The Beatles, Pink Floyd, Deep Purple, Cream, Rolling Stones, Guns N’ Roses… İşte tüm bu gruplar Samatya’nın meşhur ailesi Zilciyanlar tarafından üretilen zilleri sahnelerinde kullandılar… Yine bu ziller Mehter Marşı’nın ‘gizemli’ sesleriydi…
Berken Döner berkendoner@gmail.com
Hagop Baronyan, “İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti” adlı kitabında “Samatyalılar kırmızıyı yalnız Paskalya yumurtasında görmek isterler” diyerek bizi uyarsa da ben Samatya sokaklarını bütün gün kırmızı eteğimle dolaştım. O gün daha önce hiç fark etmediğim gizemli kapılardan içeri girdim, görkemli ağaçların ardındaki gizli bahçeleri gördüm. Peki ben Samatya sokaklarında neyi arıyordum? Bu gizli kapıların ardında, geçitlerde, iç bahçelerde, yağmurlu avlularda ne bulmaya çalışıyordum? Anlatayım…
“Surp Dzınunt” sabahı Samatya’daydım. İstanbul’da öylesine büyük bir fırtına vardı ki, ağaçları yerinden ediyordu. Yağmur altına Surp Kevork Kilisesi daha büyüleyici bir manzara sunsa da, bunun tadını çıkaracak bir durumda değildim. Üşüyordum. Daha önceki Samatya ziyaretlerimin hep baharlara rastladığını fark ettim; ilkbahara ya da sonbahara. Zaten bana kalırsa sonbaharın ilk günleri, bir Eylül ikindisi, palamutların yeni yeni çıktığı, manav tezgahlarının yemyeşil taze otlarla donandığı zaman Samatya’yı sevmeye başlamanın tam zamanıdır. Hani yazdan kalma son sıcaklarda kurumuş otlar, bir dalda tek tük kalmış incirler, terk edilmiş bir istasyon, boyası solmuş bir evin penceresinde capcanlı duran çingene pembesi bir sardunya, kapı önündeki sandalyesinde gelen geçeni izleyen bir kadın görürseniz bilin ki Samatya’dasınızdır. Buranın erkekleri son derece güven veren, dürüst insanlardır. Kadınları çalışkan, yaratıcı ve beceriklidir. Çocukları sakin, vakur, şımarıklık nedir bilmeyen çocuklardır. İstanbul’da lodos en sert Samatya sahilinden hissedilir. Biraz dikkatli olursanız semte sinmiş Ortodoks havayı da hissedebilirsiniz. Hem de her şeye rağmen. Öyleyse bırakalım onlar anlatsın; denizin dibindeki haç, bayramlık gömlekteki sabun kokusu, kış için hazırlanan reçellerin konduğu büfe, aynalı bir dolap, pencereyi saran sarmaşık, ölünün çantasından çıkan ayna… Değil mi ki artık Samatya’yı konuşmanın sırasıdır.
SAMATYA’NIN MEŞHURLARI…
Her “gerçek” İstanbul semti gibi, Samatya’nın da kendine özgü insanı, meşhurları vardır. Samatya her ne kadar Zilciyan ailesinin fertleriyle özdeşleşse de pek çok ünlü isim bu semtte büyümüştür. Osmanlı coğrafyasında “zil” denilince akla Ermeni ustalar gelirdi. Süreç içinde Ermeni zil üreticilerinden Samatyalı Avedis, başarısıyla diğer zanaatkârların önüne geçti. 1623’te Samatya Müşir Süleyman Paşa Sokağı’ndaki kırk beş numarada kurduğu atölyede, kalay ve bakır karışımından kendi özel formülüyle ürettiği bu zillerin ünü, dönemin padişahı Sultan III. Osman’ın kulağına dek gitmişti. Padişah, formülün sahibi Avedis’i saraya çağırtarak, kendisine bir miktar altın verilmesini emretmişti. Mehter Marşı’nı dinlerken duyulan zil sesleri, bir zamanlar bu atölyedeki özel formülle Zilciyanlar tarafından üretilmişti. Kerope’nin oğlu Avedis Zilciyan özel bir alaşım bulmuştu. Bugüne kadar sır olarak saklanan bu alaşımla yapılan ziller, Osmanlı’da mehter takımında yer alan davul, kös, nakkare ve zurna gibi enstrümanlara eşlik etmişti. Kerope Zilciyan, Ermeni kaynaklarına göre Zilciyan ailesinin bilinen ilk üyesidir. 1600’lerin başında Surp Kevork Kilisesi’nin yetimhanesinde yetişmiş ve hayatını kilise çanları yaparak kazanmaya başlamıştır. Özel formülü sır gibi saklanarak aile içerisinde nesilden nesile aktarılan zil, Avedis’in oğlu Kerope’nin işleri devralmasıyla dünyaya yayıldı. El yapımı bu ziller dünyanın dört bir yanında; Londra’da, Paris’te, Viyana’da, Boston’da ödüller aldı. Sultan Abdulaziz’in finansal desteğiyle Zilciyanlar, 1909’da ikinci fabrikayı yurtdışında kurdu. Zilciyan ailesinin ürettiği ziller The Beatles, Pink Floyd, Deep Purple, Cream, Rolling Stones, Guns N’ Roses gibi dünyaca ünlü müzik grupları tarafından kullanıldı. Zilciyanların yanında çırak olarak çalışan Hagop Tomurcuk ve Mehmet Tamdeğer, zillerin formülünü koruyarak İstanbul’da üretim yapmayı sürdürdü. 1981’de İstanbul Bağcılar’da açtıkları atölyede birlikte üretim yapmaya başlayan ikiliden Hagop Tomurcuk’un ölümü üzerine Mehmet Tamdeğer üretime devam etti. Bugün Mehmet ve Hagop sayesinde zil üretimi devam etmekte ve ardılları, öğrendikleri formülle Zilciyan zillerinin varlığını sürdürmektedir. Günümüzde Samatya’da Zilciyanların çalışmalarına dair fiziki bir yapı bulunmasa da, 2011 yılında onların adına “Zil ve Caz Festivali” düzenlendi. Festivalde Arto Tunçboyacıyan ve Kerem Görsev gibi tanınmış sanatçılar sahne aldı. Günümüzde Zilciyanların atölyesinde o eski görkemli günlerden eser kalmamış. Öyle ki kapısında ne bir plaket var ne de bir tabela. Atölye yakın zamana kadar çamaşırhane olarak kullanılıyordu.
DİLBİLİMCİ HRAÇYA ACERYAN
Samatya’nın yetiştirdiği değerlerden biri de Hraçya Acaryan’dır. 1876, Samatya doğumlu bu önemli dilbilimci İstanbul Ermenilerinin dil ve yaşantısını incelemiş, araştırmış; “Filolojik İncelemeler” ve “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin Rolü” gibi eserler bırakmıştır. Acaryan, semtin hafızasında da oldukça önemli bir yere sahiptir. Öyle ki Surp Kevork Kilisesi, bu değerli evladının ismini bünyesindeki salonuna vererek, Hraçya Acaryan isminin Samatya’da yaşamaya devam etmesini sağlamış. Hraçya Acaryan’ı özel bir kişilik yapan etkenlerden biri de Gomidas Vartabed’le olan okul arkadaşlığıdır. Ünlü rahip ve müzikolog Gomidas, bu arkadaşlık sayesinde henüz İstanbul’a gelmeden İstanbulluların yaşamlarını, Pera’yı, Haliç’i en çok da Samatya’yı öğrenmiş.
Orhan Boran, Veysel Atayman, Aydın Boysan da Samatyalı’dır. Öyle ki, dünyanın en sardunyalı, en bol çocuklu, en istasyonlu çıkmazı Narlıkapı’yı en güzel Aydın Boysan anlatır: “Şu köşedeki evde, kuyumcu Sahak Efendi otururdu, kaynanası Araksi, karısı Hayganuş idi, oğlu Agop arkadaşımdı. Bu sokak hala o sokak olarak yaşıyor ve insanlar birbirine yakın yaşıyor. Onun yanındaki evde, Talia Hanım otururdu. Talia Hanım dünyanın en güzel kadınlarından birisiydi. Talia Hanım’ın sol yanağında, müthiş güzel bir gamzesi vardı. Talia Hanım’ın bir de oğlu vardı, yaramaz mı yaramazdı. Sonradan o çocuğun adının Orhan Boran olduğunu anladım. Şu soldaki birinci binada piyano akortçusu Fasulyacıyan otururdu. Fasulyacıyan’ın kızı Suzi, arkadaşımdı. İstanbul’da piyano akortu yapabilen tek adam bizim Fasulyacıyan’dı.”
PİYANONUN SESİNE MANDOLİN SESİ EŞLİK EDER…
Piyano akortçusu Fasulyacıyan’ı tanımadım ama mandolin sanatçısı Avedis Arzuman’ı tanıdım. Dolayısıyla benim Samatya’mda piyanonun sesine mandolinin sesi eşlik eder. Samatya sokaklarından geçerken, dikkatlice dinlerseniz mandolin sesi duyarsınız. Avedis Arzuman’ın öğrencilerinden birinden geliyordur o ses. O Arzuman ki, yıllar boyunca, Samatya’nın çocuklarına -karşılıksız olarak- mandolin çalmasını öğretendir. 1960, Samatya doğumlu Avedis Arzuman, Güliye Hanım ve Şapkacı Yervant çiftinin ilk çocuğu, Samatya’nın da öz çocuğu olarak dünyaya gözlerini açar. Doğaldır ki, Samatya Surp Kevork Kilisesi’nde vaftiz olur; ilköğretimini Sahakyan Nunyan Okulu’nda tamamlar. Sahakyan Nunyan Okulu demişken, Birinci Dünya Savaşı döneminde birçok kilise gibi askerî amaçlarla el konulan bu bina, Ermeniler için okul olması dışında da büyük bir önem taşımaktadır. 1918’den sonra beş yıl boyunca Anadolu’dan İstanbul’a kaçabilen binlerce Ermeni’nin sığınağı olmuştur. Şehrin çeşitli yerlerinde sığınacak başka yerler olsa da yaklaşık yirmi yıl boyunca Samatya’nın kapıları Anadolu’dan İstanbul’a gelen Ermenilere hep açık kalmıştır. Bu nedenle Sahakyan-Nunyan Ermeni toplumunun hafızasında özel bir yere sahiptir. Sahakyan kökenli Avedis Arzuman, maddi olanaksızlıklar nedeniyle eğitim hayatına devam edemeyince, pek çok Samatyalı genç gibi o da “çarşı” yolunu tutarak kuyumculuğu öğrenir. Çünkü Kapalıçarşı, Samatya Ermenilerinin doğum yeri ve okuldan sonraki ikinci eğitim yeridir. Hayatı orada öğrenirler. Avedis Arzuman, dünyayı Samatya’dan adımlamaya başlar. Ben kendisini bir Samatya gezisinde tanıdım. O dönemde yine -karşılıksız olarak- “Haseki-Cerrahpaşa-Samatya” gezileri düzenliyordu. Bu gezi kapsamında Bulgur Palas’a da uğramıştık. Baron Avedis’ten o bölgenin hikayesini dinlerken, ahşap bir evin kapısı sessizce açıldı. Tertemiz giyimli, saçı özenle taranmış bir hanımefendi çıktı evden. Gülümseyerek , “Bulgur Palas’ımızı mı anlatıyorsunuz?” dedi. Evi dışarıdan görseniz yıkıldı yıkılacak. O kadar nazik bir hanımefendiydi ki artık Bulgur Palas’ın hikayesini yarıda bırakmış, onunla ilgileniyorduk. “Buyurun bir kahve ikram edeyim” teklifini, teşekkür edip, “bir dahaki sefere” diyerek geri çevirdik. Çünkü Baron Avedis’in hep acelesi vardı, daha görülecek yerler vardı. O kahveyi içemediğimiz için içten içe ona kızdığımı hatırlıyorum. Daha sonraki karşılaşmalarımızda da o günü hep hatırlamıştık; “Ne oldu acaba o ev? Penceresi sardunyalı, beyaz sabun kokulu… Cerrahpaşa taraflarına yolu düşen olursa haber versin. Orada bir yerlerde son İstanbul direniyor” demiştik. Kimsenin yolu düşmedi. Bu sahici, inandırıcı, güzel insanı geçtiğimiz yıl kaybettik. Samatya’nın son tanıklarından, tanıdığım en iyi yürekli insanlardan Avedis Arzuman artık aramızda değil. Gittiğimiz yerlerde biraz oyalanan olursa “Geç kalıyoruz, daha gezilecek çok yer var” diye artık kimse bizi tatlı sert azarlamıyor. Dolayısıyla her Samatya gezintisi yarım kalıyor. Surp Dzınunt sabahı beni karşılayan Besse ile her bir araya gelişimizde onu anmaya devam ediyoruz. Tıpkı o sabahın onun “isim günü” olduğunu hatırlamamız gibi.
Besse, her ne kadar Samatya’da yaşıyor olsa da, aklı da kalbi de geride bıraktığı memleketinde Sasun’da kalmış. Surp Dzınunt Yortusu için hazırladığı sofrasında Sasun Ermenilerinin çok sevdiği “khus, tutu, çir, şaran” gibi yiyecekleri görünce söz dönüp dolaşıp Sasun’a geldi doğal olarak. O gün bana, “Samatya’daki yokuşlar bana memleketimi, Sasun’u hatırlatıyor. Dağlık bölgeleri seviyorum. Samatya’nın yokuşları da bana orayı hatırlatıyor. Her yokuş sana denizi gösterir Samatya’da. Bu yüzden her yokuş başlı başına bir kişiliktir, hayatı temsil eder aslında” dedi. Samatya’ya biraz da bu gözle bakıyorum artık. Yağmur hızlanmış, rüzgarın uğultusu artmış, kilisedeki tören de bitmişti. Son derece şık ve neşeli eş, dost ve akraba Surp Dzınunt sofrası için Besse’nin evinde buluştu. “Anuşabur”un yanına, ev sahibinin değişmez ikramı sütlaçlar eklendi. Duayla başlanan yemeğe, orada olmayanlar anılarak devam edildi. Ailenin en büyüğü, “yaya”sı her lokmada askerdeki torununu andı. Yıllar öncesinin üst kat komşusu bile unutulmadı bu sofrada. Samatya’nın son Rumlarından Zeferita hanımın kulakları çınlatıldı. Sasunlu Ermeni ile Samatyalı Rum aile kültürel açıdan tamamen faklı çizgilere sahip olsalar da yıllarca hayatı birlikte paylaşmışlar. Zeferita hanım, uzun zaman önce Yunanistan’a, akrabalarının yanına taşınırken en değerli eşyası saydığı çini sobasını da komşusu, can dostuna yadigar bırakmış. Bu çini soba ailenin en özel eşyalarından biri olarak yıllarca saklanmış.
SAMATYA BÜYÜK BİR EVDİR…
Besse’nin evinden ayrıldığımda yağmur dinmişti. Artık daha iyi anlıyordum ki Samatya büyük bir evdir. Gedikpaşa’dan Kadırga’ya inen, denize açılan sokaklardan, Samatya’ya kadar aynı rüzgar eser. O rüzgara Samatya Sahaf’ın kitap kokusu karışır. Samatya Sahaf, Samatya’nın ünlü Marmara Caddesi’nde. Sahibi Devrim Tarım, bugünlerde kitaplardan çok kedi yavrularıyla ilgileniyordu. İşte dükkanın kapısının önünde iki sarı kedi yavrusu. Oktay Rifat’ın şu dizelerini hatırlıyorum: “Niko’nun kahvesinde anılar ayaklarınızın arasında oynaşan kedi yavruları gibi / birini alıp dizinize koyarsınız.” Devrim, kedi yavrularından birini alıp dizine koydu. Az sonra sıcacık çaylarımız geldi. Devrim’in gözleri görmüyor ama diğer duyuları gözlerinin işlevini de fazlasıyla üstlenmiş. Kitapları türlerine göre raflara sıralamış. Hangi tür kitabın hangi rafta olduğunu biliyor. Üstüne fiyatlarını yazdığı kitaplardan isteyen olursa, ilgili rafa yönlendiriyor. İnsanlar istedikleri kitabı kendileri buluyor, fiyatını söylüyorlar ve ödüyorlar. Devrim, “Benimki self servis sahaf” diyor. Edebiyatı yakından takip ediyor. ODTÜ mezunu, sinema alanında yüksek lisans yapıyor. Samatya Sahaf’a uğrayan bir kitap kurduyla, Devrim’in konuşmasına tanık oluyorum. Kitap kurdu, “Kitaplığımda, Nazım Hikmet’in ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü’ adlı kitabının ilk baskısı var” diye övünüyor. Devrim, “Kapağında Fikret Mualla’nın resmi var” diyor. Aşkolsun Devrim! İşte sahaf! Bunun üzerine kitabın sahibi anısını anlatıyor: “Üniversitede, kampüsün bahçesinde çimlerde otururken, bir öğrencinin de bu kitabı çantasından çıkarıp üzerine oturduğunu gördüm, bir gazeteyle değiş-tokuş yaptım.” Devrim, “Benerci kendini bu yüzden öldürdü” diye karşılık veriyor. Gülüyoruz.
Bu güzel sohbetten ayrılıp, hemen karşımızdaki Surp Kevork Kilisesi’ne de uğramayı ihmal etmiyorum. Surp Kevork Kilisesi bütün tarihsel görkeminin ötesinde benim için küçük Mardik ve Takuhi hanım demekti. Bu kiliseye ne zaman gelsem, Takuhi hanımı vicdan azabı, keder ve umut karışımı bir duyguyla üvey oğlu Mardik’i ararken hayal edip, hüzünlenirim. Burada sözü Takuhi Tovmasyan’a bırakıyorum: “Gazaros Efendi, Sofik adında güzel bir kadınla evliymiş; Garbis, Agavni ve Mardik adında üç çocukları varmış. Genç anne veremden ölünce Gazaros Efendi üç çocuğuyla dul kalmış. İkinci kez evlenmek için İstanbul’da hangi kızı istemişlerse üç çocuklu dul bir adamla kimse evlenmek istememiş. Sonunda gelin adayını köylerinde yani Çorlu’da aramaya başlamışlar. Çorlulu, inatçılıklarıyla ünlü Sarmısaklıyan ailesinin kızı Takuhi’yi razı edip söz kesmişler. Taze gelin ancak telini duvağını çıkardığında öğreniş evlendiği adamın çocuklarının iki değil üç olduğunu. Meğer çocukların sayısında küçük bir iskonto yapmışlar. Takuhi Hanım, üç değil beş çocuk olsa yine de bakardım ama ben kandırdınız diye tutturup Mardik’i Çorlu’ya göndermiş.”
KÜÇÜK MARDİK’İN YOLCULUĞU…
İşte hikaye böyle başlıyor. Küçük Mardik’in gidiş o gidiş… Çorlu’dayken tehcir başlıyor ve küçük Mardik tehcir yolculuğunda kayboluyor. “Ara sıra Samatya Surp Kevork Kilisesi’nin avlusuna tehcir kalıntıları geldi diye bir haber çıkarmış, Takuhi yayam babamın elinden tutup, Mardik’i bulurum hevesiyle koşarmış Surp Kevork Kilisesi’ne. Ne gören çıkmış, ne bilen” Surp Kevork ya da halk arasında bilinen adıyla “Sulu Manastır” Fatih ilçesinin üçüncü büyük kilisesi ve İstanbul’daki en eski Ermeni kiliselerindendir. Öyle ki Fatih Sultan Mehmet tarafından Ermeni Patrikliği’ne tahsis edilmiş, ilk Patrikhane kilisesi olmuştur. Kilisenin avlusunda çok eski, dev bir çan duruyor. Orda dinlenen, eski bir zaman gibi. Yenisiyle değiştirilmiş. Bu eski çan çok yüksek bir ses kalitesine sahipmiş. Öyle ki, sesi ta Topkapı’dan duyulurmuş. Hatta Kınalıada’dan bile duyulduğunu söyleyenler var. Çan ilk kullanıldığında, çevredeki evlerin camları kırılmış. Bu yüzden çanın tokmağına bez sarmışlar.
Samatya her ne kadar görkemli Bizans geçmişiyle, kiliseleriyle, meydanıyla ünlü olsa da yazmacılık da Samatya tarihinde önemli bir yere sahip. Yazmacılık oyulmuş kalıplar kullanarak, çeşitli boyalarla bu işe uygun özel kumaşlar üzerine baskı yapılarak elde edilen bir kumaş süsleme sanatı. Uzun yıllar boyunca giysi süslemelerinden tutun mekân süslemelerine kadar pek çok yerde kullanılmış. Başörtüsü, bohçalar, yorgan yüzleri yapılmış. Eski İstanbul’da çeyizlerin en değerli parçalarını oluşturmuş. Bu iş için kullanılan kumaşlar da özel. Bir zamanlar Samatya ve Kumkapı sahilleri boyunca yazma kurutanları görmek mümkünmüş. Aydın Boysan, Samatya’nın “yazmacılık” tarihine ilişkin bize şunları anımsatır: “Narlıkapı kıyılarında ‘Yazmacılar’ çalışırdı. Yazma bizim yüzyıllardır uygulanan, kendine özgü teknikle yapılmış, eşarp üretimimizdi… Deyim yerindeyse…Bu iş, bir baskı tekniği ile yapılırdı. Emprime gibi(…) Sur duvarlarının üzerindeki iki çeşit hoş manzaradan birincisi, binlerce yazmanın hayranlık veren renk cümbüşüyle, kurutulmak için asıldığında esintilerle uçuşmasıydı. Seyrine doyum olmazdı.
Bir vakitler Samatya’da sahil boyunca uçuşan yazmalara çirozlar da eşlik etmişti. Boysan, çirozları da şöyle hatırlatmaktadır:
“İkincisi ise her yaz mevsiminde, on binlerce yüz binlerce uskumru balığının güneşte kurutularak çiroz yapılmasıydı. Temizlenmiş uskumrular ikişer ikişer kuyruklarından bağlanarak kazıklara gerilmiş iplere asılırdı. Önce sirkeye yatırılmış dövülmüş çirozun, zeytinyağlı ve dereotlu nefis salatası, fukara yiyeceğiydi. Aklımda çiftinin 2,5 kuruş olduğu kalmış.” (Boysan,2004: 52)
Samatya Meydanı’na gelince bu kış gününden kaçıp bir kafeye sığındım. Samatya Sahaf’tan aldığım Yannis Ritsos’un “Helena&Nöbetçi” kitabını okumak için masaya koydum. O sırada kuvvetli bir rüzgar çıktı ve sahaftan aldığım oldukça yıpranmış kitabın sayfalarını Samatya Meydanı’na dağıttı. Kafenin garsonları tek tek sayfaları yakalamaya çalıştılar. Az sonra toplayabildikleri sayfaları getirip masama bıraktılar. O sayfaların arasından bir sap nergis çıktı. Hala düşünüyorum, o nergis sayfaların arasına ne zaman girdi?
Kaynaklar:
- Hagop Baronyan, İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti, Can Yayınları, 2014
- Kevork Pamukciyan, “Ermeniler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.6, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayın.
- Nursel Gülenaz, Oya Koca, İstanbul’un Tarihi Yarımadası Yedikule Samatya, Remzi Kitabevi, 2018.
- Orhan Türker, Psomati’dan Samatya’ya – Bir Bizans Semtinin Hikayesi, Sel Yayıncılık, 2010.
- Veysel Atayman, Samatya, Dinmeyen Tını, Heyamola Yayınları, 2010.
- Takuhi Tovmasyan, Sofranız Şen Olsun, Aras Yayıncılık, 2004.
- Aydın Boysan, Nereye Gitti İstanbul? İstanbul: Yapı Kredi Yayınları., 2004.
https://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2020/01/12/yagmur-altinda-bir-samatya/
İlk yorum yapan siz olun