15 Ocak 2020
Tarihle olduğu kadar bugünle de yüzleşebilmek için, gerektiğinde hatırlamak kadar unutmak da mı gerekli?
2017 yılının yaz aylarında okuduğum en ilginç kitap David Rieff’in In Praise of Forgetting (Unutmaya Övgü) başlıklı kitabı idi (Yale University Press, 2017); iki yayınevine çevrilmesi için tavsiyede bulundum, henüz çevrilmedi. Zamanında, Virgül dergisi’nde Mustafa Arslantunalı’nın teşvikiyle pek çok yazı yazmıştım. Yeni bir mecrada kitap dergisi yönetmeye başlayınca, daha önce üzerine konuştuğumuz bu kitabın tanıtımını yazmamı istedi, seve seve kabul ettim…
David Rieff’in ilk okuduğum kitabı, insani yardım konusunda eleştirel bir perspektif sunan A Bed for the Night: Humanitarianism in Crisis (2002) idi, o da çok önemli bir kitaptı, ama Rieff’in kitaplarının bir sorunu var, sağ siyaset söylemlerine malzeme verme riski taşıyorlar! Öte yandan böyle risklerden kaçınmak uğruna önemli tartışmaları göz ardı etmek hiç iyi bir fikir değil bence.
Rieff, “Unutmaya Övgü”de, ‘tarihsel yüzleşme’ siyasetlerinin sorunlarına işaret ediyor. Hele de bizim gibi, tarihimizdeki utanç sayfalarını, resmî ve gayriresmî çerçevede unutmak, daha doğrusu unutturmak çabasının güçlü olduğu ülkelerde, “tarihle yüzleşmek her zaman ve her durumda pek de iyi bir fikir olmayabilir” iddiası yanlış anlaşılmaya çok müsait. Aman! Sakın! Asla!
Rieff’in söylediği sadece, siyasal/toplumsal barış için her zaman hatırlamanın/hatırlatmanın değil, bazen de unutmanın gerektiği. İnkâr etmeye teşvik etmiyor bizi, kanırtmanın toplumsal barışı riske atabileceği konusunda uyarıyor. Bazı durumlarda, tarihi eşelemenin kalabalık bir salonda ‘Yangın var!’ diye bağırmaktan farklı olamayabileceğini ileri sürüyor (s. 36). Nihayetinde, siyasi uzlaşma süreçlerinde ister istemez ‘barış’ ve ‘adalet’ arasında öncelik tercihi yapmak gerektiğini hatırlatıyor.
Nitekim, Kuzey İrlanda uzlaşma örneğinde bu öncelik meselesi hâlâ tartışmalı. Uzlaşma adına IRA ile yapılan siyasi pazarlığın adaleti zedelediğini iddia edenler var; üzerinde ısrarla durdukları örnek, ‘IRA’nın katlettiği masum insanlar’ın görmezden gelineceği bir af için siyasi güvence verilmesi. Bu arada, Rieff’in aklındaki örneklerin, genellikle güçlü tarafın (Büyük Britanya devletinin) barış adına zor bir unutkanlığa öncelik vermesi olduğunu düşünebiliriz. Bu bağlamda ‘barış adına unutmak’, Ermeni Kıyımı konusunda bildik inkârcı tutumu, ‘Türkler kötü şeyler yapmazlar’ tezini güçlendirmek demek değildir, ‘Ermeni çeteleri de masum Müslümanları kıydı’ hafızasını canlı tutmanın siyasal, toplumsal barışmanın önünde engel olduğuna ilişkin bir çerçevedir. Konu, bir tarafın tarihi hiç kurcalamaması değil, her iki tarafın da ‘hafıza’yı kanırtmak adına birbirine karşı kullanmaması, dahası güçlü tarafın bu konuda daha basiretli davranması.
Hafıza savaşları ve toplumsal hafıza
Rieff, ayrıca, kitap boyunca, ‘tarih’in tarafsız bir okumasının pek de mümkün olmadığı gerçeğini hatırlatıyor ve özellikle ‘hafıza savaşlarına’ konu olan olayların tarihsel değil, siyasal anlamlarının öne çıktığının altını çiziyor. Siyasal çerçeveye yerleştirilmeyen tarihsel olayların zaten mesleği tarihçilik olanların dışında, birkaç nesil içinde unutuluverdiğini söylüyor. ‘Konuyu tarihçilere bırakalım’ teklifinin samimiliğini sorgulamak gerektiğini ve siyasal, toplumsal barış konusunu tarihçilik mesleğinin ilgi alanına indirgemenin hiçbir derde deva olamayacağını zaten biliyoruz. Öyle değil mi?
Rieff, ‘toplumsal hafıza’ kavramının kendisinin tarihsel kurgu olduğunu bir kez daha vurguluyor, bu çerçevede Renan’ın 1882’de Qu’est-ce qu’une Nation? (“Ulus Nedir?”) adlı makalesinde yaptığı millet tanımına gönderme yapıyor: “Milletin yaratılmasının temel koşullarından biri tarihsel hatadır.”
Benedict Anderson Hayali Cemaatler adlı klasikleşmiş kitabında ‘millet veya ulus’ların ‘hayali cemaatler’ olduğunu göstermişti, Eric Hobsbawn ile Terence Ranger da Geleneğin İcadı adlı derlemelerinde, kadim sanılan geleneklerin birer icat’tan başka bir şey olmadığına ilişkin sayısız örnek vermişlerdi… Rieff, buradan yola çıkarak millet, gelenek kurgularının dışarıda bıraktığı veya unutturduğu kesimlerin de kendi tarihsel kurgularından yola çıktığını ve bu kurguların da, bazen toplumsal barışa giden yolda engeller çıkarabileceğini ileri sürüyor. Kendilerini her şeyden önce, tarihsel süreçte ‘kurban’ olarak algılayan toplulukların siyasal açıdan sorun yaratabileceğini söylüyor (s. 117).
“Bir daha asla”
Rieff’in tartışma konusu ettiği bir diğer önemli konu, ‘hatırlama’nın toplumlar, hatta insanlık açısından terapötik etkisi, yani geçmişte yaşanan zulümlerin hafızasını korumanın insanlığı benzer deneyimlerden koruyacağı, ‘bir daha asla!’ dedirteceği iddiası. Rieff, bu konuya da temkinli yaklaşarak, en önemli örneği ele alıyor, ‘Yahudi Soykırımı’ hafızasının gerçekten bu amaca hizmet edip etmediğini sorguluyor. Antisemitizmin bizim gibi toplumlar bir yana, Batılı ülkelerde de yükseldiği bir dönemde, bence bu örnek fazlasıyla riskli. Nitekim, bu konuda Tony Judt’tan yaptığı “hafızanın çıkara dönük kullanımının sonu olsa olsa kötü ahlâkçılık ve kötü bir tarihçiliktir” şeklindeki alıntı, antisemitlerin saptırmasına fazlasıyla uygun. Ancak Judt bu sözleri, Berlin’deki Yahudi Soykırımı Anıtı’na yaptığı bir ziyarette gördüğü, okul gezisi sırasında sıkıntıdan patlayarak ortalarda dolaşan ve taşlar arasında saklambaç oynayan çocuklar üzerine düşünürken söylemiş. Rieff’in asıl itirazı, hatırlamanın ahlâkî bir ders çıkarmaktan uzaklaşıp ‘banalleşmesi’ meselesi (s. 80).
Diğer yandan, İspanya uzun süre, Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra 1975’de demokrasiye geçiş sürecini geçmişi unutma siyaseti üzerine kurmuştu ve genellikle ‘başarılı’ bir örnek olarak görülmüştü. Bu süreçte 1977’de çıkarılan bir kanunla İç Savaş döneminde işlenen suçlara takipsizlik ve af getirildi. Ancak 2000’li yılların başından itibaren unutma siyaseti gittikçe daha çok sorgulanır oldu ve merkez sol siyasetçi Zapetero iktidara geldikten sonra, 2007’de Tarihi Hatırlama Kanunu (Law of Historical Memory) çıkarılarak geçmişin sorgulanması desteklendi. Sağcılar, eski yaraları deşmeye karşı çıktılar ama bu sürecin önünü alamadılar. Bugüne kadar süren tartışmalardan sonra nihayet Franco’nun mezarı anıt olmaktan çıktı, cadde, sokak isimleri değişti, ancak bu kez de sağ cenahta İspanyol milliyetçiliği hortlamaya başladı; örneğin Katalan ayrılıkçılığı meselesinde, İç Savaş’ta Katalonya’nın rolüne gönderme yapılır oldu.
Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu
İspanya deneyimi kısmen Rieff’in unutmaya övgüsünü zayıflatıyor, bir yandan da ‘hafıza savaşları’nın siyasal ve toplumsal barış süreçleri açısından sanıldığı kadar olumlu sonuçlar vermediği iddiasını doğruluyor. Bu konunun karmaşıklığını sergileyen diğer bir örnek, Güney Afrika’da ırkçı rejimin son bulmasının ardından kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonunun (Truth and Reconciliation Commission, TRC) ne kadar başarılı olduğu meselesi… 1990’da Mandela önderliğindeki tarihi uzlaşmanın ardından iktidara gelen Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress, ANC) iktidarları ile ırkçı rejimin son bulması küçümsenecek bir şey değil, ancak bu tarihten sonra siyah çoğunluğun hayatında beklenen değişimlerin gerçekleşemediği de bir gerçek. Güney Afrika Cumhuriyeti, hukukun parayla satın alındığı bir ülke oldu, platin madeni işçilerinin grevine ateşli silahlarla karşılık verilmesi gibi kanlı skandallar yaşandı. O kadar ki, Apartheid rejimine karşı mücadele eden Nobel ödüllü romancı Nadine Gordimer, 2008’de Kalküta’da yaptığı bir konuşmada büyük bir hayal kırıklığı içinde olduğunu açıklamıştı.
Rieff’in açtığı tartışma bu açıdan çok önemli: Hafıza temelli siyasetler, kolaylıkla göstermelik hale gelebiliyor veya istenenin tam tersi sonuçlar verebiliyor. Nitekim Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçı rejimin siyahlara çektirdiği çilelerin gün yüzüne çıkarılması, bu yönde komisyonlar kurulması hiç işe yaramamış değilse de, siyahların iktidarında berbat bir yönetime uzun süre meşruiyet sağladı.
Biz halen tarihimizle yüzleşmekten bucak bucak kaçan bir toplumuz, dahası bu kaçış otoriter siyasetlerin meşrulaştırılmasını desteklemeye devam ediyor. Bırakın Ermeni kıyımını, Kürt meselesine barışçıl çözümden bahseden bile ‘terörist’ sayılıyor, muhalefet çevreleri bile ‘milli mesele’ tabusunun rehinesi olmuş vaziyette… Ancak belki tam da bu nedenle, asıl meselenin tarihle yüzleşmekten ziyade bugün ile yüzleşmek olduğunu görmek gerek. Yok, hayır, işi tarihçilere bırakmayalım, karşı-tarihçilere de bırakmayalım. Mesele, ‘Müslüman Türk’ tanımı dışına düşenler ile birlikte, dayatmasız bir yaşam kuramamak, barış yapamamak. Yoksa, ‘geçmişi unutması beklenen kim, hangi taraf’ savaşında tarih, bir araç, bir silah olmaktan çıkamayacak.
Borges “unutmak en iyi intikam ve en iyi affetme biçimidir” demiş. Rieff, kitabın son satırlarında Borges’in biraz fazla ileri gittiğini belirtiyor, hemen ardından da ekliyor: “Ama unutmak en azından tercihlerden biri haline gelmezse, hepimiz yaralı canavarlara dönüşürüz, affetmeyen ve affedilmeyen…” (s. 145)
DEĞİNİLEN KİTAPLAR
“…O halde, antropolojik bir ruhla, millet hakkında şu tanımı öneriyorum: Millet hayal edilmiş bir siyasal topluluktur –kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olarak hayal edilmişti.
Hayal edilmiştir çünkü en küçük milletin üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder.(…) Millet sınırlı olarak hayal edilir, çünkü belki de bir milyar insanı kapsayan en büyüğünün bile ötesinde başka milletlere mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiçbir millet kendisini insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez.
Egemen olarak hayal edilir çünkü Aydınlanma ve Devrim’in, ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur.
(…) Son olarak bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir çünkü her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüzyıl boyunca bunca milyon insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşlikti.”
(s. 20-22)
“’İcat edilmiş gelenek’, alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değer ve normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmelidir. Aslında, mümkün olan her yerde bu pratikler, hemen kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik oluşturmaya girişirler.” (s. 2)
“Modern uluslar ve onların bütün levazımatı, yeninin zıttı oldukları, yani en uzak antikitede kök saldıkları ve kurgulanmışlığın zıttı oldukları, kendi iddiasının dışında hiçbir tanım gerektirmeyecek kadar ‘doğal’ insani cemaatler oldukları iddiasındadırlar. Modern ‘Fransa’ ve ‘Fransız’ kavramında tarihsel ya da başka ne tür süreklilikler bulunursa bulunsan (zaten kimse de bunu inkâra kalkışmamaktadır), bu kavramların kendileri kurgusal ya da ‘icat edilmiş’ bir öğe içermek zorundadırlar. Modern ‘ulus’u dahili olarak oluşturan pek çok şey, böylesi kurguları içerdiği, uygun ve genelde çok yakın zamanlı semboller veya bunlara uydurulmuş söylemlerle (‘ulusal tarih’ gibi) ilişkilendiği için, ‘geleneğin icadı’na gerekli dikkat gösterilmeden ulus fenomeni üzerinde hakkıyla durulamaz.” (s. 17-18)
“İnsan ne diline ne de ırkına aittir: İnsan sadece kendine aittir, çünkü o özgür bir varlıktır, ahlaki bir varlıktır.”
“Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir.” (s. 50)”
Ana fotoğraf: 2019’da boşaltılan Franco’nun anıt mezarı önünde, faşist dönem İspanyol bayrağıyla bir gösterici.
https://t24.com.tr/k24/yazi/unutmak-hatirlamak-ve-affetmek,2515
İlk yorum yapan siz olun