Sonunda camiye çevirdiler Ayasofya’yı. Muhalefet sanırım bunun ilk tartışmalarını bir taktik olarak algıladı ve ona göre bir “karşı taktik geliştirdi. Ama olanı doğru okuyabildiklerini sanmıyorum. Örneğin bu aşamaya gelince Meral Akşener bir özeleştiri yapmak zorunda kaldı. Çünkü Akşener Tayyip Erdoğan’ın bu işi, yani müzeyi camiye çevirmeyi yapmayacağına inanmıştı. CHP içinde de böyle düşünenler vardı. Onlara göre de Erdoğan’ın yaptığı bir tür “blöf”tü. Daha doğrusu, “Haydi camiye çevirelim, ben bu işe varım” diyerek muhalefetin “Hayır, bu doğru olmaz” demesini bekliyordu. Muhalefet bunu deyince “Bakın, işte bunlar Ayasofya’nın cami olmasını istemiyorlar,” diyecek ve devam edecekti: “Ben size hep söylemiyor muyum? Bunlar milli değil, yerli de değil!” Bu arada sözgelişi “Danıştay kararı” filan, başka etkenler eklenecek, iş kalacaktı. Ama muhalefet, özellikle CHP, yapılamamasının sorumlusu olacaktı.
Bu analizi yapan muhalefet, taktiği boşa çıkarmak için, “Biz bu işe muhalefet etmiyoruz” demeyi, “Buyurun yapın” tavrını almayı uygun gördü. “Biz sorun çıkarmıyoruz. Sen de çıkarma. Ne yapacaksan yap.”
İç politikada “köşe kapmaca” oyunu oynamanın sonuçları. Bence muhalefetin seçtiği yol isabetli değildi. Ayasofya’nın cami yapılmasının ulusal ve uluslararası önemli uzantıları var. “Beni ilgilendirmiyor” diyecek bir konu değil bu.
Sanırım muhalefetin bu “blöf” yanlış teşhisi de konunun bu ağırlığından ileri geliyor. Şu sırada Türkiye’nin böyle bir şey yapmasının uluslararası düzeyde olumlu bir etki yaratmasının mümkün olmadığı yeterince açık. Ama muhalefet bir süredir iktidarın özellikle ekonomik başarısızlıklarından ötürü bir “konu dağıtma” politikası tutturduğu kanısında. Kötü gidişi perdelemek için iktidar böyle polemiğe açık konuları ortaya atarak konu dağıtıyor. Bu görüşün çok doğru olduğu kanısında değilim.
Güncel deyimle “gündem değiştirmek” Erdoğan’ın davranışlarını kısmen etkiliyor olabilir. Ama ancak “kısmen”. Örneğin “LGBT” ya da “Baroların bölünmesi” ya da “Sosyal medya” gibi konuları “gündem değiştirmek” olarak görmek bence gerçek durumu ıskalamak oluyor. Bu konularda Tayyip Erdoğan’ın söyledikleri ve yaptıkları, yapacakları onun orta ve uzun vadeli toplumsal programının dışında kalan şeyler değil. Yani Tayyip Erdoğan bunlarla gündemi değiştirmekten çok aklındaki Türkiye idealine yönelen adımları atmış oluyor. Şu anda barolar bölündü… Ayasofya cami oldu… Ayasofya’nın cami olmasının içerideki yankıları şüphesiz önemli ve girişimin bir numaralı gerekçesi de bundan geliyor. Ancak dış dünyada da elbette yankıları olacak. Bunlar içeride olanlara benzemeyecek. Ayasofya’ya duydukları yakınlık ölçüsünde şiddet dozu artan tepkiler olacaktır. Tayyip Erdoğan bastığı yere çok sağlam basıyor, onun için de bu gibi tepkileri önemsemiyor diyebilir miyiz? Bunu da söyleyemem. Sağlam bastığı filan yok ve kendisi de böyle olduğunu biliyor. Buna rağmen bunu yapıyor, yani Orhan Pamuk’un söylediği gibi dünyaya “Ben artık seküler değilim” ilanatında bulunuyor. Yalnız “seküler” olma, olmama sorunu da değil. Aynı zamanda “Sizin dostunuz değilim” demiş oluyor.
Niçin? Çünkü AKP’nin, Reis’lerinin kavgacı politikalarına rağmen bir daralma, küçülme kıskacında olduğu iddiaları boş laf değil; bunu herkesten iyi görecek konumda bulunan kişi de Tayyip Erdoğan kendisi. “Müslüman Ayasofya”nın kazandırmasını umduğu oylar dış dünyada yaratacağı tepkiden daha önemli görünüyor. Çünkü bu iktidar çeşitli yorumcuların da söylediği gibi artık büyüme, yeni bir şeyler kazanma değil, elindekini kaybetmeme uğraşında.
Dış politikayla ilgili şu da eklenebilir: dünya yüzeyinde Tayyip Erdoğan’ın neleri temsil ettiği sorusu merak uyandıracak bir soru değil, çünkü cevabının ne olacağı, olabileceği, bizzat Erdoğan’ın performansı sonucu, bir “sır” olmaktan çıktı. Yani, yukarıda, “seküler değilim” ilanında bulunduğunu söylüyordum; bu ilanat bir “sürpriz” olmadı. Bunu zaten herkes biliyordu—Erdoğan’ın onların “dostu” olmadığını da.
Atatürk Ayasofya’nın müze olmasına karar verirken bununla dış dünyayı mutlu edecek bir dostluk jesti yapmış oluyordu elbette. Onun bunu yaptığı sırada dünyada 1915 konusu tazeydi. Ama kimsenin Türkiye’den böyle bir talebi yoktu. Kimse böyle bir şey düşünmemişti. Bunu her zaman Atatürk’ün en olumlu karar ve uygulamalarından biri olarak görmüşümdür, çünkü bir jest olsa da, aslında son derece medeni bir karardır. “Reel-politik” değil, sanki estetik bir tavırdır.
Tayyip Erdoğan’ın “düşünce dünyası” sözlerinden çok davranışlarından anlaşılıyor. Onun ve onu destekleyen kadroların bu kararı nasıl değerlendirecekleri üzerinde uzun uzun tefekküre dalacak bir gerek yok. Ama sanki siyaseten Atatürk’ün yanında duran kesim içinde de bundan fazlaca hoşnut olmayan bir kesim olduğu izlenimi oluşuyor. Bakıyorsunuz, Muharrem İnce davet edilirse namaza gideceğini söyleyebiliyor. Onun gibileri verilen karara “anti-emperyalist” bir hava vermeye çalışıyor. AKP’den kopan partilerden de bir muhalefet gelmiyor.
İlk yorum yapan siz olun