İrfan Aktan
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Seda Altuğ’a göre Türkiye’nin 9 Ekim harekâtı Şam’a bölgeyi yeniden kontrol altına alma imkânı verdi. Kürtlerin özgürlük hayallerini ve siyasi statü beklentilerini suya düşürdü. Bölgede Kürtlerle birlikte yaşayan her türden din, etnisite ve sosyal sınıftan insanın nispeten istikrarlı hayatlarını ve gelecek yatırımlarını altüst etti. Altuğ’a göre Türkiye’nin yaptığı, Hafız Esad’ın Arap Kemeri’ni genişletmek.
Türkiye’nin 9 Ekim’de başlattığı savaşının askeri ve siyasi olduğu kadar toplumsal etkileri de uzun süreceğe benziyor. Uygulamalar ve ortaya konan hedefler, iktidarın bölgede demografik yapıyı değiştirmeyi hedeflemediğine ilişkin açıklamalarını desteklemiyor.
Yarım yüzyılı aşkın süre boyunca Şam rejiminin son derece kurnazlıkla bölgede yürüttüğü nüfus mühendisliği, Kürtlerin hayatlarını derinden etkiledi ve onları bir nevi çağın dışında yaşamaya mahkum etti. Fakat tüm bu çabalar, mühendislikler, nüfus politikaları, korkunç şiddet, istihbari faaliyetler, siyasi cinayetler, 2004 yılında ortaya çıkan isyan dalgasını engellemek bir yana, harlayan bir tarihsel hafıza yarattı.
Bölgeyi yakından takip eden Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Seda Altuğ’la, Türkiye’nin bölgeye yönelik savaşının güncel etkilerini, Rojava Kürtlerinin kısa tarihi eşliğinde konuştuk…
Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin arasında imzalanan 10 maddelik Soçi mutabakatı’na göre YPG Türkiye sınırından 30 kilometre aşağıya çekilecek, Tel Abyad ve Serêkanî (Res’ul Ayn) dışındaki sınırlara Suriye ordusu yerleşecek ve Kamişlo hariç Türkiye’nin girdiği bölgelerin doğu ve batısına doğru 10 kilometrelik derinlikte bir Rus-Türk ortak devriyesi başlayacak. Bu mutabakatın Kürtler açısından ne tür sonuçları olur?
Soçi mutabakatı, 2012 sonrasında Suriye Kürtlerinin PYD öncülüğünde kendi kendilerini yönetme iddiası ve sonrasındaki kurumsallaşma sürecindeki önemli bir fasıldır. Kesinlikle son fasıl değil, ama çok önemli bir mihenk taşı. Bir kere bu mutabakatın Suriye Demokratik Güçleri’nin Suriye’nin topraklarının yaklaşık üçte birine denk düşen alan hakimiyetini, Rakka, Deyrezor ve diğer bölgelerde tek yöneten olma iddiasını zedelediği kesin. Yani SDG’nin politik hakimiyetine de büyük bir darbe vurdu. Esad/Rusya güçlerine bölgeyi yeniden kontrol altına alma imkanı verdi. Kürtlerin özgürlük hayallerini ve siyasi statü beklentilerini suya düşürdü. Bölgede Kürtlerle birlikte yaşayan her türden din, etnisite ve sosyal sınıftan insanın nispeten istikrarlı hayatlarını ve gelecek yatırımlarını altüst etti. Deyrezor, Rakka, Menbiç, Tel Rifaat, Ras al Ayn, Tel Abyad ve geri kalan Rojava bölgesinin dış ve iç güvenliği şimdiye kadar SDG’den soruluyordu. Yeni durumda, askeri olarak nasıl bir egemenlik paylaşımı olacağını hem Soçi mutabakatıyla hem de savaş esnasında SDG ile Şam arasında imzalanan anlaşma dolayısıyla öngörebiliyoruz. Fakat henüz bu paylaşımın muhatap ülkeler arasında nasıl düzenleneceğine ilişkin net bir harita yok.
Yani Türkiye’nin 9 Ekim’de başlattığı savaşla hedeflerine ulaştığı söylenebilir mi?
Türkiye 9 Ekim’de başlayan bu savaşla bir taraftan SDG özerk idaresini politik, idari ve askeri olarak yok etmeyi ve bir taraftan da Kürtlerin bugün ve geleceğe dair hissetleri güç ve umudu zedelemeyi amaçlıyordu. Tüm süreç ve Soçi anlaşmasıyla Türkiye’nin bu amaçlarını tamamen değil, ama bir ölçüye kadar gerçekleştirdiğini iddia edebiliriz.
ŞAM, PYD KANUNLARINA UYUM YASALARI ÇIKARMIŞTI
Peki Kürtlerin Şam’la yaptığı anlaşmanın bir hükmü kalmadı mı?
Soçi mutabakatı, SDG’nin savaşın dördüncü gününde Esad rejimiyle anlaşarak sınırın güvenliği için müşterek güvenlik hattı kurma planını da görünürde geçersizleştirdi. Çünkü Soçi, SDG’nin uluslararası sınır güvenliği denkleminden tamamen çıkarılmasını ve tam da Türkiye’nin hedeflediği üzere sınırın kontrolünün Şam rejimi, Türkiye ve Rusya tarafından sağlanmasını öngörüyor. Bölgede bir egemenlik paylaşımı olacağı ve bunun Kürtlerin politik ve idari gücünü ciddi olarak azaltacağı kesin. Fakat bu, anlaşmanın nihai koşullarının illa Türkiye’nin on yıllardır arzuladığı şekilde olacağı anlamına gelmiyor. Soçi anlaşmasına göre bile egemenlik paylaşımının idari, hukuki ve politik boyutları henüz çok muğlak. Ayrıca birçok yorumcu SDG ve Rusya/Esad rejimi arasında önümüzdeki günlerde, Şam’daki anayasa görüşmelerinde müzakerelerin olacağını öngörüyor. Ben de bu iddiaları makul buluyorum. Bu süreçten neler çıkacağını hep birlikte göreceğiz.
Türkiye sınırında olmayan SDG hakimiyet alanlarında şu an neler yaşanıyor?
SDG’nin idare ettiği topraklara, hem Kürt ve Arap bölgelerine bakacak olursak, Menbic ve Tel Rifaat’a rejim ve Rus tanklarının girdiğini görüyoruz. Fakat diğer yerlerde yönetme otoritesine ilişkin yetki nakli nasıl olacak, bilmiyoruz. Haseke, Dayr al-Zor ve Rakka’nın rejim yönetimine geçeceğine dair çokça yorum var. Haseke’nin idari merkez, Dayr al-Zor ve Rakka’nın da petrol ve su kaynaklarına sahip Arap yoğun şehirler olduğu düşünüldüğünde, bu yorumlar bana da mantıklı görünüyor. Aynı yorumcular Kamışlo ve Derik arasındaki bölgeye bir tür yerel özerklik, belki kültürel haklar gibi bir statü verilebileceğini iddia ediyor. Bunun nasıl ve hangi uluslarası otoritenin güvencesinde olacağına dair henüz fazla tartışma yok. Ayrıca Türkiye’nin başlattığı savaştan sonra SDG idaresi altındaki topraklarda hukuk, asayiş, mülkiyet, elektrik, su gibi altyapı meseleleri nasıl istikrara kavuşacak, henüz bilmiyoruz. Sonuçta PYD hukuk alanında ciddi bir kurumsallaşma yaratmış ve ilgili uyum yasaları da çıkmıştı.
Nasıl yani?
Mesela, SDG ve Esad rejimi arasında iki yetki alanına bölünmüş olan Haseke’den bir boşanma davası örneği vereyim. SDG bölgesinde yaşayan ve şiddetli geçimsizliğin olduğu, iki çocuklu Süryani bir çift vardı. Kadın kavgadan sonra kalkıp Kamışlo’daki ailesinin yanına gidiyor, baba da iki çocuğu kaçırıp Haseke’de, rejim kontrolü altındaki bölgeye taşınıyor. Çocuklarını yanına almak isteyen kadın SDG aile mahkemesine ve oradaki “Mala Jin” (Kadın Evi) kurumuna başvuruyor. SDG damgalı başvuru evrakları, rejim kontrolündeki bölgenin aile mahkemesine gittiğinde, “bu kâğıtlar geçersiz, biz o yetkiliyi tanımıyoruz” filan denmiyor, geçerli ve otoritesi olan belgeler olarak kabul ediliyor. Çünkü buralarda ikili bir yönetim var, resmi olarak tanınmamış olsa bile, pratikte birbirlerini tanıyarak gündelik hayatın devamının mümkün kılıyorlar. İkili yönetimlerin kanunları arasında uyumu sağlayacak düzenlemeler yapılmış. Yani Haseke’de Şam yönetimini temsil eden mahkeme, SDG’nin boşanmaya dair kanunlarını kendi iç hukukuna uyarlamış ve aynısını SDG de yapmış. Neticede kadın bu şekilde çocuklarını alıyor. Keza çok çok fazla olan arazi, mal mülk ihtilafları da ikili idari/hukuki yapı arasında pratikte yapılan benzer uyum düzenlemeleriyle ve elbette eski geleneksel şiddet yöntemleriyle çözülüyor.
SOÇİ MUTABAKATI, KÜRTLERİN STATÜ TALEPLERİNİ BİTİRMİYOR
Suriye’de yeni anayasa görüşmeleri yapılıyor mu?
Türkiye’nin müdahalesinden önce, Rusya sponsorluğunda Şam’da 2 Ekim’de anayasa görüşmeleri yapılmıştı. Bu görüşmelere SDG’nin Arap eş başkanı da katılmıştı.
Neden Kürt eş başkan yoktu?
Muhtemelen Türkiye’nin baskıları yüzünden. Zaten Kürtler, “Yeni bir Lozan’a hayır”, “hazırlanmasında parçası olmadığımız anayasaya uymayacağız” yazılı pankartlarla protesto eylemi yaptı. Fakat Türkiye’nin askeri harekatı başlayınca anayasa görüşmeleri askıya alındı. Tabii Soçi mutabakatında da, SDG ile rejimin anlaşma vesikasında da ileride yapılacak anayasa görüşmelerine referans var. Birçok kişi bu görüşmelere SDG’den bir temsilcinin katılacağını düşünüyor, ama neticenin ne olacağını bilemiyoruz. Sonuçta Soçi mutabakatı, Kürtlerin bir tür statüye kavuşma taleplerini mutlak olarak bitiren, noktalayan bir mutabakat değil.
Kürtlerin 2011 öncesi koşullara dönme olasılığı var mı?
Birçok gözlemci buna ihtimal vermiyor. Çünkü 7 sene gibi çok kısa bir zamanda, müthiş zor savaş koşullarında, ölümün, göçün, yokluğun, uluslararası tehditlerin, geleceğe dair belirsizliğin zirve yaptığı bir dönemde büyük bir özveriyle ciddi bir kurumsallaşma deneyimi yaşandı. Eksiğiyle gediğiyle yepyeni bir düzen ve yapı kurulup sürdürülmeye çalışıldı. Elbette bu idare altında yaşayanlar içinde memnuniyetsizler de, Suriye’nin geri kalanındaki feci yıkımı görüp SDG bölgesindeki istikrar ve güvene duacı olanlar da var. Yönetimin politik, sosyal politika alanlarındaki eksikliklerine rağmen Esad’ın tekrar buranın tek hakimi olması ve Kürtleri ezmeye kaldığı yerden devam etmesi olası değil.
KÜRTLERİN 2011 ÖNCESİ HALİ SİVİL ÖLÜMDÜ
Suriye’de 2011 öncesi Kürtler açısından nasıl bir çağdı?
2011 öncesi Suriye’sinde siyaset alanı Esad ailesinin özel mülküydü. Hak ve özgürlük talepleri şiddetle bastırılıyordu. Ama Kürtler diğer tüm toplumsal kesimler ve dini gruplardan daha fazla eziliyorlardı. Kimliksizlik bunun sadece bir boyutuydu. Ama Mart 2011’de rejim karşıtı ayaklanma başladıktan bir ay sonra, Nisan ayında Esad, kimliksiz Kürtlerin kimliklerini iade etti. Kürtleri bu şekilde yanına çekeceğini hesaplıyordu. Ama Kürtler de cevap olarak “bize bir şey vermiyorsun, bizden gasp ettiğini bize iade ediyorsun” dediler.
Kimliksizlik ne tür sorunlar yaratıyordu Kürtler için?
Sivil ölümdü söz konusu olan. Seyahat edemiyor, mülk edinemiyor, çocuğuna vatandaşlık veremiyor, üniversite okuyamıyor, devlet memuru olamıyordu insanlar.
Kürtler açısından kimliksizlik ne zaman başlamış ve ne kadar nüfusu kapsıyordu?
1962 yılında, Baas Partisi henüz darbe yapmadan önce Şam yönetimi, Cezire’de, Haseke dahil Serekaniye ile Derika Hemko arasındaki bölgede kendi değişiyle “yabancı köstebekleri” tespit etmek için sıradışı bir nüfus sayımı yapmıştı. Sayım Afrin, Kobani’yi, Hama ve Şam Kürtlerini kapsamıyordu. Gelişigüzel yapılan bu sayım sonrasında Suriye’de yaşayan Kürtlerin yüzde 20’sinin vatandaşlığı ellerinden alındı. Aynı aileden iki kişi kimliksiz, geri kalan vatandaş olabiliyordu mesela. Veya rüşvetle vatandaşlık almak da zaman zaman mümkün oluyordu. 1963 tarihinde Baas Partisi askeri darbeyle iktidarı aldıktan sonra bu nüfus politikasını sürdürdü. İlk başta sayılarının 12 bin olduğu iddia edilen kimliksiz Kürtlerin nüfusunun 2008 yılına gelindiğinde 200-300 bine vardığı iddia ediliyor.
Peki Kürtlerin vatandaşlıktan çıkarılma gerekçesi ne?
“Çünkü siz 1945’ten sonra çıkıp buraya geldiniz. Siz buranın otokton, yerli halkı değilsiniz” deniyor. Bundan da daha çok 1925 Şeyh Said isyanı sonrası Türkiye’den gelen Kürtler kastediliyor. Sonuçta, Suriye 1. Dünya Savaşı sırasında da, sonrasında da Osmanlı’dan ve Türkiye’den çok göç aldı. Katliamdan kaçan Ermeniler ve Süryaniler de kuzeyden aşağıya inmişti.
Ermeni ve Süryanilerin de vatandaşlığı elinden alınıyor mu?
Aslında 1962’deki sayında Ermeni ve Süryanilerden de vatandaşlığı alınanlar oluyor. Fakat Ermeni-Süryaniler, eğer vatandaşlığı alınan kişi erkekse, önceleri itiraz etmeme yolunu seçiyorlar. Çünkü vatandaş olmayanların tek avantajı, askere alınmamak. Fakat bireysel başvuru sonucunda zamanla Ermeni ve Süryanilerin vatandaşlığı iade ediliyor. Kürtler açısından böyle bir iade söz konusu değil. Kürtlere “ecnebi”, yani yabancı, çocuklarına da ikinci bir statü olarak “maktum” deniyor. Bu çocuklar tamamen kâğıtsız. Doğduklarına ilişkin tek kanıt, muhtarlıklardan verilen, pembe teksir kâğıdından ibaret bir belge. Orada çocuğun adı, soyadı, doğduğu yer ve tarih yazılıyor. 1996’da çoğunluğu Haseke’nin köylerinde yaşayan 75 bin maktum olduğu söyleniyordu. Maktum bir çocuk için sadece bir ilkokul kaydı yaptırmanın siyasi şube, bölge polisi, nüfus dairesi, hastane arasında mekik dokuyarak 29 günde yapıldığını okumuştum.
HAFIZ ESAD ‘ĞAMIR’ KÖYLÜLERİYLE KÜRTLERİN ARASINA ARAP KEMERİNİ KURDU
1970 tarihinde Hafız Esad başa geliyor. Onun politikası ne yönde?
Hafız Esad’ın yaptığı darbeye “tashih” hareketi deniyor. Yani bir tür 1963’teki darbeyi düzeltme hamlesi gibi. Esad da aslında 1963 Baas Partisi darbesinde var. Dolayısıyla 1970’de yaptığı şey eski yoldaşlarına, daha solcu Baasçılara darbe yapmak. Esad’ın ilk projelerinden biri Fırat nehrinin üzerine, iktidarının haşmetinin simgesi olarak meşhur Tabka barajını yapmak. Tabka Barajı yapılırken, oradaki pek çok Arap köyü su altında kalıyor.
Yıl kaç?
Aslında 1968’de yapımına başlanıyor ama 73’de açılışını Hafız Esad yapıyor. Esad, köyü su altında kalan dört bine yakın Arap aileyi alıp Serêkanî ve Derik arasındaki Kürt bölgesine, Türkiye-Suriye sınır boyunca yerleştiriyor. O meşhur “Arap Kemeri” politikası bu işte. Burada her Kürt köyünün arasına bir Arap köyü yerleştiriliyor. Her bir aileye 200 dönüme yakın arazi veriliyor. Türkçede “yağmur” kelimesinin kökü olan ğamır, Arapça’da taşmak, taşan demek. Buralara iskan edilen Arap köylülere “Ğamır”, yani köyleri su altında kalıp “taşmış” köylüler deniyor. Neticede baba Esad, Ğamır Köylüleri aracılığıyla Cezire bölgesindeki Kürt nüfusu seyrelttiği gibi, Türkiye’nin güneyindeki Kürtlerle Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler arasına Arap nüfustan oluşan bir tampon oluşturuyor. Esad rejiminin bu köylere verdiği isimler ise çok dikkat çekici.
ARAP KEMERİ’NDEKİ KÖYLERE, İSRAİL’İN İŞGAL ETTİĞİ FİLİSTİN KÖYLERİN İSİMLERİ VERİLDİ
Ne gibi isimler veriliyor?
İsrail’in Filistin’de işgal ettiği köylerin isimleri veriliyor! Buradaki Arap ahali de bir nevi rejimin askeri gibi aslında. Bugüne kadar Kürtlerle aralarında büyük bir husumet var, çünkü onların topraklarına yerleştirilmişler.
Peki Arapların yerleştirildiği köylerdeki Kürtler nereye sürüldü?
Onların da bir kısmı Suriye’nin güneyine sürülüyor. Bir kısmı topraksız köylü olarak göç ediyor veya komşu köylere sığınıyor.
1915’teki Ermeni soykırımında Kürtlerin de yer aldığı biliniyor. Fakat soykırımdan sadece on yıl sonra, 1925’te Şeyh Said isyanı patlak veriyor ve bu isyan sırasında 15 bin kişi öldürülüyor. Bu süreçte de önemli bir Kürt nüfus, sınırın güneyine, Cezire bölgesine gidiyor ve burada, tehcir edilip sağ kalmış Ermenilerle tekrar komşu oluyorlar. Bundan sonra da aralarında Ermenilerin de olduğu, başını Kürtlerin çektiği Hoybun ismiyle bir örgüt kuruluyor. Hoybun’un bölgedeki Ermeni ve Kürtler üzerinde ne tür bir etkisi oluyor?
Ağrı İsyanı’nın örgütlenmesinde büyük bir rol oynamış, 1927’de kurulmuş olan Hoybun, Taşnaklarla bazı Kürt entelektüellerinin beraber kurmuş olduğu bir siyasi yapı. Ama 1920’lerde Suriye’de yaşayan Ermeni nüfus arasında popülerliği yok. Bu açıdan lokal kalmış bir örgüt. Ermenilerin büyük çoğunluğu 1920’lerde henüz mülteci kamplarında çok zor koşullarda yaşıyor. Ve oralarda da Ermeni partileri, misyoner, hayır dernekleri etkin. Hoybun, fiili siyasi etkisinden ziyade bıraktığı kültürel miras ve ilk Kürt milliyetçisi yapı olması açısından daha belirleyici. Örgütün önemli isimlerinden, sanatçı Ciwan Haco’nun da dedesi olan Heverkan aşireti lideri Haco Ağa öncülüğünde bir dil okulu kuruluyor mesela. Dolayısıyla Hoybun, Kürt siyasi tarihinde önemli bir örgüt ama aynı önemi Ermeni yazımında göremeyiz.
CEZİRE’DEKİ ERMENİLER HÂLÂ EVLERİNDE KÜRTÇE KONUŞUR
Peki Cezire bölgesindeki Ermeni-Kürt ilişkileri ne yönde seyrediyor?
Bu ilişkiyi tarif eden vasfın bir husumet ilişkisi olmadığını söyleyebiliriz. Suriye’de Ermeniler anadillerinde eğitim alırlar. Ama Cezire’deki birçok aile halen evde kendi aralarında Kürtçe konuşur. Türkiye’den gittikleri yerler Batman, Şırnak çevresi olduğu için, aradan seksen yıl geçmiş olsa da, hâlâ o yörenin lehçesiyle konuşulur. Kürtlerle aynı aşiret içinde yaşamışlar. Şu anda da Kürtlerle aralarında siyasi bir rekabet yok. Süryanilerin aksine, Ermenilerin Suriye’nin kuzeydoğusunda bir toprak ve hak iddiası yok.
Kürtlerin Suriye yönetimi içinde herhangi bir yönetim kademesinde bulundukları bir dönem olmuş mu?
Olsa da Kürt kimlikleriyle değil. Mesela 1949’da Suriye’nin ilk askeri darbesini bir Kürt olan Hüsni ez- Zaim yapıyor. Ama Suriyeli bir general sıfatıyla, Kürt olarak değil. Suriye’de askeriye sınıf içinde Hristiyan, Alevi, Kürt gibi Sünni ve Arap olmayan çok fazla azınlık var. Çünkü askerlik Sünni Araplar için tarihi olarak çok muteber bir meslek değil. Düzenli maaşı olan bir meslek olduğu için yoksul Kürtler, Aleviler, Hristiyanlar için tercih edilen bir meslek. Ama orduda veya istihbaratta çalışan Kürtler veya diğerleri, etnik, dini aidiyetleri üzerinden değil, Baasçılık üzerinden o mevkilere çıkarlar.
SURİYE’DEKİ KÜRTLERİN YÜZÜ PKK ORTAYA ÇIKANA KADAR BARZANİ’YE DÖNÜKTÜ
Günümüzdeki Kürt siyasi yapısının esas çıkış tarihi ne?
Yüzyıl boyunca Kürtlerin siyasi faaliyetleri hiçbir zaman bitmedi. 1921- 1946 arasında, Fransız mandası döneminde Kürt siyasallığının önderlerinin bir kısmı, Türkiye’den kaçmış oldukları için, yüzleri daha ziyade Türkiye’ye dönük. Afrin ve Kobani’de yaşayan Kürtler arasında da yerel ölçekli ve küçük Kürt yapıları var. 1946 sonrası, Suriye bağımsız olduktan sonra, özellikle de Mela Mustafa Barzani ayaklanmasından sonra Suriye’deki Kürt siyasiliğinin yüzü bu sefer Irak Kürdistan’ına dönüyor. Irak Kürdistanın’da peşmergeye Cezire bölgesinden katılan çok fazla insan oluyor. Suriye’deki Kürtlerinin yüzünün 1946’dan 1980’lere, PKK ortaya çıkana kadar Irak Kürdistan’ına, Barzani’ye dönük olduğunu söyleyebiliriz.
PKK’nin bölgedeki etkisi nasıl başlıyor?
1980’lerden itibaren, bilhassa Afrin’de yeni bir aktör olarak PKK’nin etkisi artıyor. Fakat bunun da uzun bir süre tek yönlü bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü PKK liderliği Suriye’de yaşadığı ve Suriye rejimi arasında ilişkilerinden dolayı Rojava, epey bir süre PKK’nin bağımsız Kürdistan haritasına dahil edilmiyor. Kısacası Suriyedeki Kürt siyasi haritası oldukça parçalı. Aynı dönemde, hatta günümüze kadar Suriyeli Kürtlerin kendi öz siyasallıklarını oluşturamamasında, yüzlerinin hep komşulara dönük olmasının veya komşulardan gelenlerin kurduğu siyasal yapıların önemli etkilerinin olduğunu söyleyebiliriz. Ta ki 2004 yılına kadar.
ROJAVALI KÜRTLERİN İLK ÖZ AYAKLANMASI 2004 YILINDA YAŞANDI
2004 yılında ne oldu?
O tarihte ilk defa bizatihi Rojavalı Kürtlerin öz ayaklanması yaşandı. ABD’nin Irak işgalinden sonra, Derzor’dan gelen bir futbol takımıyla Kamışlo’daki takım arasında müsabaka yapıldı. Derzor’dan gelenler Saddam lehine slogan atınca kavga çıktı. Cezire bölgesi Suriye’nin en militarize, en fazla askerin bulundurulduğu coğrafya ve kolluk güçleri müdahalede bulundu. Olaylarda 19 Kürt öldürüldü. Bunun üzerine Kürtler, Newroz dışında hayatlarında ilk defa sokağa çıktılar. Newroz da Suriye Kürdistan’ında piknik yapılarak kutlanır aslında. Hafız Esad, Newroz’u kabul etmeyip o günü “Anneler Günü” olarak tanımladığı için 21 Mart’ta Rojavalılar, “Anneler Günü” adı altında Newroz’u piknik yaparak kutluyorlardı. Enteresandır ama 2004 yılındaki isyanda, Barzani ve Talabani’nin partilerinin oradaki kurumları halkı eve dönmeye, protesto yapmamaya çağırıyor. Fakat 2004 gerçekten spontane gelişmiş, Kürtlerin canına tak etmesi sonucu gelişen bir isyandı, siyasi bir öncülüğü yoktu.
İsyan ne kadar sürdü?
Birkaç gün devam etti ama rejim bu isyanı bastırdı.
İsyan sadece Kamışlo’da mı oldu?
Hayır, aynı zamanda ilk defa Halep’teki Kürtler, üniversite öğrencileri ayaklandı. 1921 yılından sonra ilk defa Şam’da Kürt öğrenciler oturma eylemi yaptılar. Üstelik Türkiye’dekinin aksine Suriye’de Kürtlük sosyolojik ve kültürel olarak yaşanan bir kimlik. Dolayısıyla dil, kültür aşınması yok. Ama 2004 yılına kadar politik sermaye açısından çok zayıflardı. 2004, Suriyeli Kürtlerde bu açıdan da tarihi bir mihenk taşıdır.
2004’TE TELEVİZYONA ‘FEDERASYON İSTİYORUZ’ DİYEN GENÇ ÖLDÜRÜLDÜ
Peki 2004’teki talepleri neydi?
Henüz politik bir şekillenme olmadığı için talepler çok muğlak. El Cezire televizyonu ilk defa 2004’te Kamışlo’ya gidiyor ve gösteriye katılan Kürt gençlerinden birine taleplerini sorunca “Biz federasyon istiyoruz” cevabı alıyor. Bu genç daha sonra Suriye istihbaratı tarafından öldürüldü. Suriye’de Kürtlerin, Kürtlük üzerinden politik taleplerini dillendirdiklerinde devletin vereceği cevabı teyit etmesi açısından bu olay da tarihidir.
2004 yılına gelindiğinde, kurulalı üç yıl olan PYD’nin Kürtler arasındaki etkisi ne düzeyde?
Kamışlo isyanı sırasında PYD, Afrin’de PKK üzerinden etkinken, Cezire bölgesindeki liberal orta sınıf Kürtler, entelektüeller ve Kürt öğrenciler arasında henüz etkin bir parti değildi. Öte yandan Türkiye destekli ÖSO’nun geçtiğimiz günlerde sağ yakalayıp katlettiği Hevrin Xelef’in genel sekreteri olduğu El Mustakbel Partisi (Suriye Gelecek Partisi) gibi çok sayıda Kürt partisi 2004 yılından sonra kuruldu. 2004-2011 arasında Kürtler artık kendi öz örgütlenmelerini kurmaya başladıkları için çok önemli bir dönem. Bu dönemde PYD daha ziyade kültürel alanda faaliyet yürüttü.
KÜRTLER ARASI İHTİLAFLAR IŞİD SALDIRISIYLA BÜYÜK ÖLÇÜDE SONLANDI
2011 yılında Suriye’de isyan patlak verdiğinde Kürtlerin yaklaşımı ne yönde oldu?
Hem kültürel hem de sınıfsal açıdan homojen bir yaklaşım olduğunu söyleyemeyiz. Öğrencilerin büyük bir kısmı, Kürt siyasi partileri dışında politize olan gençler. Yani tıpkı buradaki “Türkiyelilik” gibi “Suriyelilik” üzerinden politik bir yaklaşıma sahip olan Kürtler ayaklanmayı kalben desteklediler ve yerellerde Esad karşıtı yerel eşgüdüm komiteler kurdular. Fakat 2012 itibariyle PYD giderek daha aktif bir biçimde sahaya inmeye başladı. Eşzamanlı olarak “Suriyeci”, Barzani ve Talabani yanlısı Kürt gruplarla PYD arasında müthiş bir gerilim yaşandı. İlk başlarda Esad karşıtı liberal-solcu Arap muhalefeti ve onlarla duygudaş olan Kürt gençleri, orta sınıflar PYD’yi Esad rejim yanlılığıyla ve otoriterlikle suçladılar. Fakat komitelerin, Suriye devrimiyle duygudaş olan kesimlerin PYD’ye yönelik bu yaklaşımları, 2013 yılında El Nusra ve ÖSO’nun Serêkanî’yeye saldırmasına kadar devam etti. IŞİD saldırılarının başlamasıyla birlikte de ihtilaflar büyük ölçüde sonlandı. İlk zamanlarda PYD’ye makul eleştirilerde bulunan, güç paylaşımı yapmayı öneren Barzani çizgisindeki ENKS de tedrici olarak Türkiye’nin etkisi altına girdi ve 2019 itibariyle toplumsal karşılığı kalmadı. 2015’ten itibaren artan IŞİD karşıtı savaşta hayatını kaybeden SDG savaşçıları üzerinden içeride ve dışarıda Suriyeli Kürtler arasında çok ciddi bir duygudaşlık oluştu. Bugün SDG’lilerin cenaze törenlerine SDG’yi, PYD’yi sert bir biçimde eleştirenlerin de katılıyor olması bunun en önemli göstergelerinden bir tanesi. Türkiye’nin Afrin ve son harekâtıyla birlikte bu duygusal birlikteliğin çok daha güçlendiğini de söyleyebiliriz.
KÜRTLER AÇISINDAN 2011 ÖNCESİNE DÖNÜLMESİ MÜMKÜN DEĞİL
Türkiye’nin harekâtıyla birlikte Şam’ın da Kürtlere karşı eli güçlenmiş oldu. Rojava’da tekrar Baas düzeninin hakimiyet kurmasının koşulları var mı?
Bunun artık toplumsal koşulları ve karşılığı kalmadığını düşünüyorum. Başta Kürtler, ama bölgede yaşayan herkes, SDG siyasetini, sosyal politikalarını ve liderliğini beğense de beğenmese de, özellikle topraklarını koruma konusunda gösterdiği fedakarlık, yani son dört-beş yılda verdiği on bini aşkın insan kaybı üzerinden ciddi bir sosyal ve duygusal ortaklaşma yaşıyor. Öte yandan 2011-2013 arasından farklı olarak artık Esad rejimiyle değil, Türkiye’yle çatışma esas mesele olarak görülüyor ve buna karşı bir kenetlenme yaşanıyor. Türkiye’nin “biz Kürtlerle değil, teröristlerle savaşıyoruz” söylemi sınırın öbür tarafında bu şekilde görülmüyor. Çünkü orada, Suriye’nin savaş yaşanan diğer bölgelerinden farklı olarak, her şeye rağmen kör-topal ilerleyen bir sistem ve belli bir sükunet, İstikrar vardı. Sekiz senelik savaş boyunca hava bombardımanının olmadığı tek yerdi Cezire bölgesi. Rakka’dan, Halep’ten ve çevre kasabalardaki hava bombardımanından kaçan çok fazla insanın da bu nedenle buraya göç ettiğini biliyoruz. Fakat Türkiye’nin buraya girmesiyle insanlarda büyük bir korku, öfke ve tedirginlik oluştu. Soçi anlaşmasının sosyal boyuta dair hiçbir hususu olmadığı için de müthiş bir belirsizlik var insanların önünde. Ama buna rağmen sosyal açıdan 2011 öncesine dönülmesinin mümkün olmadığının bütün taraflar farkında.
Kürtler eskiden Rojava için “küçük Güney” diyordu. Bu hem coğrafi hem de siyasi olarak “son kurtarılacak” yer olarak görüldüğü anlamına geliyordu. Fakat artık “küçük Güney” Kürt siyasetinin merkezi haline geldi. Rojava’nın maruz kaldığı müdahaleler, diğer parçalardaki Kürtler ve Kürt siyasetleri üzerinde nasıl bir tesir yarattı?
Kürtler açısından böyle bir duygu ortaklığı, dayanışma ve kollamanın olduğu kesin. Son Türkiye müdahalesinden sonra bölgede ve Avrupa’daki eylemlerle bakarak bile bu anlaşılabilir. Aynı şekilde, Suriye Kürtlerinin bu derece güçlenmesinin dünyanın dört yanındaki Kürtlere verdiği özgüven aşikar. Kürt liderlikleri açısından ise siyasi ayrımlar halen bâki görünüyor.
SAVAŞIN SONU VE SOÇİ, KÜRTLERİN HÂLÂ KARTLARI OLDUĞUNU GÖSTERİYOR
Türkiye’nin harekâtı başlayınca, yaşlı bir Yüksekovalı “Rojava güzel bir rüyaydı ama uyandık ve o rüya bitti” demişti…
On binlerce kişilerini eşyalarını sırtlanıp, hayvanlarını kamyonlara yükleyip hava bombardımanının olduğu bölgeden kaçma görüntüleri ve Türkiye’deki seferberlik havası muhtemelen insanlardaki bu hissiyatı kuvvetlendiriyordu. Fakat savaşın sonu, Soçi mutabakatı ve tarafların yaptığı açıklamalara bakıldığında Kürtlerin hâlâ müzakere edebilecek kartları olduğu görünüyor. Bilhassa halen topraklarda, petrol ve su kaynakları üzerinde hakimiyetleri devam ediyor. En önemlisi de ciddi bir toplumsal destek söz konusu. Suriyeli Kürtler’in bir toplumsal aktör olarak 2011 öncesine dönemeyeceği konusunda birçok kişinin hem fikir olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin bu bölgeye yerleştirilmesi projesinin sonuçları ne olur?
Türkiye, bu şekilde hem içeride, mültecilerden kaynaklı tansiyonu azaltacağını, hem de oradaki Kürt nüfusu seyrelteceğini düşünüyor. Bu, bir nevi Hafız Esad’ın Arap Kemeri’ni genişletmek. Fakat o bölgeye ikinci bir iskan politikası, zaten çok gergin olan Arap-Kürt ilişkilerinin içine mayın döşemek anlamına gelecektir.
İlk yorum yapan siz olun