tartışmaya dair Rober KoptaşArno KalaycıSalpi Özgür ve Jbid Arsenyan‘in yazıları ile devam etti. Koptaş ve Kalaycı yazılarında zorla Müslümanlaştırılan Ermenilerin torunlarını Ermeni kimliğini kullanmakla suçlamanın ve bu yolla Ermeni kimliğinin eşik bekçiliğini yapmanın failin dilini sahiplenmek olduğunu ifade ettiler. Sosyal medyadaki tartışmanın başlatıcılarından olan Özgür ise, karşıt bir pozisyondan, özellikle sosyal medyada Ermeni kimliğinin, onu aksesuar gibi kullananlar tarafından nesneleştirildiğine dair bir eleştiri getirdi.

Ben bu yazıda Ermeni kimliğinin sınırlarına dair bir tartışmaya girmeyeceğim. Kimliklerin tarihsel, coğrafi, sosyal ve kültürel deneyimler ekseninde şekillendiğini, bu deneyimler neticesinde çoğullaştığını düşünüyorum. Yani Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin, kendi kimliklerini kazanma serüvenleri ile Türkiyeli Ermenilerinki kesişim noktalarına sahip olsalar bile bir ve aynı olmak zorunda değiller. Bu bakımdan her kimlik, kendine has tarihsel-toplumsal deneyimler bütünü olarak müstakil bir varlığa sahip olabilir. Bu yazının odağı, sosyal medyadaki tartışmaların da altında yatan başat motivasyonlardan biri olduğunu düşündüğüm, Ermeni kimliğinin ve bu kimliği çerçeveleyen mağduriyet söyleminin Gayriermeniler için kullanışlılığı olacak.

Pek ünlü Sloven filozof Slavoj Zizek politik eleştirilerine rabıtalı olarak anlattığı hikayelerden birinde bir Yahudi cemaatinin dini ritüelinden bahseder: Hikaye odur ki, cemaatin tanrı karşısında kendi faniliğini, Tanrı’nın ise azametini vurguladığı bu törende önce Haham söz alır, “Tanrım” der, “ben kulun olarak bir hiçim”. Ardından cemaatin önde gelen zengin bir iş adamı söz alır: “yıllarca maddi dünyaya kendimi kaptırdım, oysa ben bir hiçim” diye yineler. Sonra sözü cemaatin yoksul bir mensubu alır ve yine benzer cümlelerle Tanrı’nın karşısında ben bir hiçim diye yineler. Bu sırada zengin iş adamı, yanında oturan hahamı dürter ve “bu adamın burada ne işi var, ne hakla o da bir hiç olduğunu iddia edebiliyor” diye sorar. Zizek’in çokça anlattığı bu hikaye esasen filozofun günümüz liberal-sol entelektüelizmin kimlik siyasetine bakışına dair bir eleştirisidir.[1]

Buna göre, hakim ve evrensel kabul gören kimliklerin dışına itilmiş, tarihsel olarak adaletsizliğe uğramış mağdur kimliklerin sahiplenilmesi, liberal-sol kimlik siyasetinin temelini oluşturur. Ancak Zizek burada bir noktaya işaret eder; imtiyazlı kimlik sahibi beyaz-erkek-liberal-sol akademisyen kendi imtiyazlı kimliğinin savunusunu yapmasının sosyal sermayesi gereği mümkün olmadığından, mağduriyet atfettiği kimlik üzerinden yani “bir hiçlik” üzerinden kendine yeniden bir kimlik inşa eder. Kendi suçluluğuna vurgu yaparak, mağduriyet atfettiği kimlik inşa ettiği bu yeni kimlik ona ahlaki üstünlük ve siyasi doğruluk payelerini kazandırır. Zizek, mağdur ile yakınlık olarak görülen bu “ben de bir hiçim” pozisyonunun kişiye sağladığı politik meşruti pozisyonun yanında Lacancı terminoloji ile söylersek, psikolojik olarak da kişinin sosyal olarak tanınma arzusunu (‘Lustegewinn’) beslediğini öne sürer. İçine düşülen ahlaki krizin, mağduru önce tanımlayıp ardından onunla dayanışarak aşılması ile ahlaki[2] üstünlük yeniden tesis edilmiş olur. İmtiyazlı liberal-sol entelektüelizmin kendi özeleştirisi ve özrünün ya da mağdur kabul ettiği kimlikle girdiği bu mahçup görünen ilişkinin ardında asla onun imtiyazlı sosyal konumunu sarsacak radikal bir fiile rastlamak mümkün olmaz. Yani bir başka deyişle, Türkiyeli liberal-sol entelektüel kendi ahlaki krizini aşmak ve sosyal sermayesini yeniden tahkim etmek için birtakım imtiyazlarından vazgeçip gayrimakbul kimlikle dayanışmaya girse dahi tarihsel adaletsizliğin yüzyıldır sağladığı (Ermeni komşular ve dostlarla büyümüş olmanın kimi sosyal ortamlarda bir şehirlilik göstergesi ya da Anadolu’nun kültürel zenginliği olarak sunulması gibi)  kurumsal/sosyal avantajlardan vazgeçmek onun için asla bir gündem değildir.

Ermeni Kimliği ve Sol-Liberal Entelektüelizmin Ahlaki Krizi

Yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçeveyi Türkiyeli Ermeniler ile onlara siyaseten ya da ahlaken eklemlenen liberal-sol çevreler üzerinden okumaya çalışalım. Türkiye’nin genel kamuoyu için Türkiyeli Ermenilerin yaşayan, somut varlıklar olarak anlaşılmaları, Hrant Dink’in 2007 yılındaki katli ve sonrasında cenazesinde yüzbinlerin ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı ile kilometrelerce yürümesi ile mümkün oldu. Cenazenin ardından Türkiye Ermeni toplumu, daha önce eşine benzerine tanık olmadığı bir ilgiye mazhar olmaya başladı. Bu dayanışmacı ilginin olumlu yanı, Soykırım sonrasında devam eden ayrımcı ve dışlayıcı uygulamaların giderek içe kapalı bir hale getirdigi Türkiyeli Ermeni toplumunun, Hrant Dink’in katlinden sonra beklendiği üzere daha da içine kapanmak yerine toplumun geneli ile bir araya gelebilmesini sağlamasıydı. Ancak Turkiyeli Ermenilere platform olan bu dayanışmacı yaklaşımın öteki yüzünde; Türkiyeli Ermeni kimliğini mağduriyet söylemi ile donduran ve mağdur kimliğe karşı ahlaki sorumluluğunu ya da çok kabul gören ve sevilen biçimiyle ‘vicdan muhasebesini` her fırsatta, Ermeni toplumuna sağlanan her platformda dile getiren bir entelektüelizm biçimi türedi. 2008 yılında Türkiyeli entelektüeller tarafından kaleme alınan ve Ermenilerden ‘Büyük Felaket’te yaşananlardan ötürü özür dileyen imza metni, bahsettigim ‘vicdan’ söyleminin en somut ifadesi olarak menfi ya da karşıt, kamuoyunda bir hayli ses getirdi. ‘Vicdan’ belli ki Türkiyeli Ermenilerin soykırımdan bu yana yaşamak zorunda kaldıkları sistematik adaletsizlikler karşısında duyarlı olan kesimlerin hem bireysel hem de kolektif olarak ahlaki pozisyonlarini ifade edebilmeleri için kullanışlı bir terim olarak görüldü. Ancak, gerçekleşmesi beklenen ‘karşılıklı diyalog’, ‘uzlaşma’ ya da sağaltılmak istenen ‘tarihsel travma’; tarihsel sorumluluk, onarıcı adalet gibi özür kampanyasını somutlaştıran evrensel kategoriler ile birlikte ele alınmaktansa, bunların yerine tikelliğe hapsolmuş ve bir o kadar metafizik bir ‘vicdan’ ile sınırlandı. Bu seçim, Türkiyeli liberal-sol entelektüelin kimlik siyaseti ile kendi ahlaki krizini aşması, ahlaki ve sosyal üstünlüğünü ‘hiçlik’ pozisyonundan yeniden kurması için önemli bir işlev gördü.

Pekiyi ama Türkiyeli Ermeniler açısından burada rahatsız edici olan nedir? Ya da geçtiğimiz hafta sonu Ermeniliğin sahiplenilmesi ile ilgili yürütülen tartışmanın yukarıda ifade edilenlerle nasıl bir ilişkisi olabilir? Türkiyeli liberal-sol entelektüellerin kendi ahlaki arınmaları adına Ermeni kimliğini kendi yakınlık kurdukları çerçevede yalnızca mağdur bir kimliğe indirgemeleri, liberal-sol entelektüellerin evrensel ile ilişki kurmasını (Ermeniler üzerine akademik, kültürel üretim ya da uluslararası unvan) sağlarken, Türkiyeli Ermenileri de kendileri için çizilen otantik kimliğin sınırlarına hapsolurlar. Türkiyeli Ermeniler icin, imtiyazli ötekinin ahlaki krizini aşması uğruna nesneleştirilmenin ikinci tehlikesi, ‘vicdan’a dayanan özrün hiçbir biçimde tarihsel adaletsizliklere dair somut bir perspektif sunmamasıdır. Bir boş gösteren olarak ‘vicdan’, soykırımın failliği sorununu görünmez kılarken, faillerden çok tarihsel adaletsizliğin ahlaki yüküne işaret eder. Bunu yaparken de, ataerkil toplumsallaşmanın duygular dünyasını kadınlara hasretmesi nedeniyle, hep ninelerin hikayesi ‘vicdanın sesi’ olarak faş edilir. Koptaş’ın yazısında Mıgırdiç Margosyan’a dair anlattığı kişisel anekdot bu bakımdan çok yerinde bir itiraza işaret ediyor. Margosyan’ın kendisi ile devamlı Ermeni nineleri üzerinden diyaloğa geçenlere, ‘“Hep ninelerinizden bahsediyorsunuz, biraz da dedelerinizden bahsetseniz ya!” demesi, yazıda da belirtildiği gibi, Müslümanlaştırılmış Ermenilere, Ermeni kimliğinin sınırlarını göstermekten ziyade, sahici bir yüzleşme ve özür için vicdandan çok daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu ifade eder. Hannah Arendt Eichmann yargılamalarına dair görüşlerini kaleme aldığı Kötülüğün Sıradanlığı’nda, Nazilerin ölüm makinesinin çarklarından biri olan Eichmann’ın katliamlar sırasında ne vicdanının sesine kulağını tıkadığını, ne de özel bir canilikle bunları gerçekleştirmiş olduğunu söyler. Eichmann vicdanen çok rahattır, çünkü onun vicdanının kendinden gayet emin sesi gücünü toplumsal meşruiyetinden alır. Kısaca toplumsal iktidara göre şekil alan bireyin ‘vicdan’ı, iddia edilenin aksine toplumsal diyalog için pek kullanışlı görülen apolitik bir anahtar bile olamaz. Tarihsel adaletsizliğin yükünü hafifletebilecek yasaları inşa edebileceğiniz   somut bir zemin için ‘vicdan’dan çok daha fazlasına ihtiyacınız vardır.

Varujan Boghosian – House of Blocks, 1977

Sömürgecilik deneyiminin sömürülen ve sömüren üzerindeki psikopatolojik etkilerini serimleyen büyük düşünür Franz Fanon’un büyüklüğü yalnızca yönteminde değildir, onu bizler için daha değerli kılan Siyah Sömürgenin Beyaz Sömürgeci ile girdiği ilişkiyi donuk ve özcü haklı-haksız kategorilerinin ötesinde, Siyahın Beyazlaşma arzusunun politik izdüşümleri biçiminde ele alabilmesidir. Yaşadığımız coğrafyanın tarihsel-toplumsal serüveni, sömürgecilik ve sonrası üzerine üretilen literatürün tarihsel gerçekliğinden farklıdır. Ancak yine de  bazı analizler Ermeni kimliği üzerine yürütülen tartışmaya dair aydınlatıcı olabilir. Fanon siyahın daima beyaz efendinin konumunu arzuladığını, bu nedenle onu taklit ettiğini söyler. Siyahın, Beyaza duyduğu nefretten beslenen bu arzunun muhatabı aslında Beyaz olan olsa da, beyazın hiyerarşik üstünlüğünü kabul eden Siyah, öfkesini kendi benzerine yöneltir. Ermeni kimliğini kullanmaya kimlerin yetkili olduğuna dair kopan tartışmada da tutulan pozisyonlar ve yönelen nefretin Fanon’un çizdiği çerçeveye iki açıdan da uygun olduğunu düşünüyorum. İlk açıda Ermeni kimliğinin nesneleştirilmesinden rahatsız olanlar ve onların başlattığı tartışmayı genişletenler var. Onların tepki gösterdikleri tekil örnekteki fail gerçekten kurgusal bir Ermeni kimliği üzerinden kendisine siyasi/sosyal konum devşiriyor olsa bile, içine girmeye çalıştığı Müslümanlaştırılmış Ermeni kimliği imtiyazlı kesimlerin içine girip, o kimlikle yaşamak istemeyecekleri kadar kırılgan bir kimliktir.   Zaten her biri yeteri kadar kırılgan olan bu kimliklerin, sosyal medya cangılında tartışmaya sonradan dahil olanlarca birbirlerini dışlayan kimlikler olarak sunulmaları, aslında Türkiye’deki kimlik politikalarının biçimine dair genel bir eleştiri olma potansiyeli taşıyan bu konuyu, imtiyazlı ama ‘vicdanlı’ efendinin ısrarla görünmez kılındığı bir kavgaya dönüştürür.    İkinci açıda ise Koptaş’ın sosyal medyadaki tartışma üzerine Ermeniliğin makbul ve gayri-makbul pozisyonları için çizmiş olduğu çerçeve var. Türkiyeli Ermeni kimliği, o kimliğin içine doğanlar tarafından hiçbir zaman tekil bir kimlik değildi, tıpkı içine doğulan diğer kimlikler gibi. Yani bir Ermeni; solcu da olabilir sağcı da, mizojen de olabilir feminist de, liberal de olabilir muhafazakar da, dindar da olur ateist de. Elbette kimi Ermeniler için Ermeni kimliği saydığım diğer kimliklerin önünde gelebilir, ancak hiç azımsanmayacak bir kesim için de Ermenilik içine girilen diğer kimliklerin yanında doğuştan getirilen bir kimliktir. Ancak egemenin Ermeni kimliğine bakarken gördüğü şey yukarıda ifade etmeye çalıştığım çeşitlilik değildir. Ermeniye bakan egemen gözler, onda bir bütünlük görmek ister. Koptaş’ın makbul olarak tanımladığı ‘gusto’ Ermeni, Türkiye’deki belirli bir egemen sınıfın Ermeni’de görmeyi istediği şeydir. Elbette Ermenilerin bir kısmı, egemen ile yakınlık kurabilmek adına kendilerine çizilen bu kimliğin içini doldurmaya çalışıyor olabilirler. Ancak Ermenilere biçilen kimlik yalnızca bununla sınırlı değildir. Ermeni kimliği ile mağduriyet anlatısı üzerinden ilişki kuran liberal-sol kesimlerin de tıpkı diğer egemen sınıflar gibi Ermenilere dair biçtiği bir rol vardır. Liberal-sol entelektüelizm kendi siyasi pozisyonunu tahkim edebilmek için Ermeni kimliğini her daim, mağdur, ahlaklı ve kahraman olarak tasvir eder. Yani Koptaş’ın yazısında gayrimakbul olarak imlediği Ermenilik kimliği, liberal-sol kimlik siyasetinin üretildiği mahfillerde bir hayli makbuldur. Bu kurgusal kimliğin ahlaki pozisyonunu, diğer Ermenilik biçimlerinin üzerinde görmek, kimlik dayatmasına dair nefretin, bu performansı sizden talep eden efendiye değil de kendinden olana yöneltilmesidir.

Türkiyeli Ermenilerin ve Müslümanlaştırılmış Ermenilerin tıpkı diğer kırılgan kimlikler gibi, kimlik politikalarının kendilerine dayattığı kimlikleri performe etmek dışında çözümlere ihtiyaçları var. Türkiyeli Ermeni’nin kendisine dayatılan makbul ‘gusto’luk ya da gayrimakbul kahramanlık kimliklerinin ötesinde, toplumun geneli gibi kimliğini ‘normal’ koşullarda, rahatlıkla ve çaba harcamadan yaşayabilmesi için ‘vicdan’a değil tarihsel adaletsizliğin tazminine yönelik somut politikalara ihtiyacı var.

*Doktora Sonrası Araştırmacı, Duisburg-Essen Üniversitesi, Almanya

Foto: Sergei Parajanov – The Last Supper (1988)

[1] https://thephilosophicalsalon.com/they-are-both-worse/

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96z%C3%BCr_Diliyorum


İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın