Aziz Gökdemir
25 Haziran 1912, Kayseri’nin köyü Efkere. Hayganuş H. Kocayan, o yıl yirmisine varmadan Amerika Birleşik Devletleri’nin Detroit şehrine göç eden “Nur-i Aynım [gözümün nuru], Sevgülü Oğlum Garabed Kocayan Hazıretleri’ne” mektup, daha doğrusu “mekdup” yazıyor. Ermeni harfleriyle Türkçe.[1]
“Mekdubun okudum; ağladım güldüm. Ben ne idim de, ne oldum dedim. Bir düşündüm bu günü gördüm deyi. Şindik aklım fikrim Misag Ağa’nın gelmesine bakıyorum ki, oğlumun haberini alacağım deyi. Meyerse Allah Baba ğarnımın içindeki ğarannığ köşeleri ışıdırımış. Çok şükür. Allah’ın nazarı üsdünde eksik olmaya, uzun ömürler vere.”
Amerika’ya göçen göçene: “… Nize’den, Belegesi’den on dört kişi çıkdı. Gelşun da geliyor. Müyesergil’in Hagop, hepisi bir geliyorlar. Marta Şeke’nin Hagop da hazırlanıyor.” Geride kalan anneye düşen, sevgilerini yollamak: “Yarenin Karnig tarikden beş gün evel o tarafa yolcu oldu. Şeleg sırtımda ekin getiriyorudum. Anuş Hanım arabayınan karşıma geldi. Elimi pus etdi. ‘Gabid yavrumunan sarıl gözlerini öp’ dedim. Orda bir datlıca ağladım.”
***
31 Ağustos 1908, ABD’nin California eyaletinin Fresno kasabası. William Saroyan doğuyor. Bitlis’ten göçen ailesinin yeni vatanda doğan ilk ferdi.
Aralık 2005, İstanbul. Kiğılı mağazalarından birinde pantolon bakıyorum. Tezgâhtar tarihe meraklı; benim Amerika’dan geldiğimi öğrenince dayanamıyor, “Kiğı sizin orada çok meşhurmuş,” diyor heyecanla. “Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında çok köylü-kasabalı oradan Amerika’ya göçmüş. Yüzlercesi. Nedendir çözemedim.”
18 Mayıs 1981, Fresno. William Saroyan şapkasını alıp bu dünyadan çekip gidiyor son kez. “Ben, Dünyada” öyküsü yarısını yitiriyor.
20 Mayıs 1981, İstanbul. Ölüm, Milliyet’in altıncı sayfasında kısa bir ajans haberiyle duyuruluyor. Altbaşlık: “Ülkemize de gelmişti.” (Şimdi düşünüyorum da, “Ülkesine gelmişti” deseler daha güzel olurdu belki, ama işte insanlar iki, üç hatta daha fazla ülkeli olmayı kaldırabiliyorlar da, ülkeler nedense çoğu kez iki, üç veya daha fazla milletli, kültürlü, dinli olmayı beceremiyorlar.) Babam evdeki kütüphanenin sırtı lime lime olmuş Varlık ciltlerinin durduğu bölümüne uzanıyor, incecik Saroyan ciltlerini indiriyor okumak için. Üzgün. Kim bu Saroyan? Babamın o yıllarda oku diye elime tutuşturduğu yazarlardan biri, Panait Istrati gibi. Çok fazla ilgilendiğimi söyleyemem; on üç yaşındayım, macera romanları okumayı tercih ediyorum.
Eylül 1988, Brighton, İngiltere. Staj amaçlı gittiğim İngiltere’nin kuzeyinden okulu kırar gibi ayrılıp en güneye, Brighton kasabasına kapağı atmışım. Okyanusu köpürten, sahili döven rüzgâr o kadar güçlü ki bu kadar sene sonra bir onu hatırlıyorum, bir de az sonra olacakları. Turizm Bürosu tabelalı, gazete bayiinden biraz hallice küçük bir kulübe var sahil şeridinde; kendimi güç bela oraya atıyorum.
İçeride yuvarlak yüzlü, siyah çerçeveli gözlüklü, düz siyah saçlı, benden beş-on yaş büyük gösteren bir kadın oturuyor. Haritayla birlikte İngilizce birkaç broşür toparlıyorum raflardan; o beni şöyle bir süzüp, “İspanyolca da var isterseniz,” diyor. “Veya İtalyanca?”
Ağzımı açmasam keşke. “Yok, teşekkür ederim,” diyorum. “Benim dilimde broşür bulunduracağınızı sanmıyorum.”
Yurtdışında yerleşik yıllarım değil henüz; törpüleyemediğim aksanım beni ele veriyor. “Are you Turkish?” diyor hemen. Hayret, kadın o kadar millet arasından nereden de bulup çıkardı! “Evet, nasıl bildiniz?”
“I’m _____” diyor ama camları tepip duran rüzgârdan ikinci kelimeyi tam duyamıyorum, belki de duymak istemiyorum.
“Anlayamadım.”
“I’m Armenian.”
Ermeni olmak Türk aksanını şıp diye ebelemeye olanak verdiğine göre Türkiye’den gitmiş olmalı. Ama İngilizceyi de anadili gibi konuşuyor. Belki doğma büyüme İngilizdir de ailesi Türkçe konuşuyordur. “Burada mı doğdunuz?” diye soruyorum. “Yoksa şeyden sonra mı geldiniz, veya önce mi…?” 1915 nere, 1988 nere; aklım da şaşmış, çenem de.
O küçük kulübenin daha fazla daralabileceğini önceden söyleseniz inanmazdım. Kendimi dışarı atıp Brighton sahiline o zamanlar hâkim olan kocaman, üzerlerine kubbeli pasajlar kondurulmuş iki iskeleden ortası kesik olanına doğru yürüdüğümü hatırlıyorum.
Bir şeyler biliyormuşum demek, bilmemekte ısrar etmeme rağmen. Çünkü hepimiz biliyoruz.
16 Mayıs 1994, ABD’nin Virginia eyaletinde Charlottesville kasabası.Christopher Hitchens (solun bir “akis cenderesi” olduğundan bıktığını beyan edip sağa meyletmeden önceki dönemindeyiz yazarın) The Nation adlı haftalık dergide Bernard Lewis ile ilgili bir yazı yayımlıyor. Yazının ilgimi çeken yanı, daha önce adlarını duymadığım Çağlar Keyder’in ve Taner Akçam’ın kitaplarına değinmesi. Yurtdışındaysanız, Türkiye’nin tarih tezlerini çatırdatan metinlerle karşılaşmamak mümkün değil, fakat bu metinlerde iflah olmaz bir millete mensup olduğunuz gibi bir ton sezerseniz (ya da böyle bir sezgi için bahane arıyorsanız) okuduklarınıza ısınmanız, nesnel yaklaşmanız zordur. Yazıdan edindiğim izlenim, adı geçen kitapların anlatmak istediklerinden ödün vermeden ama serinkanlı bir yaklaşımla yazılmış oldukları. Okumaya karar veriyorum. Murathan Mungan’ın deyişiyle “dünyanın kapıları” açılıyor. “Neresi sıla bize, neresi gurbet,” üstelik işsizim, bari bir şeyler öğreneyim diyorum ve dört yılda bir şey bilmediğimi öğrenmeye yetecek kadar kitap ve makale okuyorum.
Akademik yayınları okumak iyi hoş da, insan bir süre sonra dilde kıvraklık da arıyor. Tarihten kaçamak yaptığım günlerden birinde, Virginia Üniversitesi’nin ana kütüphanesinin basık tavanlı ek binasında Ermeni edebiyatından çeviri eserleri keşfediyorum. Çoğunun doğum yeri Türkiye’de radyo programlarını arayıp şarkı türkü isteyenlerinkinden farklı değil. Hani belki hatırlarsınız, “Şimdi Kastamonu’dan arayan sayın dinleyicimiz, Ülfet Kuşkonmaz’ın…” Allah için güzel de yazmışlar, ama edebiyat derslerimizde karşılaştığımızı hatırlamıyorum bu insanlarla. İsimler hiçbir çağrışım yapmıyor, bir tanesi hariç: Annemle babamın kuşağının tutkunu olduğu Aram Derler Adıma’nın üslubunun tohumlarının sezildiği genç Saroyan öyküleri, hatta şiirler buluyorum. “Van Gölü’ne” diye bir şiir olur da nasıl haberim olmaz. Belki bir tek ben bilmiyorum, diye düşünüyorum.
Kuytu bir köşede ilgi bekleyen fotokopi makinasını o günlerde epey memnun ediyorum; Siamanto, Sibil, Turyan, Varujan… Çoğu hayatta değil; seçkilerde tek tük hâlâ yaşayan bir şair gördüğümde dizeleri ya kızgın, ya kırgın.
1998, İstanbul. Babama esmiş, askerlik ve mecburi hizmetini yaptığı 1960’lı yıllarda Tatvan civarında çektiği fotoğrafları ve yazdığı mektupları kitaplaştırıyor. Babaannemle ilgili yazdığı bir önceki kitabını Fethi Naci’nin Yeni Yüzyıl gazetesindeki köşesinde[2] övmüş olmasından cesaret almış olabilir. Muazzam bir fotoğrafçı babam, mektupların dili de şaşırtıcı olgunlukta, ama kitapta bir iki fotoğraf var ki, aynı kaliteyi tutturamıyor. Çünkü babam değil, eline makine verilen birileri çekmiş: bir ayı, uzun boylu bir genç ve daha yaşlı, şapkalı, açık renk pardösülü bir adam. Ne alaka diye okuyorum. Saroyan’ın 1964’te Bitlis’e yaptığı bir ziyaretten bahsediliyor.
“Bu nasıl olur?” diyorum. “Bu adamın memleketine geldiğinden kimsenin haberi yok. Hem ayı oynuyor ama seyredenin yüzü seçilmiyor; asparagas olmasın.”
“‘Kimsenin haberi yok’ derken kendi hesabına konuş,” diye tersliyor babam. “Yanındaki uzun boylu adam bizim Arek. Arayıp konuşuruz şimdi.”
Arek Amca telefonda anlatıyor: “Ailesinin evi burasıydı diye bir harabe gösterdiler. Gitti oturdu. Mendilini çıkardı, gözyaşlarını sildi. Yıkılmış duvarın taşlarını mendiliyle temizledi.” O gün yanlarında olan (daha doğrusu Arek Amca gibi -hasbelkader bölgede askerliğini yapmakta olduğu için- sadece o gün geziye dâhil olmayıp ilk günden beri Saroyan’a refakat eden) Ara Altunyan’la da temasa geçip hatırladıklarını yazdırıp bana fakslatıyor. Yanlarında gazeteci-yazarlar Bedros Zobyan (Marmara) ve Fikret Otyam’ın (Cumhuriyet) da olduğunu öğrenince Cumhuriyet arşivini arayıp Otyam’ın Bitlis’te çektiği fotoğraflardan bir kısmını ediniyoruz. Bu kez ayı arkadan fotoğraflanmış, Saroyan’ın yüzü açık seçik. Elinde de ince belli çay bardağı. Ayı ve bardak buralı; o halde, Saroyan buraya gelmiş. Kuşkum kalmıyor.
Bu anlatıları, fotoğrafları toparlamamın nedeni, öykülerimi basan yayınevinin yeni çıkaracağı dergi için bir yazı istemiş olması. “Elimde yıllardır gün yüzü görmemiş fotoğraflar, iki de yepyeni tanıklık var,” diye özetliyorum çerçeveyi, yazıyı önerirken. “İki sayfa ayırırsınız, fotoğraf ağırlıklı, araları açıklamalarla doldururum.”
Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Saroyan’ı Amerika’daki çağdaşlarının, eleştirmenlerin, tarihçilerin kaleminden okudukça Türkiye’de o zamana kadar çizilmiş yazar portresinin oldukça sınırlı olduğu çıkarımına varmamak olanaksız. Telefonda bana uzun uzun âşık olduğu Saroyan’ı anlatan Otyam’ın samimiyetinden kuşku duymuyorum ama onun kafasındaki kalıbın dışına taşıyor Saroyan. Oldukça apolitik, her şeyden önce hümanist bir yazar, ülkemizde bilindiği kadarıyla. “Diaspora” etiketiyle yekpare tahayyül ettiğimiz toplumla ilişkisi, Otyam’ın bana söylediği gibi “Yürüyüş düzenlediler, o gitmedi” şeklinde özetlenebilir mi? Düzinelerce yapıt yayımlamış bir yazara karşı duyduğumuz sevgi ve ilginin kaynağı neden sadece bir avuç öykü? Beckett’in, Ionesco’nun habercisi olan tiyatro eserleri neden hiç konuşulmuyor? Kısaca, bizim için bir tarz öykünün ustası Saroyan ve ayrıntılarına pek girmek istemediğimiz bir şekilde “Anadolulu”; ondan ötesi yok. Yazı, haliyle, iki sayfaya sığamayacak.
Mayıs 1999, İstanbul. E dergisi, sağolsun, tek aralıklı on beş A4 sayfası işgal eden yazıyı sadece yüzde 30 kesintiyle yayımlıyor. (Yirmi yıla yakın bir süre sonra yazının kesintisiz hali Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan adlı kitapta yayımlanacak.[3]) Yazı o zamana kadar okyanusun bu tarafında bilinmeyen bir öyküden şu alıntıyla açılıyor: “Kürtçe, dedi anneannem, kalbin dilidir. Türkçe, müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak. Bizim dilimiz, diye bağırdı, acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin, acının yükü var.”[4]
Kasım 1999, İstanbul. TÜYAP kitap fuarı o zaman Tepebaşı’nda. Gezerken Aras Yayıncılık’ın standına uğruyorum. O zamanlar yayınevi genç sayılır, stant da minicik, hafızam beni yanıltmıyorsa. Brighton’daki küçük kulübe…
Yayınevinden çıkan kitapları bir süredir takip ediyor ve okuyorum; kendilerini adadıkları uğraş, iğneyle kuyu kazmanın aynadaki aksi, koca bir boşluğu yüksükle taşıdıkları suyla doldurmaya benziyor. İçimden bunlar geçiyor ama ne kadarı ağzımdan çıkıyor bilemiyorum. Ayrılırken ismimi söylediğimde beni şaşırtan bir şey oluyor; beni ismen tanıdıklarını söylüyorlar ve yayınevinin haftalık toplantısına davet ediyorlar.
O yıllarda kapısından adım attığım yayınevleri, bir bankanın genel merkezini andıran YKY hariç (çünkü bir bankanın genel merkez binasındalar!), sigara dumanına boğulmuş, balyaların oluşturduğu bir labirentten geçerek yönetim birimlerine varılan yerler. Sigara hariç, bugün de öyle bazıları, belki birçoğu. O nedenle, ertesi hafta toplantıya gittiğimde karşıma çıkan mekân beni şaşırtıyor. Bir iş hanının zemin katı olmasına rağmen tertemiz, aile dostumuz mimar Cengiz Bektaş’ın bürosu (o “özyönetim işliği” derdi) kadar muntazam. Değil sigara, ortalıkta küllük yok.
Muhabbetler banda alınıp çözüldüğünde aynı tadı vermez; Saroyan’ın Fikret Otyam’ın evinde Ankaralı yazarlarla toplandığı gecenin kaydını dinleyince de anlaşılıyor bu. Yine de o günkü sohbetimizin kaydı olsun isterdim.
Ama burada konumuz muhabbet değil. Yayınevi de Saroyan’la ilgili bir seçki hazırlığında; acaba devamını getirmek için birlikte çalışmak ister miyim?
Otorite değil meraklı bir okuyucu olduğumu, Ermeni edebiyatı konusunda bir söz söylenecekse bunun, hele o an bulunduğumuz yerde bana düşmeyeceğini dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışıyorum. Tomo Abi’nin (Yetvart Tomasyan) sakalını sıvazlayıp bir yandan sevecenlikle gülümserken diğer yandan insanın boyunu ölçüp sicilini deşifre eden bir bakışı vardır, gözleri gece vapuru projektörü gibi olur, yüzüme o şekilde bakıp, “Tamam, şehrinden taşrasına, batısıyla doğusuyla Ermeni edebiyatını bizden sor, ama bu adam Amerikalı, sen Amerikalısın, ve bu yazıda yabana atılmayacak bir birikim var. Bizim kanımız sen bu işi kıvırırsın,” diyor. Yazımın yayımlandığı dergiyi önüme konuyor. Satırların altı cetvelle çizilmiş. (Daha sonraları Tomo Abi’nin baskısı bitmiş kitapları aynı titizlikle değme mücellite taş çıkartacak şekilde fotokopileyip ev yapımı kitap haline getirdiğine de tanık olacağım.)
Birlikte bir rota çiziyoruz o akşam ve izleyen aylarda, kimi zaman bir araya gelerek, kimi zaman yazışarak. Eski çevirilerdeki atlamalar, bazı öykülerin ya kırpılması ya es geçilmesi benim de, yayınevindeki arkadaşların da canını sıkan bir konu; o nedenle projenin metnin anlamına sadık çevirilere, Edirne’nin batısında bilinen ama bize kapalı metinlere yer vermesi gerektiğinde hemfikiriz. Buna ek olarak, Amerika’da bile unutulmuş metinlere yer vermek istediğimi çıtlatıyorum o noktada. Bitlis’te geçirdiği gün hakkında neler düşündüğünü de kendi ağzından uzun uzun dinlesek, biraz biz susup, ne güzel olur. Yıllar sonra Yetmiş Bin Süryani (2005) ve Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan (2008) ciltleriyle bunlar gerçek olacak.
Ama daha yolun başındayız. Tanışmamızı izleyen yıllarda birbiri ardına Ödlekler Cesurdur (2001), Paris-Fresno Güncesi 1967-68 (2001), İnsanlık Komedisi (2002) ve Yüreğim Dağlardadır/Yaşamak Vakti (2003) yayımlanıyor. Bunlardan ilki, ilk yayımlanma tarihleri yaklaşık 1934-1975 arasında değişen bir öykü seçkisi, ikincisi de adından anlaşılacağı gibi bir günce. Tanıştığımızda bu kitapların yayın programına zaten alınmış olduğunu söylemeliyim.
Bunu belirtmemin nedeni şu: Seçimler yapılmış, çeviriler ısmarlanmış, yükün büyük bölümü sırtlanmış; bana kalan, okuyup bazı değişiklikler önermek ve sunuş yazılarını yazmak. O ikincisini yaparken de bazen daha başarılı oluyorum diyeyim, gerisini siz anlayın.
Üçüncü ve dördüncü kitaplar, yayınevinin benden roman ve oyun seçmemi istemesiyle programa giriyor. Saroyan’ın en ünlü romanıyla en ünlü iki oyununu seçmek zor bir iş değil. (Bu iki oyun bugün ayrı ayrı basılıp tekrar okura sunulmuş durumda, bir tanesinin adı Türkçede yeniden yorumlanmış olarak [En Güzel Günlerin]). Sunuş yazısında da bir kaynaktan alıntı yaparken çeviride fazla Can Yücel’vari davrandığım için Aras’tan Lora Sarı büyük bir nezaketle düzeltiyor yıllar sonra oyunlar yeniden baskıya girerken.
Haziran 2000, Harput; Temmuz 2000, İstanbul. Olağanüstü koşulların biraz gerilediği aylarda ilk kez bazı illeri gezme fırsatını buluyorum. İnsanlar baskı ya da ölüm korkusu olmadan biraz daha rahat konuşabiliyorlar ama yüzlerdeki bezmişliği, coğrafyanın harap olmuş halini görüp etkilenmemek mümkün değil. Yanımda Aras’ın yayımladığı en sevdiğim kitaplardan Güvercinim Harput’ta Kaldı (Hamasdeğ, 1997 [1963]) var. Kapak fotoğrafındaki manastırı arıyoruz; biraz uzun sürüyor tam yeri belirtilmediği için. Çobanlara sora sora bulabiliyoruz sonunda; ama bulmasak daha iyi. Her şeyi anlıyorum da duvarın deliğinden havan topu gibi içeri sokulup bırakılmış metal boru niye…? Bu tür manzaralarla karşılaşmış olan Saroyan’ın o anda bir şey demeyip 1970’li yıllarda yazdıklarını düşünüyorum. Bu izlenimlerimi Sarkis Seropyan Agos gazetesinde[5] yayımladığı için burada tekrarlamak istemiyorum; özetle kafam allak bullak dönüyorum İstanbul’a. “Yediğin içtiğin yanında kalsın, bize gördüklerini anlat,” diyor Aras’taki arkadaşlar, “Yahu bana yanlış yerde manastır arattınız,” diye sitem ediyorum şaka yollu. Kederi kelimelere dökmeyi beceremiyorum yüz yüze.
Saroyan çalışmaları süredursun, yayıneviyle küçük bir Ermeni edebiyatı seçkisini planlıyoruz. Bu kez gerçekten bilmediğim sulardayım ama beş-altı yıl önce kütüphanede malzeme toplayarak geçirdiğim aylar işime yarıyor. Elimdeki metinlerden daha önce Türkçe yayımlanmamış şiirleri yayına hazırlamak için ister istemez garip bir yönteme başvuruyoruz. Ermeniceden İngilizceye çevrilmiş olanları ben Türkçeye çeviriyorum, Payline Tomasyan Ermenice asıllarını bulup Türkçeye çeviriyor, ikisini karşılaştırıyoruz. “Hayret,” diyor Payline Hanım, “bir iki kelime hariç birbirini tutuyor çeviriler.” Ermenice oldukça matematiksel bir dildir derler; belki buna yorulabilir sonuç, ama ben o bir-iki kelimenin şiirlerin en can alıcı yerleri olduğunu düşünmeyi tercih ediyorum.
Dergi, bir önceki yıl Saroyan yazımı yayımlayan dergi, ama bu kez editörüm Metin Kaçan. Pideli, küfürlü, şamata-gırgır dumanaltı bir ortamda işini gayet güzel götürüyor Metin. Bazen hayretle izliyorum onu; geçmişinden habersiz değilim ve gözlerinin ardında, kendi etrafına ördüğü duvarın gerisinde gizli başka bir insanı arıyorum hep. O insan on iki buçuk yıl sonra duvarı kırıp Boğaz Köprüsü’nden atlayacak.
2003, 11 Nisan ve 20 Temmuz. Önce William Saroyan’ın kızı Lucy Saroyan 57 yaşında sirozdan, sonra da iki kez evlenip boşandığı karısı Carol Grace (farklı dönemlerde taşıdığı soyadları Doree, Marcus, Saroyan, Matthau) 78 yaşında beyin kanamasından ölüyor.[6] Bu ölümlerin ardından çıkan gazete yazıları övgü dolu kitap eleştirilerinde yer almayan olayları hatırlatıyorlar hepimize.[7] Çocuklarının nafakasını kumarda tüketen, ömrünün son on yılında onlarla ilişkiyi kesen, mirasında hemen hemen hiç yer vermeyip malvarlığının neredeyse tamamını kendi anısını ve eserlerini yaşatacak bir vakıf kurulması için ayıran, en kötüsü de çocuklarının önünde Carol’a hakaretler yağdıran, boğazını sıkan, merdivenden aşağı iten bir Saroyan tablosu çiziliyor. Bu trajik aile tablosunun ancak kopuk baba-oğul (Aram Saroyan) ayağı 1999 tarihli yazımda yer alıyor. İtiraf edeyim ki her yıl, Saroyan konusunda bilmediğim şeyler öğreniyorum. Bu bazen kısa bir yazı, bazen bir karalama, bazen de böyle ezber bozan bir portre olabiliyor.
2003-2004, İstanbul. Saroyan dizisinin ilk dört kitabını geride bıraktıktan sonra bir süredir benim diziye başlarken ilk hayal ettiğim kitap olan Yetmiş Bin Süryani üzerinde çalışıyoruz. Tıpkı Ödlekler Cesurdur’da olduğu gibi, böyle bir kitap yok Amerika’da; şu ya da bu nedenle ülkemizde yayımlanmamış (baskısı bitmiş kitaplarda, dergilerde, ya da arşivlerde kaldığı için zor bulunan ya da Türkiye dışında gayet iyi bilindiği halde görmezden gelinmiş) metinleri topladığımız cilde öykülerden birinin adını seçiyoruz isim olarak.
Zaman zaman bu öykülerden bazılarını kısaca “gençlik öyküleri” diye tanımladığım oldu; bu yanıltıcı ya da eksik, şu iki nedenden ötürü:
(1) Saroyan’ın ilk -ve bugün ABD’de halen en kolay bulunabilen kitabı olan- The Daring Young Man on the Flying Trapeze, 1934 yılında yayımlanmış, içinde yer alan öyküler de 1933-34 yıllarında yazılmış. Büyük ölçüde unutulmuş ya da nadiren hatırlanan diyebileceğimiz diğer öykülerse aynı yıllarda yazılmış ve ABD’de Ermeni toplumunun okuduğu yayın organı olan Hairenik Daily’de 1933-34 yıllarında yayımlanmış. Yani tamam, adam genç, ama bir grup öykü çok daha gençken, diğer grup öykü nispeten olgunluk döneminde kaleme alınmış değil. Zaman dilimi aynı, mecralar farklı sadece.
(2) Diğer “yitik” öykülerle birlikte anılsa da çok daha geç tarihlerde yazılmış bir metin de var bu derlemede: 21 Kasım 1964’te Saturday Evening Post’ta yayımlanan “Shout Armenia Wherever You Go” (Nereye Gidersen Git, Çığlığında Memleket).
Kapakta alıştığımız posbıyıklı, yaşını başını almış Saroyan imgesinin tam tersi bir fotoğraf kullanılmasını arzuladığım için, Paris’te yaşayan dostumuz Profesör Dickran Kouymjian’ı evindeki kutularda harıl harıl aratıyoruz günlerce. (Hiçbir şey kalıcı değil; kitabın ilk baskılarını süsleyen fotoğraf artık Aras’ın Saroyan dizisine 2017 yılında dâhil olan Aram Derler Adıma’nın kapağında yer alıyor. Hepimizin öyle tanıyıp sevdiği bıyıklı Saroyan’sa, Bitlis fotoğraflarından hatırladığımız pardesüsü ve şapkasıyla bir kez daha Yetmiş Bin Süryani’nin kapağında.)
Benim bulabildiğim üç Saroyan şiirinden ikisi, “Van Gölü’ne” ve “Fırat’a” da bu kitapta yer alıyor. Metinlerin çevirisini Ohannes Kılıçdağı (ve bir öykü için Arman Artuç) ile bölüştüğümüz kitap hakkında kaleme aldığım geriye bakış, Sarnıç Öykü dergisinin 23. Sayısında (Mayıs-Haziran 2015) bulunabilir.
19-23 Ocak 2007, İstanbul.“Yaklaşıyor yaklaşmakta olan.” Yaklaşıyor yaklaşmakta olan… Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz yazılı yuvarlak siyah raketler sokaklardan taşıyor. Hiçbirimiz değiliz oysa, çünkü biz hayattayız, o değil.
2008. “Burada ölmek ve ölülerimle birlikte olmak istiyorum.” William Saroyan, Bitlis(oyun, 1975).
Bu kez farklı bir Saroyan kitabı, Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan, bize yazarın 1964 gezisi sonrası neler düşünüp yazdığını ortaya koyup enine boyuna incelememize olanak veriyor. Bitlis oyununun etrafında odaklanan söyleşiler, gezi notları ve değerlendirmeler içeren bu zengin yumak, çileli bir metin arama ve çevirme faaliyeti sonucu ortaya çıkıp Saroyan’ın 100. doğum yılına kılpayı yetişiyor.
Sunuş yazım da beni Saroyan dizisinin hemen her cildinde zorlayan iç çekişmeleri hatırlatıyor bana. Bazı şeyleri duymak istemeyenlere bir şekilde ulaşabilmek için ölçülü bir dil kullanmak, sanki yaşananlar çok travmalı değilmiş ya da mağduriyetler eşitlenebilirmiş gibi bir yaklaşıma kayma tehlikesini içerebiliyor. Kitaptan kitaba daha çok okuyup öğrendikçe tarihe bakışım ve edebiyat anlayışım da sürekli evrildiği için, bu sunuş yazılarını yazmaya oturduğumda miadı şimdiden dolmuş düşüncelerle vakit aldığımdan endişe ediyorum. Bugün, yani aradan on iki yıl geçtikten sonra ise, her bir yazıyı farklı şekilde yazmalıydım diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama 2008’e dönersek, o noktada dostluğumuz on yılı bulan Rober Koptaş, her zamanki gibi gülümsemeyi ihmal etmeden ve benden umudu kesmeden, yapıcı öneriler sunarak bana yazıyı tamamlatıyor.
29 Nisan 2020, Washington. Kısa bir süre için İnternet erişimine açılan, Lusin Dink’in yönettiği Saroyan Ülkesi (2013) belgeselini seyrediyorum tekrar. Saroyan’ın bakış açısından Zigana Geçidi’ni, Van Gölü’nü, derken Bitlis’i görüyoruz. O yollar, o dağlar, o barakalar, o çocuklar, 1964’ten bu yana hiç değişmemiş gibi duruyorlar. Fikret Otyam’la babamın dönem fotoğraflarının renklendirilmiş hali sanki. Bitlis ve diğer kasabalarda göze çarpan “modern mimari,” çanak antenler, cep telefonu bayileri vesaire olmasa tılsım hiç bozulmayacak.
Saroyan’ın gözlerinin içine oturup yokuşu tırmanıyoruz, Ermeni mahallesine doğru. (Öyleydi hep; o mahalleler, köyler, sarp yerlere kurulurdu, belki bir nebze güvence olsun diye, belki de verimsiz ve istenmeyen topraklar olduğundan.) Kazınmış değil, yapıştırılmış değil, blok hazırlanırken rölyef oluşacak şekilde yontulmuş harflerin süslediği bir köşetaşını yakalıyor kamera harabeler arasında. Saroyan’ın mendiliyle o taşları neden sildiğini daha iyi anlıyorum şimdi.
Lusin Dink’le 2011-2012 arası Saroyan metinleri ve görselleri konusunda uzun süre yazışmıştık; arşivimde duran metinleri istemişti. Yıllar önce tozlu bir kütüphanede bulup Türkçeye çevirdiğim “Van Gölü’ne”nin dizelerinin, “Yaşayanlar ve Ölüler”in dile gelişini izlemek garip bir duygu. 12 Ocak 1934’te Hairenik Daily’de yayımlanan ve doğrusu “Yaz Kahkahası” olmalıyken Yetmiş Bin Süryani derlememiz için bile isteye, daha oylumlu ve kalıcı olsun diye “Yaz Neşesi” diye çevirdiğim öykünün Aslan Enişte’si beliriyor ekranda, at arabasını sessiz sakin sürerken:
Krikor, “Anlatsana enişte,” dedi, “orası, büyüklerimizin ülkesi nasıl bir yerdi?”
“Burası nasılsa işte aynı öyleydi,” dedi Aslan enişte. “Tıpkısı. Her şey aynıydı, toprak, gökyüzü, güneş; ben çocuktum -tek fark o.”
***
11 Mayıs 1915, Efkere. Garabed Kocayan’ın annesi Hayganuş H. Kocayan son mektubunu yazıyor.
Notlar
[1] Bu üç paragrafta yer alan alıntılar ve yazının sonundaki bilgi: Jonathan Varjabedian ve H. Şükrü Ilıcak, Sevgülü Oğlum Garabed – Mekdubun Okudum, Ağladım, Güldüm: Kayseri Efkere’den Amerika’ya Kocayan Ailesi Mektupları (1912-1919) (İstanbul: Histor Press, 2018, s. 29, 401-405).
[2] 4 Mayıs 1998.
[3] Aziz Gökdemir, “Bir Gezinin Prizmasından William Saroyan” (Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan içinde; İstanbul: Aras Yayıncılık, 2008, 93-118).
[4] Öykü “Yaşayanlar ve Ölüler” (The Living and the Dead), kitap Üç Kere Üç(Three Times Three), iki seferinde de 1938 olarak yanlış yazdığım yayın yılıysa 1936.
[5] 22 Temmuz 2000.
[6] Bazı kaynaklarda Carol Grace’in ölüm tarihi 21 Temmuz 2003.
[7] Örneğin The Guardian, 10 Ağustos 2003 (link); The Los Angeles Times, 25 Mayıs 2003 (link).
İlk yorum yapan siz olun