Modalı yazar, çevirmen ve İstanbul Devlet Operası’nın yirmi beş yıllık solist ve koristi Anais M. Martin ile Moda’yı, müzik serüvenini ve kitaplarını konuştuk. Martin, müzikli Moda tarihini, Devlet Opera ve Balesi’ni anlattı.
Moda’da özellikle son yıllarda tanık olduğum yaygın bir tartışma var. “Modalıyım” demekle “Modalı” kabul edilmiyorsunuz. Hemen ardından bir soru daha geliyor. “Kaç kuşak Modalı’sınız efendim?” Öyle “Doğma büyüme Modalı’yım” da yeterli bir cevap olmuyor. En az “Üç kuşak Modalıyım” demelisiniz ki “Modalı” olarak kabul edilebilesiniz. Anais M. Martin bu şartlara sahip nadir Modalılardan biri. Modalı bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Anais hanım, Modalıların, sanat dünyasının, edebiyat çevresinin yakından tanıdığı bir isim. Her ne kadar Ermeni edebiyatından Türkçe’ye çevirdiği kitaplarla, öyküleriyle ve araştırmalarıyla öne çıksa da aslında İstanbul Devlet Operası’nın yirmi beş yıllık solist ve koristi. Ben kendisini Her Yeri Resim Gibi: Küçük Moda kitabıyla ve Moda sokaklarına taşan piyano sesiyle tanısam da, her şeyin başı bir küçük gaz lambasıydı. Şimdi düşünüyorum da, “Alaaddin’in Sihirli Lambası” gibi bir şeymiş onun minik koleksiyonum için hediye ettiği gaz lambası… Bu vesileyle her odası tavana kadar kitaplarla dolu olan, başköşesinde bir piyanonun olduğu, duvarlarını Febüs Fotoğrafhanesi’nde çekilen fotoğrafların süslediği o eve konuk oldum. Haydi gelin sandıkları beraber açalım, albümleri birlikte karıştıralım. Fonda kendiliğinden bir piyano sesi bize eşlik edecektir.
‘ESAYAN TORUNU OLMAK GURUR VERİCİ’
İstanbullu bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Anais M. Martin, doğma büyüme Modalı. Baba tarafından ailesi Moda’nın en eski ve köklü ailelerinden. Babaannesi ise bir zamanlar İstanbul’da “Esayan Kızı” olarak bilinirmiş: “Babaannem Sirpuhi (Azize) bir ‘Esayan kızı’dır. Babaannemin babası ve taş ustası olan amcası, Taksim’de bulunan Esayan Lisesi’ni yüz yirmi beş yıl önce inşa edip, Ermeni cemaatine bağışlamışlar. Ailemin İstanbul’a yaptığı bağışlar sadece Esayan Lisesi ile sınırlı değil. Yüz küsur yıl önce Bağlarbaşı semtinin gerçekten de bağlık bahçelik bir sayfiye yeri olduğu bilinir. Öyle ki, varlıklı aileler zaman zaman ikinci evlerine ‘hava tebdili’ için giderlermiş. Babaannemin ailesi Bağlarbaşı’nda bulunan sayfiye evlerini, Amerikalı misyonerlerin bir kız lisesi kurmak istedikleri dönemde Amerikalılara bağışlamışlar. Babaannem o okulun ilk mezunlarındandır. Ailemin kütüphanesini düzenlerken hatıra defterleri buldum. O defterlerde neredeyse ‘yetmiş iki milletten’ diyebileceğimiz pek çok genç kızın yazıları var. Böylesine kozmopolit bir ortam varmış. Esayan Ailesi de bu zenginliği oluşturan önemli dokulardan. Bununla gurur duyuyorum.”
‘MODALILAR, ADALILAR GİBİ YAŞAR’
Anais hanımın dünyaya gözlerini açtığı yıllarda, Moda Şair Nef’i Sokağı da böylesine canlı, köklü ve birbirinden ilginç insanların oturduğu bir sokakmış. Anais Hanım, sadece Şair Nef’i Sokağı’nın değil, Moda’nın bütün sokaklarının, caddelerinin bu çok kültürlü, çok dilli ortamdan payına düşeni aldığını söylüyor: “Şair Nefi Sokak ile yan sokakların oluşturduğu Caferağa Mahallesi çocukları çok mutlu büyüdük. Nedeni çok çeşitlilikti. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, semtte kendi bahçemizde dolaşır gibi gezinirdik. Modalılar, Adalılar gibi yaşardı. İnsanlar birbirlerini tanır, tanımasa bile selâmlaşırdı. Ben büyürken bu güzel alışkanlıklar az da olsa hâlâ sürdürülüyordu. Modalılar iki şeyi çok sever, bunlardan ilki: ‘Moda’ya çıkmak’, yani Moda caddesini bitirip Atatürk büstünden Ferit Tek Sokak tarafına dönerek çocuk bahçesine yürümek ve oradan da tekrar Moda Caddesi’ne çıkıp turu tamamlamak. Biz buna ‘büyük tur’ derdik. İkincisi ise: Moda İskelesi’ne inmek, iskele babalarına adetâ tüneyerek oturmak ve Moda vapurunu beklemekti. Bunların her ikisi de yok edildi. Cumartesi – Pazar ‘Moda’ya çıkmak’ artık bir hayâl… Eski bir tanıdığa rastlamak ise hiç mümkün değil çünkü Modalılar haftasonu hayhuyunu haklı olarak sevmiyorlar. Keşke bu anlattığım şeyleri söylemek zorunda kalmasaydım. Bir Avrupa şehrinin değişmeyen özellikleri gibi Moda’m da özelliklerini koruyabilseydi. Moda Plajı’nın varlığı ve oradaki buluşmalar yaz sezonunu mutlu geçirme nedenlerimizden biriydi. Anneannemin evi Ruşen Ağa Sokağı’ndaydı. O sokak boydan boya ‘sefertası’ denilen evlerle doluydu. Komşuların tümü Ermeni ve Rum’du. Hemen arkadaki Dalga Sokak’ta Türk aileler de yaşardı. Bahariye Caddesi’nde sağlı sollu konaklar vardı. Caddenin iki tarafının akasyalar ile çevrili olduğunu günümüzde kim hatırlar? Ayrıca Moda “levanten” bir semt olarak bilinir ama Moda’ya yerleşmiş Beyaz Ruslardan pek söz açılmaz. 1920 yılının sonlarına doğru binlerce yaralı ve hasta olan Beyaz Rus mülteci için, Amiral Dumesnil Moda’da bir ‘kurtarma üssü’ kurmuş. Beyaz Ruslar buraya sığınmışlar. Ayrıca İstanbul’un işgal yıllarında, İngilizler tarafından Moda’da ‘Summer Club’ adında bir mekan açılmış. Pazar günleri bu kulüpte Beyaz Ruslar sahneye çıkarmış. Bir de aile dostumuz Hayazat Ohanyan’dan dinlediğim bazı anılar var ki, öylesi bir Kadıköy’ü günümüzde hayal bile edemiyorum. Kadıköy İskele Meydanı’ndaki “Büyük Postane”yi günümüzde herkes bilir, eskiden oraya kadar deniz uzanırmış. Hatta bir de ara sokak varmış ki adı da ‘Yalı Çıkmazı’ymış. İskele Caddesi’nin en önemli mekanlarından biri Osmanlı Hürriyet Lokantası’mış, önemli bir aşeviymiş. 47 numara Bekir Numan’ın Türkiye Lokantası, yan komşusu 45 numarada Abdullatif Bakkaliyesi varmış. Turan Eczanesi de İskele Caddesi’nin önemli dekorlarındanmış. Surp Takavor Kilisesi’nin duvar dipleri boyunca bir dizi dükkan vardı. Bunlar kilisenin akaretleriydi. Bu vakıf dükkanlarını idare eden ailenin adı Lafcıyan’dı. Lafcıyan Efendi aynı zamanda sarraf olarak bilinirdi. 2000’lerin başlarına kadar varlığını sürdüren Kadıköy Sabuncakis çiçekçisinin yerinde eskiden Lefter’in Dans Salonu varmış ki çok meşhurmuş. Modalı genç kızlar, genç erkekler oraya dans öğrenmeye gelirmiş. Bunlardan birisi de benim babam Diran Magaryan’dı. Öyle ki şamatalarıyla Lefter’i çıldırtıp; ‘Vre keratalar…’ diye peşlerinden koştururlarmış.”
MÜZİKLİ MODA TARİHİ
40’lı yıllardan itibaren Moda’nın çok kültürlü ortamı yavaş yavaş dağılmaya, 60’ların sonuna gelindiğinde ise bu kültürel doku seyrekleşmeye başlamış: “Dayım Hagop Papazyan’dan dinlediğim kadarıyla, büyükbabam Garabet Ağa, Varlık Vergisi memurları demirci dükkanına geldikleri gün kalp krizi geçirip ölmüş. Az önce de adını andığım Hayazat amca ya da İstanbullu Ermenilerin deyimiyle ‘Müsü Hayazat’ 6/7 Eylül Olayları’ndan sonra Moda’yı terk etmek zorunda kaldı, Fransa’nın Valence kentine yerleşti. Etrafımızda pek çok aile dağıldı. Atina’ya, Yerevan’a, Fransa’ya, Amerika’ya mecburen göç ettiler. Altmışlı yılların sonuna gelindiğinde de ne yazık ki bu ortam çoraklaşmıştı ve tek renge doğru sırtlarımızdan itilmeye başlamıştık.”
Moda’da her şeye rağmen evlerden uzun yıllar piyano sesleri gelmeye devam etmiş. Üstelik bu sadece varlıklı Modalılara has bir durum değilmiş. “İyi kötü herkes bir müzik aleti çalmayı bilirdi” diyor Anais hanım; “Aile bireylerimin hemen tamamı müzikle uğraşmışlar. Beni de çok küçük yaşta piyanonun başına oturttular. Annemlerin gençliğinde Moda’nın tüm evlerinden müzik taşarmış. Hermine Diraduryan’ın adını burada anmak isterim. Kendisi şan dersi verirmiş, kız kardeşi de Moda çocuklarının piyano öğretmeniymiş. Bayan Hermine, dişlerinin güzelliği ile ünlüymüş. Bir gün Şan Sineması’nda Ermeni cemaatinin düzenlediği bir klasik müzik konserinde G.Verdi’nin Rigoletto operasından Gilda’nın ünlü aryasını seslendirirken ön üst damaktan dişler fırlamış. Meğer takmaymış! Moda Caddesi’nde halen mesleğini sürdüren değerli dostum, üç kuşak eczacı Melih Ziya Sezer, aynı zamanda bir şair ve violonisttir. 1945- 46 yıllarında Moda – Bahariye Caddesinde bir Halkevi olduğunu ve burada müzik dersleri verildiğini söyleyen de Melih beydir. Oraya gelen öğrenciler ise mahallede yaşayan Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve Türkler. Annem ve babam da müzikle uğraşmışlardı. Babam akordeon, annem mandolin çalardı.”
DEVLET OPERA VE BALESİ’NE İLK ADIM
Anais M. Martin, ailesinden miras aldığı müzik sevgisini daha da ileriye taşıyarak bir yandan sanat tarihi okurken, diğer yandan İstanbul Belediye Konservatuvarı Piyano ve Şan bölümlerine devam etmiş. Hemen ardından İstanbul Devlet Operası’na solist ve korist olarak atanarak, bu kurumda yirmi beş yıl boyunca çalışmış.1999-2003 yılları arasında da Güney Fransa kentlerinden Nice’e yerleşerek operada korist sanatçı olarak görev yapmış. Martin, o yılları şöyle anımsıyor: “Ben öncelikle bir piyanistim. Konservatuvarda piyano öğrencisi olarak başladım. Yaşım şan öğrencisi olmaya uygun olduğunda da şan bölümüne girerek iki bölümü birden sürdürdüm. Müzikle akraba olduğunu düşündüğüm edebiyat fakültesi bölümlerinden biri olan ‘Sanat Tarihi’ bölümüne girmek de belki bir şekilde edebiyatla müziği bir araya getirmek isteğiydi.
‘Müzik olmadan edebiyat olmaz’ derler doğrudur ama edebiyatın müziğe katkılarını da yadsımak olmaz. Shakespeare Machbet trajedisini yazmamış olsaydı Verdi o grand operayı besteler miydi? Ya da Aleksandre Dumas La Dame au Camelia’yı yazmamış olsaydı, La Traviata adlıyla bestelenmiş o güzel Verdi operası yazılamazdı. Yani kısaca edebiyat ve müzik birbirlerine aşık olmuş iki birey gibidir. Biri olmadan öteki olamaz. İstanbul Devlet Operası’na girdiğimde Atatürk Kültür Merkezi (AKM) yanmıştı. O nedenle çalışmalar Taksim’de Maksim adlı mekânda yapılıyordu. Dar bir yerdi. Olanakları çok kısıtlıydı ama bizler çok mutluyduk. Birden kendimi yeni bir aileye kavuşmuş gibi hissettim. Bu duygum İstanbul’dan ve operadan ayrılıp Fransa’ya gidinceye kadar da hiç değişmedi. Evet, herkes birbirine yardım ediyordu. Paylaşım inanılmazdı. Öyle uzun bir konu ki… Yirmi beş yıl (yıpranmayla otuz yıl!) bu sıcak ortamda çalışmak, mesleğin zorluklarını hep yok etti. AKM’miz onarılıp oraya geçtiğimizde de bu sıcak ilişkiler yok olmadı. Aksine bugüne kadar gelen sıkı dostluklar kuruldu. Hem bu kez birkaç kurum bir aradaydık. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, İstanbul Devlet Balesi, Devlet Operası Orkestrası ve bunlara ilâveten Türk Müziği Korosu. İstanbul Devlet Tiyatrosu da güzel ailemizin diğer değerli üyesiydi. Yıllarca uyum içinde ve çok keyifli çalışmalar yaparak geçirdiğim oyun sezonlarında çok sayıda, bir daha aynı güzellikte tekrarlanması mümkün olmayan eserler hazırlayıp sergiledik. İstanbullular gelip birkaç saatini ayırarak bizleri izledi, konserlerimizi dinledi. Oysa bizler onlara iki üç saatlik bir eseri sunabilmek için bazen aylarca çalıştık. Hem korist hem de solist olarak yaptığım görevleri hep mutlulukla anıyorum.”
‘VE YOLA ÇIKTILAR’
Anais M. Martin, her ne kadar kendini öncelikle opera sanatçısı olarak ifade etse de ben onu “yazar” kimliği ile tanıdım. Tokatlı Yetvart’ın Anıları, Ararat/ Ağrı Dağı’nın Öte Yanı, Kader Ağlarını Örerken adlı kitapların Türkçe’ye çevirilerinin ardından, 1915’i anlattığı öyküleri Ve Yola Çıktılar’ı da bir solukta okudum. “Benim iki ana dilim var, Ermenice ve Türkçe” diyen Anais hanım, Ve Yola Çıktılar kitabı için şunları söylüyor: “1915, hatırlaması çok acı olaylarla doluydu, haliyle yazması çok zorlamıştı. Ben bu öykülerin yazılması, konuşulması gerektiğine inandığım için yazdım. Ailemde bazı tabular vardı. Belli bir yaşa gelinceye kadar sadece anneannemin evinde tanıdığım yaşlı ‘yayalar, nineler’ vardı. Bu tatlı yaşlıların tehcir artığı olduklarını çok sonra, epey sonra öğrenecektim. Tabulardan biri, konuşulması gerçekten yasak olan buydu. Babam “İleriye bakın çocuğum, arkanızdakiler arkada kalsın” derdi. Hem annemin hem de babamın ailelerinin pek çok badire atlattığını da çok sonraları öğrendim. Ermeni entelektüellerinin yok edilme aşamasını da babam öldükten çok sonra öğrendim. Konservatuvar yıllarımda Ermeni bestecileri ve halk şairlerini tanımaya başladım. Bu ilk tanışıklığın ardından da araştırmaya başladım. Anneannemin evinde çok fazla zamanım geçti. Kitaptaki ağıtları ona konuk gelen nur yüzlü yaşlılardan öğrendim. Onca acı yaşamalarına karşın umutlarını yitirmemişlerdi. O halde böyle şeylerin bir daha yaşanmaması için yazmak ve insanı sevmeye devam etmek gerekirdi. Ben de öyle yaptım. Kitapta da anlattığım Arşaluys yayamın öyküsü farklı. O tehciri çok küçük yaşında çok acı çekerek yaşadı. Üstelik biricik erkek kardeşi -daha iyi olur umuduyla- Ermenistan’a kaçarak gittiğinden, anneannem kardeşinin hasretini ömrünün sonuna dek çekti. Anneannemin Anadolu kadınlarından pek farkı yoktu. ‘Her şeyi evden yapmak berekettir’ diyerek yedi çeşit reçel, yedi çeşit turşu yapardı. Evde yoğurt mayalamak, erişte kesmek, tarhana yapmak sanırım Anadolu köylülerinin neredeyse tamamının yapmayı alışkanlık haline getirdikleri şeylerdi. Anneannemin onlardan ayrılan yanı Ermeni adetlerini çok iyi bilmesi ve o günlere özgü her şeyi tam gerektiği gibi hazırlamasıydı. Likör ve topik bunların başında gelir. Noel, Paskalya ve bir de eskiden mutlaka kutlanan isim günleri vardı. Bu günlerin her biri için ayrı hazırlıklar yapılırdı. Bunları görerek yaşadığım için kendimi hep çok şanslı saydım. Bu öykülerin devamı gerçek hayat öykülerinden yola çıkılarak yazılacak bir roman olarak gelecek. Şimdilerde konu kapsamında okuma yapmaktayım.”
Anais M. Martin, piyano derslerini, kitap çalışmalarını Türkiye’de ve Fransa’da sürdürüyor. Kendisinin bir de yeni bir görevi var ki hatırlarsınız sosyal medyada da epey konuşulmuştu. Yazarlı sanatçılı meşhur “Moda Muhtar Meclisi” üyelerinden. Bu nedenle doğup büyüdüğü Moda için üretmeye devam ediyor. Anais hanımın evinin sokağından tramvaylar geçip gidiyor, Cem Sokak’taki Fransız Kilisesi’nin çanları, odayı dolduran klasik müziğin sesine karışıyor. Sade kahveye kızılcık likörü eşlik ediyor. Ve Febüs Efendi’nin (Boğos Tarkulyan) çektiği fotoğraflara akşam güneşinin tatlı sarı ışığı vurmaya devam ediyor. Küçük Moda’dan geçerken etrafınıza dikkatlice bakınmayı unutmayın. Belki mor saçlarıyla telaşlı adımlarla yürüyen Anais M.Martin’e rastlar, sohbet etme şansını yakalarsınız.
https://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2020/05/31/bir-fotografa-yakindan-bakmak-anais-m-martin/
İlk yorum yapan siz olun