Stanford Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktora çalışmalarına devam eden Emre Can Dağlıoğlu’na göre Doğan Avcıoğlu için “Türkiye’nin Düzeni”, devrimin neden gerekli olduğunu okuruna anlatmak için yazdığı bir amentü.
Serdar Korucu
Türkiye’de en çok tartışılan konu “düzen”. Kurulduğundan beri hatta Cumhuriyet kurulmadan önce de ülkenin düzeninin ne olduğu, ne olacağı hep gündemdeki yerini korudu.
Türkiye için bu alanda yazılan ve en çok okunan eserin Doğan Avcıoğlu’nun 1968’de kaleme aldığı “Türkiye’nin Düzeni” olduğu da bir gerçek.
Her ne kadar 2000’li yıllarda etkisi görünürlüğünü yitirse de izleri, bıraktığı kodları kendini her alanda hissettiriyor. Stanford Üniversitesi’nde Tarih bölümünde doktora çalışmalarına devam eden Emre Can Dağlıoğlu’na göre Doğan Avcıoğlu için “Türkiye’nin Düzeni”, devrimin neden gerekli olduğunu okuruna anlatmak için yazdığı bir amentü.
Bu metnin içinde kırmızı çizgiyse “Kürdistan”, düşman ise Türkiye’deki Hristiyan ve Yahudi nüfus.
Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü kapatarak yazmaya başladığı ve döneminin best-seller’ı olan “Türkiye’nin Düzeni: Dün-Bugün-Yarın” eseri kendisinin kronolojisinde, entelektüel üretim çizgisinde nasıl yer ediniyor?
Avcıoğlu’nun entelektüel serüveninde 1968’de yayınladığı bir ara dönem ürünü “Türkiye’nin Düzeni”.
Kendi deyimiyle, yaklaşık 6 yıl yayınladığı Yön dergisinde (1961-1967) Türkiye’nin gideceği yönü aradıktan sonra, bulduğu bu yöne doğru Devrim dergisiyle (1969-1971) bir hamle yapmadan önce, bu kitapla tespit ettiği ülke sorunlarının tarihsel arka planına bakmaya ve o günün reçetesini bu tarihselliğe yaslanarak yazmaya koyuluyor.
Bir anlamda, devrimin yol haritası olmasa da neden devrim olması gerektiğini açıkladığı metin…
Arzu ettiği yöne doğru yol almak için etki sahası içinde olabilecek sivil ve askeri aydınları ikna etmek için yazdığı bir amentü olarak gördüğünü düşünebiliriz.
Devrimin yol haritasını ise 1971’de Devrim Üzerine kitabıyla yayınladı. Ancak Avcıoğlu’nun ve bu devrim hayalinin 9 Mart 1971’deki başarısız darbe girişimiyle net olarak yenilmesinin ardından, Doğan Avcıoğlu kendini tamamen tarih araştırmacılığına verdi.
Ölümüne kadar yayınladığı Milli Mücadele Tarihi ve Türklerin Tarihi ciltleri daha ciddi ve oturaklı çalışmalar olsa da hiçbir zaman Türkiye’nin Düzeni boyutunda ilgi görmediler.
Doğan Avcıoğlu çoğunlukla Kemalist olarak tanımlanıyor. Doç. Dr. Ömer Turan’ın “1968: İsyan, Devrim, Özgürlük” kitabında yazmış olduğun bölümde hatırlattığın gibi bazıları da kendisini tarihçi ya da sosyal bilimci değil, sadece “akıllı bir gazeteci” diye anıyor. Kendisini nasıl görmek gerekiyor?
Aslında Avcıoğlu’nun bu şekilde değerlendirilmesi daha çok onu aşağılamak amaçlı.
Bunu Türkiye’nin Düzeni’ndeki analizlerinin tarihsel olarak yanlış olduğunu vurgulamak için söylüyorlar. Fakat her şeye rağmen Avcıoğlu dönemin en etkili kamusal entelektüellerinden biri.
Bu dönem, Yalçın Küçük’ün deyimiyle Mısır’ın lideri Cemal Abdülnasır’ın yükselen yıldız olduğu bir dönem. Diğer yandan ise dünya siyasetine yön veren Soğuk Savaş’ın etkisinin tüm gücüyle hissediliyor.
Bu dönemselliği ve etkilerini hiç görmeden, Avcıoğlu’nu kestirmeden belirli kalıplara indirgemenin ciddi bir düşünsel tembellik olduğunu düşünüyorum.
Avcıoğlu’nun Kemalizm yorumu
Mustafa Kemal, Avcıoğlu’nun etkilendiği önemli portrelerden biri değil mi?
Elbette ki, Avcıoğlu’nun kendince bir Kemalizm yorumu var ve Mustafa Kemal’den ciddi şekilde etkileniyor. Türkiye için doğru reçetenin Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu altı okta olduğunu ısrarla dile getiriyor.
Yine de Avcıoğlu’nun tüm entelektüel serüvenini Kemalizm’le açıklamak çok yetersiz bence. Çünkü öncelikle bu konuda önemli ölçüde revizyonist.
Devrimin yarım bırakılmasını, devrimci kadroların bu yoldan bizzat sapmasını ve Mustafa Kemal’in fraklı bir politikacıya dönüşmesini defalarca eleştiriyor.
Bahsettiğim altı oku dönemine göre yeniden tanımlıyor. Aynı şekilde Avcıoğlu, 60’lar ve 70’ler Türkiye soluna ilham kaynağı olan Duverger’den, Mısır’da yükselen Nasırizm’den, Üçüncü Dünyacılık’tan, Soğuk Savaş’ın getirdiği Tarafsızlar Hareketi’nden, dünyadaki anti-kolonyal mücadeleden de çok ciddi şekilde etkileniyor.
Yön ve Devrim’deki haberlere ve yazılara baktığımızda, özellikle Üçüncü Dünya’yı nasıl yakından ve sempatiyle takip ettiğini net bir şekilde görüyoruz.
Dahası, Nasırizm’in iktidar deklarasyonu kabul edilebilecek olan Sosyalist Milli Yasa 1962’de Mısır’da ilan edildiğinde,
Yön dergisi bu metni sekiz sayı boyunca Türkçeye çevirip yayınlıyor. Hatta Doğu Perinçek, o dönem Devrim’de çalışan Hasan Cemal’e ‘Darbe olunca, Devrim dergisi rejimin El Ahram’ı olur’ diyor.
Yani Avcıoğlu ve çevresi, çıkardıkları dergi Nasırizm’in resmi gazetesiyle benzeştirilecek kadar Nasırcılık’la özdeşleştirilmiş durumda. Fakat Avcıoğlu’na yalnızca Kemalist etiketi yapıştırdığımız anda, onu tüm bu dönemsel bağlamından koparıp 30’lar Türkiyesi’ne götürmeye çalışıyoruz ve Avcıoğlu’nun hatalarının ve eksiklerinin faturasını kendisine değil, bu 10 yıla yüklemiş oluyoruz.
“68’in hiçbir fraksiyonu onunla yol almıyor”
Avcıoğlu’nun etkisi Deniz Gezmiş’ten Mahir Çayan’a, Türkiye solunun sembol isimlerine uzanıyor. Peki bu etki bu isimleri nasıl değiştiriyor?
Aslında siyasi anlamda, 68’deki gençlik hareketinin hiçbir fraksiyonu Avcıoğlu’yla birlikte yol almıyor.
Rejim değişimini doğrudan askeriye içinden çıkacak bir darbeyle sağlamaya çalışması, sınıf ve gençlik hareketine olan inançsızlığı Avcıoğlu’na müttefik olmalarını net olarak engelliyor.
Fakat bu demek değil ki, aralarında hiçbir ilişki yok. Hasan Cemal’in anılarından biliyoruz ki, Deniz Gezmiş ve dönemin birçok öğrenci lideri Devrim dergisinin Ankara’daki ofisine sıklıkla uğruyorlar.
Avcıoğlu, bizzat muhatap olmasa dahi gençlerin dergiye girip çıkmalarını çok önemsiyor ve bu ziyaretlerin sürmesini istiyor.
Dahası, Gezmiş’i Ankara’daki meşhur banka soygunu meselesinden kurtarmak için aksi yönde haberler yapılıyor Devrim’de. Bu anlamda, dönemin solcu gençliğinin bir entelektüel olarak Avcıoğlu’na ciddi anlamda saygı duyduğunu düşünebiliriz.
Zira Aydın Çubukçu’nun da belirttiği gibi, Deniz Gezmiş’in yaptığı THKO [Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu] savunmasının tüm tarihsel tezleri Türkiye’nin Düzeni’nin kopyasıdır.
Aynı şekilde, Mahir Çayan da Osmanlı ve Kemalizm okumasını aynen Avcıoğlu’ndan alır ve hatta bu okumayı eleştirenleri “sağ sapmacı Kemalistler” olarak görür.
Öte yandan, Melih Pekdemir, 70’lerin en büyük sol örgütü Devrimci Yol çevresi için ‘Türkiye’nin Düzeni’ni elimizden düşürmezdik’ diyor. Aynı şekilde, bu kitap o dönem Ertuğrul Kürkçü’nün kitapçıdan çalmaya değer bulduğu tek kitap.
Dolayısıyla, siyasi çizgisini çok olumlu bulmadıkları Avcıoğlu’nun ortaya koyduğu tarihsel perspektifin etkisinin çok ciddi olduğunu söyleyebilirim.
“Marksist perspektiften ilk Osmanlı-Türkiye tarihi analizi”
Neden?
Avcıoğlu’nun Yön dergisi, hem dönemin önemli bir entelektüel forumu hem de düzenli yayın misyonunu aşan bir hareketti. Aynı zamanda özellikle Haziran 1963’te geçici olarak kapatılıncaya kadar haftalık 30 bin gibi ciddi bir tiraja sahipti.
Eylül 1964’te yayın hayatına geri döndüğünde bu sayı 10 bine düşmüş olsa da, 60’ların sol dünyasının “amiral gemisi”ydi bir anlamda. Bu geniş etki alanı sayesinde, Yön bir kuşağı ilk kez politikleştiren mecraydı belki de, 68’leri ve sonrasını büyüttü.
Bu anlamda birçok farklı kapı açtı. Komünizm kelimesine yüklenen tüm negatif anlamlardan kaçınmak için sosyalizme yaptığı vurguyla bu kelimeyi tabu olmaktan çıkardı. Nazım Hikmet’in şiirlerini basmaya cesaret etti.
Kültür-sanat sayfalarına her koşulda geniş yer ayırdı. Avcıoğlu, Yön dergisiyle büyüttüğü bir nesle Türkiye’nin Düzeni’yle aradıkları analizleri verdi bir anlamda.
O güne dair reçeteleri kabul görmüyor olsa bile, o günün sorunlarına tarihsel sebepler araması önemli bir çığır açtı belki de. Özgür Mutlu Ulus, Marxist perspektiften yapılan ilk Osmanlı-Türkiye tarihi analizi olmasının bu ilgiye sebep olduğunu söylüyor. Kurtuluş Kayalı’ya göreyse, Avcıoğlu bu kitapla güncel sorunlara tarihsel açıdan bakma geleneğinin o dönemdeki en önemli temsilcisi.
Sadece gençlik hareketini değil, orduyu da etkileyebilen bir eser Türkiye’nin Düzeni. Avcıoğlu’nun daha sonra kaleme alacağı iki seriden de daha popüler. Bunun nedeni ne?
Çünkü Avcıoğlu, bu kitabı neredeyse özellikle ordudaki sol eğilimli subayları etkileyebilmek için yazıyor. Bunun için çok dikkatli bir dil kullanıyor. Tehlikeli görülebilecek konulardan uzak duruyor.
Bu anlamda, komünizme kesinlikle olumlu yaklaşmıyor. Yıllar sonra Hikmet Özdemir’e itiraf ettiği gibi, sırf hedeflediği okur kitlesini korkutmamak adına, kapitalist ve komünist kalkınma yoluna alternatif bir kalkınma reçetesi öneriyor Türkiye için. Halbuki böyle bir kalkınma yolu olduğuna inanmıyor.
Ama bu kitap onu ordunun üst kademesinde ve subaylar arasında kesinlikle muteber bir isim haline getiriyor. Sıklıkla tekrarlanan bir alıntıdır, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Türkiye’nin Düzeni için “Bu kitabı okumayan subayı ben çok eksik görürüm” der.
Aynı şekilde, 70’lerin ilk yıllarının başbakanı Süleyman Demirel, Devrim dergisinin askeriyede çok rağbet gördüğünü söyler.
Yani Avcıoğlu bu dergiyle ve kitapla hedeflediği kitleye ulaşmayı başarıyor. Aynı şekilde, Hasan Cemal, Devrim’de orduyu kışkırtmak için hayali bir Devrimci Ordu Gücü yarattıklarını ve böyle örgütlenme varmışçasına bildiriler yayınladıklarını anlatır.
“Dünün ışığıyla değil, dünü bugünün ışığında analizle suçlandı”
Bu kadar çok okunan Türkiye’nin Düzeni dönemi içinde nasıl eleştiriliyor, tepki alıyor?
Özellikle dönemin diğer önemli sol yayınlarında çok ciddi eleştiriler yayınlanıyor. Avcıoğlu, temel olarak “bugünü dünün ışığıyla değil, dünü bugünün ışığında” analiz etmek ve emekçi kitleleri ve sınıf çatışmasını görmemekle suçlanıyor.
Aynı zamanda, kitap aynı dönemde yazılan birçok esere özellikle tarih tezleriyle karşıt referans olarak ilham kaynağı oldu. O kadar ki, 60’lar sonu ve 70’ler başında yazılan ve başlığında Düzen geçen kitapların birçoğu Avcıoğlu’nun söz konusu kitabına naziredir diyebiliriz.
Örneğin, 1969’da yayınlanan İdris Küçükömer’in meşhur Düzenin Yabancılaşması veya aynı yıl çıkan Bülent Ecevit’in Bu Düzen Değişmelidir kitabı.
Yine aynı şekilde İsmail Beşikçi Hoca’nın 1969’da yayınladığı Doğu Anadolu’nun Düzeni çalışması… Bunların hepsi bir şekilde Avcıoğlu eleştirisiyken, Avcıoğlu’nun referans veya karşıt referans olarak ne kadar popüler olduğunu da gösteriyor. Ve bu popülerlik giderek azalarak bile olsa 12 Eylül Darbesi’ne kadar sürüyor diyebiliriz.
Sadece yayıncılık alanında değil, Yeşilçam’da bile görüyoruz Avcıoğlu’nu. Umut Tümay Arslan’ın dikkat çektiği gibi, Cüneyt Arkın’ın oynadığı meşhur solcu polis Komiser Cemil, bir filmde ölürken elinde Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi kitaplarını taşır.
Avcıoğlu’nun Batı/Osmanlı reçeteleri
Doğan Avcıoğlu’nun fikriyatında Osmanlı ve Türkiye nerede duruyor? Doğu mu, Batı mı?
Avcıoğlu’nun kafasında Doğu ve Batı ayrımı çok net. Bu çerçevede, Osmanlı elbette bir Doğu imparatorluğu. Elde ettiği tarihsel fırsatları değerlendiremediği için Batı tarafından geri bırakılmış, Batı emperyalizme teslim olmuş ve köhnemiş bir imparatorluk.
Şaşırtıcı olan Avcıoğlu’nun Osmanlı’yı böyle görmesi değil elbette, Tanzimat’tan başlayarak imparatorluk içinde atılan tüm modernleşme hamlelerini Batı’ya daha fazla teslim olmak olarak okuması.
Ona göre, önce İttihatçıların sonra da Kemalistlerin yaptıkları bu teslimiyete karşı çıkış. İttihatçıların zaten dünya görüşleri itibariyle başarı şansı yokken, Kemalistler ise halka yaslanan ve gücünü oradan alan bir düzen kuramadıkları için muhafazakarlaşıyor ve Türkiye’yi bir Üçüncü Dünya ülkesi haline getiriyorlar.
Bu anlamda, Avcıoğlu Türkiye’yi Batı’nın veya Avrupa’nın bir parçası olarak değil, Batı/Amerikan emperyalizminin sömürdüğü ülkelerden birisi olarak görüyor ve reçetelerini buna göre ortaya koyuyor.
“Azınlıklara karşı olumsuz tavrında tutarlıydı”
Doğan Avcıoğlu için Türkiye’deki Hristiyan ve Yahudiler nerede duruyor?
Avcıoğlu’nun bahsettiğim tüm fikirlerinin dönemsel olarak bir şekilde değiştiğini görebiliriz.
Belirli bir siyasi konjonktüre göre desteklediğini, başka bir dönemde tamamen reddedebilir. Ancak Avcıoğlu’nun tüm külliyatı boyunca tutarlı olduğu bir konu varsa, o da Osmanlı ve Türkiye’deki Hristiyan ve Yahudi gruplara karşı olan olumsuz tavrı.
Avcıoğlu, özellikle Ermenileri ve Rumları belirli bir sınıfsal konuma hapsediyor ve bu kategori dışında tahayyül etmiyor hiçbir zaman. O kategoriye göre, bu gruplar Batı’yla her daim işbirliği içerisinde kompradorlar. Onun gözünde başka bir sınıfsal statüye sahip olamıyorlar.
Türkiye’nin Düzeni’nde, bir yerde Osmanlı’da Yahudileri de bu kompradorların ezdiği gruplardan biri olarak gördüğü için bu anlamda biraz dışarıda tutuyorum.
Fakat mesele Cumhuriyet dönemine geldiğinde, tüm bu grupları yine aynı sınıfsal kodlamayla okuyor ve kesinlikle bunun dışına çıkmıyor.
Örneğin, Osmanlı’da ezilen köylü sınıfından bahsederken, bu gruba etnik ve dini bir aidiyet yüklemezken, kompradorların özellikle Ermeni, Rum veya Levanten olduğunu belirtiyor.
Aynı şekilde, Türkiye’ye gelindiğinde, işçi veya köylü sınıfında Hıristiyan veya Yahudi olabileceğini asla hesaba katmazken, bu grupların kompradorlar olarak Türkiye aleyhine çalıştığını sıklıkla iddia ediyor.
Veya 1960’ların ve 70’lerin kendisince yanlış olan ekonomik düzenini isimlendirmek için herhangi bir Türk-Müslüman iş insanının değil, AP’de [Adalet Partisi] siyaset de yapan Mıgırdiç Şellefyan’ın ismini seçiyor ve Devrim dergisinde sürekli “Şellefyan düzeni”yle ilgili yazılar yazıyor.
Bunun dışında, Latin Amerika’daki sosyalist din adamlarını, Türkiye’de düzen karşıtı “sakalı göbeğinde” dindarları ve hatta Alparslan Türkeş’i bile davasının müttefiki olarak görebiliyorken, iş Kıbrıs lideri Makarios’a geldiğinde, Avcıoğlu için o sadece siyasi bir papaza dönüşür.
Ada için benzer bir çözümü savunurken bile ne Kıbrıslı Rum komünistler ne de Makarios onun için yoldaş olabiliyorlar.
Aynı şekilde, “gerici” olarak kodladığı Necip Fazıl’ın dönemin Ekümenik Patriği Athenagoras’la ilgili ortaya attığı yalan yanlış bir iddiayı hiç sorun etmeden analizlerinde kullanıyor Avcıoğlu.
Mesele Türkiye Yahudileri veya Hristiyanları olunca onun için “gerici” veya “ilerici” ayrımı diye bir şey kalmıyor.
1915’e ilk bakışı: Başımıza bir de Ermeniler çıktı
Peki ya 1915? Böyle bir eserde Ermeni Soykırımı’nı geniş bir bölümde ele alması beklenebilir. Hele de yazımından hemen önce, 1965’te artık Ermeni Soykırımı’nın uluslararası alanda anılmaya başlandığı göz önünde tutulduğunda.
Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni’nde Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında tasfiye edilen Ermenilerden ve Rumlardan bahseder, ancak nasıl tasfiye edildiklerini detaylandırmak yerine “sürülen ve kaçan Ermeniler ve Rumlar” diyerek yuvarlak laflarla geçiştirir.
Karşılığında ise Kurtuluş Savaşı sırasında Ege’de Rum grupların ve Kilikya’da Ermenilerin Müslümanlara karşı şiddetinden ise uzun uzun bahseder.
1965 yılında Ermeni Soykırımı’nın anılmaya başlamasına da Yön dergisinde verdiği ilk tepki “Başımıza bir de Ermeniler çıktı” oluyor.
Zira o sırada başımızda zaten bir “Rum-Kıbrıs belası” var. Ardından da dergi yayın hayatına son verene kadar Erol Ulubelen’in güya İngiliz arşiv belgeleriyle “soykırım iddiaları”nı çürüttüğü yazı dizisini yayınlıyor.
Fakat başka bir noktadan hakkını teslim etmek gerekirse, 1974 ve 75’te yayınlanan Milli Kurtuluş Tarihi’nde ise soykırım sonrasında Ermenilerin Anadolu’ya geri dönmelerinin Müslüman eşrafı, milliyetçi hareketin etrafında birleşmeye ittiğini canlı bir şekilde aktarır.
Bu anlamda, yedi düvele karşı savaşılan mitik bir Milli Mücadele anlatısı yerine Anadolu’nun belirli yerlerinde İngiliz veya Fransız güçlerinin Ermenilerin geri dönmesini destekleyene kadar nasıl işgalin yerel halk için büyük sorun teşkil etmediğini anlatır.
“Ayrımcılıkla ilgili görüşleri, Türkiye soluna egemen oldu”
Avcıoğlu’nun yazımı içinde Cumhuriyet tarihinde yaşananlar nasıl yer buluyor? Mesela Varlık Vergisi…
Türkiye Düzeni’nde bir tek Varlık Vergisi konu edilir. Onda da Avcıoğlu, vergiyi haklı ama başarısız bulur. Ona göre Varlık Vergisi’nin konması prensip itibariyle kesinlikle yerinde bir karardır, ancak İstanbul’un ticari yapısını esaslı bir şekilde değiştiremediği ve savaş zenginlerinin türemesini engelleyemediği için yanlış bir uygulamadır.
Yani Varlık Vergisi’nin ırkçı yapısı, adaletsizliği veya sebep olduğu ayrımcılık Avcıoğlu’nun umurunda bile değildir. Hatta tersine kitapta vergileri ödemeyi reddettiğini belirterek vergiden kaçınan birkaç Ermeni, Rum ve Yahudi tüccarın isimlerini bile listeler. Ve bunu Faik Ökte’nin bu verginin keyfiliğini ve ayrımcılığını detaylarıyla anlattığı Varlık Vergisi Faciası kitabını okumuş olmasına rağmen yapar.
Avcıoğlu’nun benzer bir tutumunu 1964’te Yunanistan pasaportlu Rumların sınırdışı edilmesi sürecinde de görüyoruz. 1965’te henüz sınırdışı edilmeler bitmemişken Yön’de yazdığı yazılarda da bu yapılanları yine yanlış bulur.
Ancak Avcıoğlu’nun derdi yine adaletsizlik, Rumların haksızca ülkelerinden koparılmaları veya ayrımcılık değildir. Ona göre, Türkiye’nin haklı davasına zarar verecek ve ırkçılıkla suçlanmasına sebep olacak bu tür eylemlere girişmeye gerek yoktur.
Nihayetinde, bu bakış açısının ve tarihsel perspektifin Türkiye soluna egemen olmasında elbette ki Avcıoğlu’nun rolü büyük, ancak Yahudilere ve Hristiyanlara karşı bu düşmanca tutumların yalnızca Avcıoğlu’na özgü olmadığını da not düşmüş olayım.
Aynı dönemde, Avcıoğlu’na yakın çizgideki İlhan Selçuk’un Kıbrıs meselesi kapsamında Ayasofya’dan ezan okunmasını istediğini de, Niyazi Berkes’in Ekümenik Patrikhane’yi Osmanlı’nın yıkılışının ve Türkiye’nin geri kalmasının sebebi olarak görmesini de Yön’ün sayfalarında okuyoruz.
Avcıoğlu’na muhalif olanların durumu da çok farklı değil. Örneğin, Mehmet Ali Aybar’ı her ne kadar daha demokrat bir çizgide görsek de, 64’te Rumlar sınırdışı edilirken kendisi hiç ses çıkarmamış ve hatta Kıbrıs meselesini oy devşirmek için ciddi şekilde enstrümanlaştırmış biri.
Dahası, Ermeni Soykırımı’nı her zaman açıkça inkar etmekten imtina etmiyor. Veya Küçükömer’in bir dönem çok popülerleşen Düzenin Yabancılaşması kitabında Hıristiyanlardan ve Yahudilerden yapılan ekonomik transfere dair bir satır bile yokken, başka yerde yazdığı metinlerde bu grupların Batı tarafından hep korunduğunu iddia ediyor.
Dolayısıyla, istisnalar olmasına rağmen, 60’lar ve 70’ler Türkiye solundan bu meseleye dair zorlama olmayan bir tepki görmek çok zor. Ancak bu soruna Türkiye solunu kesinlikle kapsayan ancak global çapta 60’lar ve 70’ler sosyalist hareketlerinin tatmin edici bir tez veya cevap üretemedikleri etnik ve/veya dini azınlıklar meselesi çerçevesinde de bakmak gerekiyor.
“Kürtçe’nin üzerindeki baskıları eleştirdi”
Doğan Avcıoğlu konu Kürt meselesine gelince nasıl bir tavır alıyor?
Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni’nde değil ama Yön ve Devrim dergilerinde Kürt meselesine karşı dönemine göre gayet cesur bir tavır takınıyor diyebiliriz.
Yön’de yazdığı bir yazıda, “Doğu meselesi”ni ekonomik bir mesele olarak ele almanın çok yanıltıcı olduğunu, bunun tam olarak etnik bir mesele olduğunu açıkça ifade eder.
Devrim’de yazdığı birkaç yazıda bunun da ötesine geçerek, “Doğu meselesi”ne karşı uygulanan politikaları en başından beri yanlış bulduğunu söyler ve bunun bir sömürge düzeni olduğunun altını çizer. Örneğin, valilerin bölge halkıyla tercüman vasıtasıyla anlaşmalarını, Kürtçenin üzerindeki baskıları eleştirir.
“Avcıoğlu bunu asla kabul etmez…”
Çözüm olarak ortaya ne koyuyor?
Mesele bu durumun çözümüne geldiğinde ise Avcıoğlu hiçbir somut öneri ortaya koyamadığı bir plan yapılmasından bahseder sadece. Bu planın tek somut yanı, sahip olduğu kırmızı çizgi…
O da Ankara’nın her dönem değişmeyen “kırmızı çizgi”si Kürdistan mı?
Evet, onun kırmızı çizgisi de Türkiye sınırları içinde veya yakınında bir Kürt devleti kurma isteği. Avcıoğlu bunu asla kabul etmez.
(SK/PT)
İlk yorum yapan siz olun