Murat Sevinç
Nazi yönetim ve propaganda dilinin en belirgin özelliklerinden biri, bir yandan üstünlük taslayıp böbürlenirken diğer yandan hasımlarıyla alay etmeleri, onları sürekli aşağılamaları. Hatta neredeyse başka türlü konuşamadıklarını söylemek mümkün.
Victor Klemperer’in LTI’si üzerine üçüncü ve son yazı…
“…Nazizmi oluşturan her şeyin tohumu romantizmde mevcuttur: Aklın tahtından indirilmesi, insanın hayvanileştirilemesi, iktidar fikrinin, vahşi hayvanın, sarışın canavarın yüceltilmesi… Alman düşünce hareketinin en belirleyici karakteristik özelliği, sınırsızlıktır.”
Klemperer’in LTI’si her başlığında yalnızca o güne değil, günümüze dair de düşündürüyor ve insanı, zihnindeki her şeyi bir kez daha sorgulamasına yol açıyor. Nasyonal sosyalistler komünistlere, liberal demokratlara, eşcinsellere, ari olmadıklarını düşündükleri her şeye düşman. İçtenlikli bir düşmanlık bu. Yalnızca iktidarda kalmak, savaş kazanmak vs. için körüklenen değil, içten bir düşmanlık. Büyük marifetleri ise en makul görünen insanı dahi bu delice düşmanlığa ikna ve ortak edebilmeleri. Bunu elbette büyük ölçüde propaganda ile başarıyorlar, ancak o propagandayı hazmetmeye hazır milyonlarca suç ortağı bulmakta hiç zorlanmıyorlar. Hem Klemperer’i ve hem de bugün onun satırlarını okuyan beni hayrete düşüren daha çok bu durum. Kaçıkların değil, kaçıklığa meyyal bir ortalamanın varlığı.
Okuru ikaz ettiği konulardan biri ‘akıl’ meselesi. Bir düşünce ya da uygulama, bilimsel ve aynı zamanda akıl dışı olabilir. Bilimselliğe yönelik hayranlık içeren her sözcüğü, bir de bu ‘olasılığın’ terazisine çıkarmak gerekiyor sanırım. Naziler bilimi kullanarak ‘aklı tahtından indiren’ insanlar. Yazının başındaki alıntıda geçen ‘sınırsızlık’ sözcüğü yerine ‘ölçüsüzlük’ ya da ‘had aşımı’ da kullanılabilir.
Antisemitizm, Nazizmi İtalyan faşizminden daha acımasız hale getiren ‘had aşımının’ ana motifi. Yazar bir yerde, Nazi sisteminde antisemitizmin rolünü abarttığı kaygısına kapılsa da, onun Nazizmin merkezinde durup her şeyi belirlediği fikrinde kendinden emin biçimde ısrar ediyor. İşte antisemitizmi ırk doktrininin en etkili en popüler somutlaşması haline getiren de o ‘bilimsel’ ırk öğretisi yaklaşımı.
“…Bilimsel, daha doğrusu sözde bilimsel ırk öğretisi, milliyetçi kendini beğenmişliğin hayal ve taleplerini, her türlü istilayı, her türlü tiranlığı, her türlü gaddarlığı ve her türlü kitlesel kırımı temellendirmeyi ve meşrulaştırmayı sağlar.”
Antisemitizm Nazilere özgü değil kuşkusuz. Fakat onlarınkini ‘biricik’ hale getiren unsurlar mevcut. Nazilerin antisemitizmi Yahudilere yönelik Ortaçağ benzeri hak gaspları ve takibatlara yol veriyordu. İkincisi, yok etme faaliyeti eski yöntemlerle değil, üst düzey örgütlenme ve teknolojiyle yapılıyordu. Üçüncüsü, Yahudi nefreti din ayrılığına değil ‘ırk’ fikrine dayandırılıyordu. Yinelemekte yarar var: Naziler cinayetlerinde ‘bilimsel metodlar’ ve ‘üst düzey’ teknolojiyi kullandı. İnsanın aklını, bilimsel yollar ve teknoloji yardımıyla rafa kaldırması çok ürkütücü değil mi!
Bir insanı, hiçbir biçimde insan olarak görmemenin ve gönül rahatlığıyla yok etmenin yolu, kuşkusuz onu değersizleştirmekten geçiyor. Yazara göre Nazilerin hem dillerine hem uygulamalarına sirayet etmişti bu insanlıktan çıkarma isteği. Örneğin hapishanelerdeki ‘numaralandırma’ yöntemi. İnsanı, insan olduğu gerçeğini görmezden gelemeyerek, sıradan bir ‘rakama,’ ‘taneye,’ ‘parçaya’ indirgemek.
“Böylelikle insan olarak varlıkları inkâr edilmiş olmaz, yalnız bir yönetimi nesneleri sıfatıyla listedeki rakamlar olarak görülürler.”
Örneğin düşmana verdirilen kayıp için önce ‘indirildi’ diyorlar. Ardından ‘tasfiye edildi’ye dönüşüyor. Toplama kampında herkesin gaz odasına gönderilmesi ya da kuşuna dizilmesi, “nihai çözüme vasıl olması” ile karşılanıyor. Arî ırka mensup olanlar ise ‘şeyleştirilmek’ istenmedi. Ancak koşulsuz itaatlerinin sağlanması için sorgulamadan sadakat duymaları gerekiyordu. Bunun için ‘körü körüne’ itaat etmeleri bekleniyordu. LTI’nin başat kelimelerinden biri ‘körü körüne’ imiş. Amaç, amirin emrine hiç sorgulamadan itaat edilmesini sağlamak.
“Nasyonal sosyalizm kesinlikle şahsiyete dokunmak istemez, aksine onu yüceltmek ister ama bu aynı zamanda onun makineleşmesini önlemez: Her birey amirin ve Führer’in elinde bir otomat olmalı ve aynı zamanda kendi astı olan otomatın düğmesine basabilmelidir.”
Bu yolda en çok kullandıkları kavram ise teknolojiden devraldıkları ‘uyumlandırma.’ 12 yıl boyunca sürekli başvuruluyor. Teknoloji terminolojisi hemen her konuşmaya sinmiş halde. Goebbels’in, “Yakın zamanda bir dizi alanda yine tam devirli çalışmaya geçeceğiz” açıklaması gibi. Goebbels ‘tam kapasite’yi de seviyor. Bütün mesele, bağımsız düşünme, aklını kullanma ihtimali olan insanı vakit kaybetmeksizin ezmek. Herkes ve her şey, üstün ırk ve Führer için olduğu ölçüde değer taşıyor.
Yahudi ‘yıldızı’ ise düşmanı ‘işaretleyerek’ hiçleştirmenin en feci yöntemi. Yazar, Yahudi yıldızı taşımanın zorunlu hale getirildiği 19 Eylül 1941’i Yahudilerin en zor günü olarak anıyor:
“…bugün hâlâ veba ve karantina anlamına gelen ve Ortaçağ’da Yahudilerin alametini teşkil eden sarı renkte bir bez parçası; kıskançlığın ve kana karışmış safranın rengi, kaçınılması gereken Kötü’nün rengi.”
O yıldız takıldığı andan itibaren artık her yerde ırkçıların açık nefret ve hakaretlerine maruz kalınıyor. İnsanların arasına karışma hayali sona eriyor. Klemperer ‘gettolaşma’nın da asıl olarak o tarihten itibaren gerçek anlamda başladığını belirtiyor: Yahudiler ‘sarı yıldızla birlikte gettolarını da yanlarında taşımaya başladılar! Ola ki ‘yıldız’ kazara kıyafetin altında kalmış olsun; gestapo tarafından toplama kampına gönderilirsiniz!
Bir de ‘imtiyazlılar’ var. Karma evliliklerden çocuk sahibi olanlar yıldız taşımıyor ve Yahudi evlerinde oturmak zorunda değil. Daha az vergi ödüyor, herkesin arasına karışabiliyorlar. Klemperer, “Ben imtiyazlıyım” kibri kadar acınası, kıskançlık ve nefret kışkırtan bir ayrımcılığa tanık olmadığını belirtiyor: “…acınasıydı, çünkü neticede onlar da bizimle aynı cehennemde, sadece cehennemin daha iyi muhitindeydiler, sonunda gaz fırınları imtiyazlıları da yurttu zaten…”
Yahudi nefretini alevlendirmek, mutlak sadakat göstermesi beklenen Alman’ın içindeki ilkelliği keşfetmesi için elzem. Nihayetinde en ilkel, insanlığın en aşağı basamağına ait bir bilinç, ‘ırk’ bilinci. Sadakat için gerekli ilkelliği sağlamanın yolu, her yola başvurup Yahudi nefretini meşrulaştırmak. Faşizmin temel gıdası nefret duygusu. Buna ‘aşırılık’ için gereksinimleri var. Almanları nefret ortak paydası altında toplamanın en kolay yolu Yahudilerin şeytanlaştırılması. Eğer tümüyle yok edilebilselerdi başka bir şeytan bulunması gerekecekti.
Söz konusu nefreti körüklemenin başlıca aracı ise hiç kuşkusuz dildi. Nasyonal sosyalizmin dili. Yahudi nefreti yalnızca büyük toplantılarda, broşürlerde, sokağın rutininde değil; sıradan sohbetlerde kullanılan konuşma kalıplarında görülebiliyordu. Örneğin, olaylara ‘Yahudi gözlüğüyle’ bakmak gibi! Nazilerin, özellikle Gestapo’nun diline yerleşmiş hitap tarzının ‘sen’ olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bu yazının okuruna çok tanıdık gelecektir, özellikle ‘resmî’ şahısların yurttaşa ‘sen’ sözcüğüyle seslenmesi. İnsanı çileden çıkaran ve çaresiz-değersiz hissettiren, sen!
Klemperer, galibin dilinin toplumun en makul mensuplarını dahi nasıl dönüştürdüğünü çok çarpıcı örneklerle anlatmış: “Galibin dili… cezasız kalmaz onu konuşmanız, nefes gibi içinize çeker, ona göre yaşarsınız. Herhalde bir kurtarıcı bekleyen, onuru zedelenmiş, zor durumdaki halk kadar uygun olanı yoktur faşizm için. Führer ve devleti bu ihtiyacı giderdi savaş mağlubu Almanya’da. Her şeyin ‘en’ iyisini yaparak. ‘En’ üstün olduğunu iddia ederek. ‘En’ abartılı sözcükleri, rakamları kullanarak. ‘En’ büyük yalanları söyleyerek. ‘En’ büyük orduya ve ‘en’ iyi silahlara sahip olarak. Vasat bir olayın, kararın, toplantının, uygulamanın başına ‘tarihsel’ sıfatını ekleyerek. Bıkıp usanmadan ‘laf kalabalığı’ yaparak. Yalan söylemekten bir an olsun çekinmeyerek ve üstelik en aptalca yalanları söyleyerek:
“Burada şaşırtıcı olan, sayılarla söylenen yalanların utanç verici ölçüde kısa ömürlü olmalarıydı; kitlenin düşüncesizliğinden ve tamamen aptallaştırılabileceğinden emin olmak, Nazi doktrininin esasları arasındadır.”
Savaş sona ermeden yalnızca birkaç ay önce Goebbels, Alman direnişinin muazzamlığını, müttefiklerin ‘Alman mucizesinden’ söz ettiklerini ve savaşın daha yıllarca sürebileceğini anlatıyordu!
Nazi yönetim ve propaganda dilinin en belirgin özelliklerinden biri de, bir yandan üstünlük taslayıp böbürlenirken diğer yandan hasımlarıyla alay etmeleri, onları sürekli aşağılamaları. Hatta neredeyse başka türlü konuşamadıklarını söylemek mümkün:
“Führer’in herhalde tek bir söylevi yoktur ki, bu ikisi geniş geniş yer almasın; kendi başarılarının sayılıp dökülmesi ve hasma alaycı hakaretler.”
Klemperer’in LTI’sini edinip sık aralıklarla göz atmanızı öneririm. Faşizmin, yalnızca adı sanı tarih kitaplarında geçen faşistlerin değil, kendi halinde yaşayan sıradan insanın ‘da’ marifeti olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatarak bitirmek istiyorum yazı dizisini.
Murat Sevinç kimdir?
İstanbul’da doğdu. 1988’de Mülkiye’ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken’de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK’si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
İlk yorum yapan siz olun