Evet nerede kalmıştık? Bahariye’ye geri dönülüyordu. İleri Sokak’taki Tunca Apartmanı, 21 No’lu ev, anılarımın en net yaşlarını kapsar. Hemen ilk taşındığımız gün macera başlamıştı. Eve girdik, kamyon da kapıdaydı. Babam anahtarla kapıyı açınca, ben koşarak içeri girdim. Hızla evi dolaştıktan sonra, ön tarafa döndüm. Salonun bitişiğindeki odaya daldım. O oda balkonluydu ama mini bir balkon. Yaklaşık 50 santim eninde, cumba gibi çıkıntılı, parmaklıklı balkon olarak inşa edilmişti. Ev birinci kattaydı, ben derhal aşağıya baktım ve “Ben merdiveni kullanmayacağım, buradan aşağı iner ve yukarı çıkabilirim” diye neşeyle bağırdım. Annemle babam dehşetle bakıştılar, babam her şeyi bırakıp hemen Kadıköy Çarşı’sına gidip birkaç metre kümes teli aldı. Zavallıcık hamalları tek başlarına bırakarak, bir merdivene çıktı, çivi ve çekiçle kümes telini balkonun demirlerinden tavana kadar çaktı ve sabitleştirdi. Böylece ben 7 yaşıma kadar yere konulan dar ve yumuşak minderimde oturur, kümesimden sokakta olan bitenleri gözlemlerdim. Nihayet 2. sınıfa geçtiğim o yaz başında annemleri balkondan atlamayacağıma dair ikna edince, babam telleri söktü. Ne de olsa artık civciv değildim. Kümese de ihtiyacım yoktu.
İleri Sokak çok kaliteli insanların yaşadığı bir sokaktı. Bizim için en güzeli Farhi ailesi ile komşu olmamızdı. Farhi’lerin evi müstakildi. İki katlıydı ve arkada kocaman bir bahçeleri vardı. İlk haftadan bizimkilerle tanışıp kaynaşmışlardı. Sami Farhi, genç ve zarif eşi Suzi ve minik kızları sarışın, mavi gözlü Lina çok güzel bir aileydi. Bir de köpekleri Cina vardı. Üst katta ise Mösyö Sami’nin annesi Madam Luna Fani Farhi otururdu. Madam Farhi, çok otoriter ve entelektüel bir kadındı. Fransızca konuşurdu, o yüzden annem ve babamla çok iyi anlaşırdı. Evinde hep opera müzikleri dinlerdi. Yaz günlerinde çaldığı taş plaklardaki opera aryaları perde perde bütün sokağa yayılırdı. Farhi’lerin, 1956 model Citroen, siyah bir arabaları vardı. Hafta sonları Mösy Farhi, eşi Suzi’yi, Lina’yı ve annesini gezmeye götürürdü. Annesi arabada oğlunun yanına otururdu, gencecik gelini ise arkada minik kızıyla yolculuk ederdi. O devirlerdeki aile büyüklerinin otoritesini gösteren bir şey olarak bunu hiç unutmam.
Lina ile yaklaşık iki yaş aramız vardı. O, üç yaşına geldiğinde çok yakın arkadaş olmuştuk. Çocuk çok akıllı ama dediğim dedikti. İstediği olmazsa kıyameti koparardı. Kışın o bize daha çok gelirdi, sıcak yaz günlerinde ben onlara giderdim ve onların kocaman bahçesinde oyunlar oynardık. Onların mutfağı bahçeye açılırdı. Annesi alçak bir sete serdiği bir halının üzerine bizi oturturdu. Bebeklerimiz ve mutfak takımlarımızla evcilik oynardık. Bahçede üzerinde ağır bir taş olan bir kuyu vardı. Oraya yaklaşmamız yasaktı. Etrafından geniş bir mesafe bırakarak yanından geçerdik. Ağaçlardaki erikleri ve kayısıları çok iyi hatırlıyorum. Lina’nın annesi bunları yıkayıp küçük parçalara keser ve yememiz için bize verirdi. Onlar harika yaz günleriydi. Kışları ise annesi Lina’yı sık sık bize getirirdi. Benim pembe plastikten bir çay takımım vardı. Lina o fincanlara bayılırdı. Teyzem fincanlara azıcık kahve ve şeker koyar, üzerine su doldururdu. Biz minik kaşıklarımızla soğuk kahvelerimizi karıştırıp içer, sevinçle kıkırdaşırdık. Benim harika oyuncaklarım, bütün bir ev takımım, yirmiden fazla bebeğim, mutfak takımlarım vardı. Saatlerce oyun oynardık. Ama eve geri dönme zamanı Lina haykırmaya ve ağlamaya başlardı, çünkü bizde kalmak isterdi. Annesi onu merdivenlerden adeta sürükleyerek götürürdü. Çığlıkları evlerinden bile duyulurdu, sonra sakinleşirdi. Onun kim olduğunu anlayamamış olabilirsiniz, bu günkü Yahudi cemaatinin çok değerli ve tanınan siması Lina Filiba’dan söz ediyorum.
Linanın annesi Suzi Farhi, esmer, kısa saçlı, incecik çok zarif bir kadındı. Çok iyi bir anneydi. Annemle pencereden konuşurlarken eğer bizlerden birinin ateşi varsa, o gün görüştürmeme kararı alırlardı. Lina’nın kızkardeşi Rita doğduktan sonra, Suzi’nin annesi ve babası bir süre onlarda kalmışlardı. Anneanne Madam Rika çok tatlı, sevecen ve güler yüzlü bir kadındı. Kocası Mösyö Zalma da çok sessiz ve sakin bir adamdı. Lina’nın teyzesi Fortüne Fresko, eşi Sami ve biricik oğulları Cako, bizim sokağın köşesindeki Şevki Bey Sokak’ta yaşarlardı. Onların oturduğu apartman da Ermeni Katolik bir aileye aitti. Suzi Farhi, 49 yaşındayken kanserden hayatını kaybetmişti. O yıllarda artık Suadiye’ye taşınmışlardı. O iki katlı evlerini bir müteahhite vermişler ve evin yerine bir apartman inşa edilmişti. Mösyö Farhi, kendisine ait katlardan bir giriş katını, annemle babama satmıştı. Yıllar sonra, annemlerin arka balkonundan, onların evinin bahçesine baktığımda, orada Lina geçirdiğimiz yaz günlerini, bahçedeki oyunlarımız ve kahkahalarımız kulaklarımda çınlardı.
Lina’ların yaz aylarında yaptığı ikindi davetlerine annemle, biz de katılırdık. O bahçede Profesör Yomtov Garti’nin eşi ve kızları Rifka (Lele) ve Şarlot (Şefkat) de gelirlerdi. Bahçede saatlerce oynardık. Saklambaç, tilki tilki saat kaç? ve daha neler neler… Şimdi Rifka Garti İnselberg, İsrael’de Prof. Dr. ve kızkardeşi Şarlot Şefkat Garti ise İstanbul’da doktorluk yapıyorlar. Babaları Yomtov Garti ise matematik dehası, hocaların hocasıydı. Saint Joseph, Notre Dame De Sion ve Galatasaray Lisesi’nde, 80 yaşlarına değin matematik öğretmenliği yapmıştı. Fransa Devletinin Legion D’onör Madalyası ile taltif edilmişti. Bunun yanı sıra gerçek bir Kadıköylü olan Prof. Garti, cemaatine ve dinine çok bağlı, dost canlısı harika bir adamdı. Babamla çok sevişirlerdi. Kadıköy Yahudi cemaatine çok büyük katkıları olmuştu.
Farhi çifti arada bir annemlerle birlikte yemeğe çıkarlar ve o devrin revaçta olan gece kulüplerine gider, dans ederlerdi. Bazen de geceleri karşılıklı olarak kahve sohbeti için bir araya gelirlerdi. Bir kere Farhi’ler hepimizi gündüz gezmesine davet etmişlerdi. O siyah arabalarına binmiştik, herkes o arabaya nasıl sığmıştı hiç hatırlamıyorum. Deniz kıyısında bir yere gitmiştik. İşte orada olanlar oldu, yaşlı Madam Farhi’nin ayağı kaydı ve denize düştü. Hemen yüzmeye ve haykırmaya başladı. ”Sami” diye oğlunun adını haykırıyordu. Kıyıda duran kayıkçılar onu denizden çıkardılar. Oradaki derme çatma kayıkçı kulübesine girerek ıslak giysilerini çıkardı, kombinezonun üzerine ceketini giydi. Ben şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Lina da çok korkmuştu, sesini hiç çıkarmıyordu. Sanırım 6 yaşlarındaydım. Kadının kısacık saçları sırılsıklamdı. Korkusunu veya atlattığı kazayı hissettirmemeye çalışıyordu. Sinirli küçük kahkahalar atıyordu. Sırılsıklam bir biçimde eve döndük. Ben içimden yaşlı kadının hızla yüzmeye başlamasına ve dimdik durabilmesine hayran kalmıştım ve çok şaşırmıştım. Lina’nın 1963 yılında kız kardeşi Rita doğmuştu. Çocuk aynı ablası gibi sarışın, maviş gözlü, çok şirin bir bebekti. Onu çok severdim. Rita Farhi şimdi evli ve iki yetişkin çocuğu var. Eşi Nedi Sisa ile Kanada’da yaşıyor. Lina ise iki oğul annesi ve üç torun babaannesi. Sevgili eşi Robert’i genç yaşta kaybettikten sonra, Raanana’ya yerleşti. Büyük oğlu ve ailesine yakın oturuyor. Onunla eski sevgimizi yeniden paylaşmaya başladık.
Bizim sokak o yıllarda tam bir mozaikti. Farklı dinlere sahip komşular sevgi ve dirlik içinde yaşarlardı. Hemen bitişiğimizdeki Gönenç Evi’nde, eskiden Vagon-li’ de müdürlük yapmış olan Gönenç Bey’ler otururdu. O adamın Opel marka bir arabası vardı. Onların üst katında Prof. Dr. Fazıl Noyan ve ailesi otururdu. Eşi Mihriban hanım anneme bayılırdı. Sık sık kahveye bize gelirdi. Bazı akşamlar annemle babam onlara giderler, akşam sohbeti yaparlardı. Dr. Noyan kısa boylu, pembe yüzlü, masmavi gözlü dünya tatlısı bir adamdı. O yıl meşhur olan “Hava Nagila” adlı İbranice şarkıyı defalarca pikabına takıp dinlerdi. İki kızları vardı. Sevil ve Suzan, kızlar Üsküdar Amerikan Koleji’nde okuyorlardı. Sevil ve Suzan, Venezya ile arkadaşlık yaparlardı. Beni ise kucaktan kucağa geçirirlerdi. Bu aile çok rafine bir aileydi. Doktorun ihtisas yıllarında, Amerika’da yaşamışlardı. Fazıl Noyan, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde anatomi ve göz hastalıkları konusunda profesördü. Onlarla olan dostluğumuz, yıllar içinde başka yerlere taşındıktan sonra bile, bütün muhabbetiyle devam etmişti. Karşı kaldırımda Metin Apartmanı’nda, Petorak ailesi otururdu. Anne Müveddet hanım, annemle çok görüşürdü. Üç oğulları vardı. En büyüğü Çapa Tıp Fakültesi’nde hoca olan Prof. Dr. İsmail Petorak’tı. O kadar kibar ve sevgi dolu bir insandı ki, annem ona bazen sağlık konusunda danışır, fikir isterdi. O da annemle uzun uzun konuşur, yardımcı veya aracı olurdu. Bu insanlar bilim adamıydılar ama, insan tarafları çok derin, güzel ve mütevazı insanlardı. O apartman’ın hemen yanındaki Yılmaz Apartmanı’nda Kara Kuvvetleri Komutanı, Orgeneral Refik Yılmaz ve eşi ile oğulları Korel yaşardı. Korel Yılmaz da Askeri Deniz Lisesi’nde okurdu. Daha sonra amiralliğe kadar yükselmişti. Sokağın diğer ucunda Farhi’lerin evinin yanında, Es ailesi yaşardı. General Kerim Es ve eşi Nerrin hanım çocukları Engin ve Pira, ve üst katta yaşayan, paşanın baldızları Rüksan, Sevim ve Kamuran Hanımlar da bizimkilerin yakın dostuydu. Paşa ile babam meze sofrası eşliğinde rakı içer, sohbet ederlerdi. Kızları Pira da ablamın arkadaşıydı. Etrafta bana uygun kimse yoktu ama, ben büyüklerle olmayı çok severdim. Antenlerim çok açıktı, özellikle babamların siyaset sohbetlerini dinlemeye bayılırdım. 1960 darbesi olduğu zaman paşayı, Demokrat Parti’li olduğu için emekliye ayırmışlardı. Karşı komşularımızdan diğer bir aile ise ünlü basketbol antrenörü Önder Seden, eşi Esin ve benim “Bebiko” dediğim tombul bir erkek bebekleri otururdu. Esin gencecik ve çok güzeldi. Sigara içmek için pencereye çıktığında, eğer annem de o sırada pencerede ise uzun uzun onunla konuşurdu. Esin sonraki yıllarda ablamla ben piyano çaldığımızda bizi dinlerdi. Ben Ravel’in Bolero’sunu çok iyi çalardım. Yaz aylarında o da pencereden mest olmuş bir şekilde bizi dinlermiş. Anneme anlatırdı. Tam karşı apartmanımız Gür Apartmanı’ydı. Bu bina Mösyö Garnik adında Ermeni bir tüccara aitti. Mahallenin üçüncü arabası onlarındı. Karısı Madam Graç çok klas bir kadındı. Dışarı çıktıklarında her seferinde farklı kürkler ve şapkalar takardı. Hayko ve Marlen adında iki çocukları vardı. Hayko benim yaşlarımdaydı. Pencere camlarının gerisinden birbirimize oyuncaklarımızı gösterirdik ve gülüşürdük. Bazen de perdelerin arkasında gizlenip, eğer aynı anda çıkarsak gülmekten yerlere yatardık.
Gür Apatmanı’nın üst katında Kerman ailesi otururdu. Adalet Hanım çok şöhretli bir terziydi. Şevki Bey sokakta dikiş atölyesi ve terzi çırakları vardı. Çok pahalıya dikerdi ama mükemmeldi. Annem orada sık sık elbiseler diktirirdi. Üç çocuğu vardı. Büyük kızı Zeynep Kerman üniversiteye giderdi. Türkoloji öğrencisiydi. Audrey Hepburn’e benzerdi. Daha sonra akademisyen olmuştu. Prof. Dr. Zeynep Kerman hala kariyerini sürdürüyor. Kız kardeşi Ayşe Kerman kızıl saçlı, fıkır fıkır bir kızdı ve Marmara Koleji’nde okurdu. Bir de abileri Ertunç vardı. Bu kızlar her Cumartesi akşamı şifondan, kabarık, diz boyu etekli, streples elbiselerinin üzerine taktıkları şifon şallarıyla, Moda Deniz Kulübü’nün danslı akşamlarına, eve gelen arkadaşlarının özel arabalarıyla giderlerdi. 1960’ların Türk hanımları ve genç kızları, modern, laik ve çok liberal insanlardı. Kıyafetleri ve klasları ile göz kamaştırırlardı. Yan apartmanın giriş katında çok kibar bir Türk ailesi otururdu. Ailenin 28 yaşındaki kızı Deniz, o sene (1961) çocuk felci salgınında hayatını kaybetmişti Serdar ve Selma adlı iki çocuğuna anneanne ve dede bakmaya başlamışlardı. Lina, Selma ve ben onların bahçesinde birlikte oynardık. Selma da çok genç yaşta hayatını ALS hastalığından kaybetmiş. Lina’dan öğrendim. Az ötede Ermeni bir aile otururdu. İki çocukları vardı, Ohannes ve Hraç. Anne Paro, “Perihan Abla” dizisindeki “Meraklı Melahat” gibiydi. Mahalledeki bütün genç kadınların girdisini çıktısını sorar, öğrenirdi. Çok alçak bir giriş katında otururlardı. Evinin önünden geçen herkes, gümrük gibi onun penceresinde takılır ve konuşurlardı. Özellikle sokaktaki büyükçe, geçkin genç kızlar, orada en çok takılanlardı. Gezici Migros kamyonu bile onun evinin önünde park ederdi. Çünkü aynı zamanda satış da yapan şoför de, Madam Paro’nun kankasıydı. Migros arabası yüksek ve büyük aracının yan kanatlarını açıp yukarı kaldırdığında raflara sergilenmiş çeşitli mallar gözükürdü. Sebzeler ve meyveler, tartılmış bir biçimde, üstlerinde fiyat etiketi olan gri renkli mukavva kutularda satılırdı. Migros’un siren gibi kornaları çaldığı zaman çok sevinirdim. Eğer hava çok soğuk değilse, kış aylarında bile annemin peşine takılıp alış verişi seyre giderdim. Raflara uzun uzun bakar ve kesinlikle sütlü bir Nestle Çikolata aldırmadan eve dönmezdim. Migros arabaları o devirlerin süper marketi görevi görürlerdi.
İpin ucu kaçmadan şimdilik anlatmayı kesiyorum. Diğer anılarımda buluşuncaya değin sevgiyle kalın.
*Avlaremoz’un resmi bir görüşü yoktur. Yayımlanan yazılar, yazı sahibinin kendi görüşleridir. Çok sesli bir platform olma amacı taşıyan Avlaremoz’da, nefret söylemi içermedikçe, farklı düşünceler kendisine yer bulmaktadır.
İlk yorum yapan siz olun