Peki geçen bir yıl içinde ne oldu da “Dünyanın çeşitli yerlerinde bizim binlerce camimiz var. Bunu söyleyenler acaba o camilerin başına ne gelir düşünüyor mu? Bunları düşünmeden söylüyorlar” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir anda geçtiğimiz yıl üç buçuk milyondan fazla ziyaretçi alan Ayasofya’yı müze statüsünden çıkararak ibadete açmaya karar verdi?
Çok değil, bundan bir yıl önce, 16 Mart’ta yaptığı mitingde Ayasofya’nın cami olmasını isteyen seçmene, “Sultanahmet’i bir doldurun ondan sonra bakarız” yanıtını vermişti. Hemen ardından bunun bir tahrik olduğunu, bu oyunlara gelmemek gerektiğini söylüyor ve “ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” diyordu. Birkaç gün sonra ise katıldığı televizyon programında Ayasofya’yı ibadete açmaktan değil ancak müze statüsünden çıkartarak ismini cami olarak değiştirmekten, böylece vatandaşın ücret ödemeksizin gezebilmesine imkân sağlamaktan söz ediyordu. Peki geçen bir yıl içinde ne oldu da “Dünyanın çeşitli yerlerinde bizim binlerce camimiz var. Bunu söyleyenler acaba o camilerin başına ne gelir düşünüyor mu? Bunları düşünmeden söylüyorlar” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir anda geçen yıl üç buçuk milyondan fazla ziyaretçi alan Ayasofya’yı müze statüsünden çıkararak ibadete açmaya karar verdi? Ya da başka türlü söyleyecek olursak ne değişti ki Erdoğan, 1994 yılında İstanbul Belediye Başkanıyken Arapça yayın yapan bir dergiye verdiği röportajda dile getirdiği Ayasofya’yı Müslümanlar için camiye dönüştürme vaadini 26 yıl sonra tutmaya karar verdi?
Danıştay’ın kararı yayınlanır yayınlanmaz Ayasofya’yı cami olarak Diyanet İşleri’ne bağlayan kararnameyi imzalayan Erdoğan, aynı gece, 1453’e gönderme yapması hesaplanmış bir zamanlamayla saat 20.53’te ulusa sesleniş konuşmasını yaptı. Kuşkusuz, Danıştay 10. Dairesi bu kararı akşam üstü değil de sabah saatlerinde yayınlanmış olsaydı, bu altı saatlik rötar olmayacak ve Erdoğan’ın konuşması saat 14.53’e denk getirilerek yıllardır seçim meydanlarında seçmeni cezbetmek için kullandığı fetih ruhuna çok daha uygun bir simgesellik yakalanmış olacaktı. Saati tam olarak tutturamasa da, beklendiği gibi Erdoğan’ın konuşmasının ana teması fetih oldu. Ayasofya’nın İstanbul’u fetheden Fatih’in mülkü olduğundan, Fatih tarafından Ayasofya’nın tapusunun onun kurduğu vakfa devredildiğinden söz etti ve konuşması sırasında arkasında sergilenen vakfiyeden sözler okudu. Aslında bu sözler, Osmanlı’da bütün vakfiyelerin sonunda yer alan standart ifadeler olmasına rağmen, Fatih’in bedduası olarak yorumlanıyordu. Erdoğan böylece, birçok diğer şeyin yanında Ayasofya’yı yeniden cami yapma kararının Fatih’e atfedilen “onu cami olmaktan her kim çıkarırsa azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın bedduasından “kurtulmamızı sağlayan” lider olarak tarihe geçme fırsatını yakalamıştı. Erdoğan’ın bu kararı yalnızca onu Ayasofya’yı müze yapan Cumhuriyet rejimini Fatih’in lanetinden kurtaran kişi olma mertebesine eriştirmekle kalmıyor; konuşmasındaki sözleri dikkatle dinlendiğinde aynı zamanda “dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların fetret devrinden çıkış iradesi”nin müjdecisi olarak da konumlandırıyordu. Erdoğan, “Ayasofya’nın dirilişi”ni “Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisi”, kendisini ise Müslüman aleminin ve tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin sözcüsü olarak sunmakta; “Türk milleti, Müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söylenecek yeni sözlerimiz” olduğundan söz etmekteydi.
Ayasofya kararının kaçınılmaz olarak gündeme getirdiği İstanbul’un fethi, Erdoğan’ın siyasi söyleminde merkezi yeri olan bir motif. Özellikle İstanbul’daki seçmene seslenişlerinde sık sık Fetih Suresi’ni okuyarak söze başlayan Erdoğan, seçim meydanlarında adeta İstanbul kim olduğunu açıkça belirtmese de Hıristiyan Batı medeniyeti ve onun içerideki işbirlikçileri olduğunu anladığımız düşmanlar tarafından her an işgal edilecekmiş, “fetih ışığı söndürülecekmiş”, minarelerde ezanlar susturulacakmış gibi bir duygu yaratmaya öncelik veriyor. Bu sütunda daha önce de aktardığım gibi, bu tehdit karşısında kendisini ve iktidarının devamını yegâne güvence olarak sunarken kendi siyasi kariyeri ile fetih arasında, ilk okuyuşta insana garip gelen bir süreklilik ilişkisi kuruyor. 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde, 30 Mayıs 2015’te İstanbul’un Fethi kutlamasında yaptığı konuşmasındaki sözlerini bir kez daha alıntılayayım: “Fatih İstanbul’u 1453’te fethetti, ama fetihler öncesi ve sonrasıyla hep devam etti, Yavuz Sultan Selim’le, …. İkinci Abdülhamid’le fetihler hep devam etti. Fetih Çanakkale’dir, …. Kurtuluş Savaşımızdır, …. 14 Mayıs 1950’dir, milletin iradesine sandıkta sahip çıkmasıdır. Fetih 1994’tür.” 1994, Erdoğan’ın İstanbul’a belediye başkanı olduğu tarihi işaret ediyor. Aynı zamanda, şimdilerde iktidar medyasında büyük bir gururla paylaşılan habere göre, Ayasofyayı yeniden cami yapma vaadini de bu tarihte dile getirdiğini öğreniyoruz.
İstanbul’u “fethettikten” 25 yıl sonra, üstelik CHP’li bir adaya karşı kaybedeceğine ihtimal vermediği 2019 Mart’ında Ayasofya üzerinden kendisine bir tuzak kurulduğunu ve oyuna gelmeyeceğini ifade eden Erdoğan’ın, İstanbul yenilgisinin üzerinden geçen bir yılın ardından aldığı Ayasofya’yı camiye çevirme kararı, bu sebeple seçimle fethedemediği gönülleri Fatih’in bedduasından kurtararak fethetme çabasına girdiğini gösteriyor. Bu çabanın, kendisini çektiği ekonomik sıkıntılar ve pandeminin yarattığı açmaz karşısında yalnız bırakan iktidara gönül koyduğu kamuoyu yoklamalarından anlaşılan AKP’li seçmen nezdinde bir karşılık bulup bulmayacağı şüpheli. Ekonominin görece daha iyiye gittiği ve seçmenin milliyetçi duygularını hareketlendirme konusunda son kozlarını henüz kullanmamış bir AKP, öyle ya da böyle Osmanlıcılık hayalleri üzerinden en azından kendi tabanını konsolide edebiliyor ve kısmen de gençleri bu hayalin peşinden sürükleyebiliyordu. Oysa bugün gelinen noktada, ne Osmanlıcılık ne de Ayasofya kararının hemen ardından kimi mecralarda yeniden gündeme sürülen hilafet hayalleri, seçmenin gündelik gerçekliği karşısında bir çare olarak görünmüyor. Dahası, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de bir süredir uygulanan ve iktidar medyasının tek yönlü bombardımanına rağmen iç kamuoyunu ikna etmede yeterli olmadığı anlaşılan hezeyanlı dış politika adımlarına meşruiyet sağlamaya da yeterli olmuyor.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, iki kez tekrarlanan yerel seçimi kazanmakla kalmayıp bir de dünyada bugüne kadar gelen yalnızca üç örneği bulunan Fatih Sultan Mehmet portresini İstanbul’a getiren Ekrem İmamoğlu’nun tüm engellemelere rağmen salgının ekonomik sonuçlarıyla baş etmeye çalışan İstanbullulara hizmet götürme çabalarının, kaçınılmaz olarak Erdoğan’a tuzak olarak gördüğü Ayasofya’yı ibadete açma kararını aldırdığını düşünmek mümkün. Ancak, kamuoyunda gördüğü ilgiye rağmen, ibadete açılmış bir Ayasofya, siyasi koz olarak her an ibadete açılabilecek bir Ayasofya’ya göre çok daha kısa erimli bir vaat. Yıllardır tekrarlanan fetih miti bugün söyleyecek yeni bir sözü kalmadığı için de daha az etkili bir simgesellik taşıyor. Dahası, Ayasofya hayalinin gerçekleşmiş olması, bundan sonrası için Erdoğan’ı yeni hayaller vaat edip yeni hamleler yapmaya mecbur kılıyor. Üstelik bu hayalin Ayasofya kadar görkemli olması da bu noktadan sonra bir zaruret. Bakalım sırada ne var? Taksim’e Topçu Kışlası mı, yoksa başkentin İstanbul’a taşınması mı?
Ülkü Doğanay kimdir?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. ‘Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek’ isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı ‘Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler’ ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı ‘Seçimlik Demokrasi’ isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı ‘Teneke Kaplı İvan’ isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/07/13/ayasofyanin-dirilisi-sirada-ne-var
İlk yorum yapan siz olun