Sevan Nişanyan, Samos’ta geçen günlerine ve Türkiye’deki entelektüel yaşama dair konuştu. Nişanyan, “Türkiye, bu açıdan tarihinin çok zor bir dönemini geçiriyor. Hızlı şehirleşmenin, hızlı anonimleşmenin getirdiği ve geçmişteki otoriter-totaliter eğilimler tarafından da beslenen bir zorbalık rejimi, kanun ve yönetmeliklerin zorla benimsetilmesi, sopa gösterilmesi hadisesi var. Türkiye’de her anınız devletin ve toplumdaki kişilerin gösterdiği sopalara karşı tavır almakla geçiyor” dedi.
Ömer Faruk
DUVAR – 6-11 Haziran’da Samos’a (Yunanistan) gittim! Hem memleketin en “nev’i şahsına münhasır” yazarını selamlamak ve küçük bir hesabı kapatmak hem de ona bir öneride bulunmak istedim.
Sevan Nişanyan’ın “Dil ve etimoloji günleri” çağrısına kulak veren otuz iki kişiydik. Çocuklu katılımcıların yanı sıra İsveç, İsviçre ve Fransa’dan gelenler de vardı. Sabah saatlerinde köyde bize tahsis edilmiş eski bir ilkokulda toplanıp tartışmayı ateşliyor, öğleden sonra deniz kenarında sürdürüyor, akşam da tavernalarda uzo içerek devam ediyorduk: Tabu konuların sakınmadan dillendirildiği bir sürekli tartışma hali… Düşünülmemiş ve özenilmemiş sözcüklerin neredeyse hiç kullanılmadığı az rastlanan karşılaşmalardan biriydi.
İlk gün tartışmaya geçilmeden önce kısa bir konuşma yaptım: 1987’de kurup, yönetmeye başladığım Ayrıntı Yayınları’na 1992 yılında Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet’i önerdiğini; memleket düşünce haritasına henüz vakıf olamadığım; Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne küçülmenin neden olduğu siyasi, kültürel ve psikolojik gerilimlere henüz nüfuz edemediğim; milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı camianın iflah olmaz (u)mutsuzluğunun kökenlerinde bu büyük güç kaybı olduğunu henüz sezemediğim; hiçbir seçime girmemiş Atatürk’ün zihniyet dünyasında yetişmiş sol’un açmazlarını henüz idrak edemediğim; varlığını ad değiştirerek sürdüren milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı camianın Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve (sonrasında) Adalet ve Kalkınma Partisi etiketleriyle her seferinde seçilerek geri dönüşlerindeki kitlesellik üzerine henüz kafa yormadığım; milliyetçi, muhafazakâr ve mukaddesatçı camia ile Atatürkçülüğün “fethetmek ve hükmetmek” üzerinden bir ortak paydada buluştukları ve bu ortak paydanın Kürtler üzerinden görünür olduğunu henüz fark edemediğim; “toplum olmak/ol(a)mamak” üzerine hemen hiç düşünmediğim ve yayıncılık reflekslerim yeterince gelişmediği için kitabı yayımlamadığımı anlattım. 2004 yılında kitabın korsan baskısını tekrar okuduğumda ne denli büyük bir hata yaptığımı ve pişman olduğumu aktardım. Ve genç yaşta bu denli büyük kopuşları gerçekleştirebilecek ufuk genişliğine (1) sahip olduğu için 27 yıl sonra Nişanyan’ı sürgünde selamladım. Alkışlarla karşılanan konuşmamın ardından söz alan Nişanyan, “1990’larda kitap yayımlansaydı ikimizi de içeriye atarlardı. Üstelik kitabı senden önce İletişim Yayınları’ndan Ömer Laçiner’e önermiştim, bir şekilde yayınlanamadı,” dedi.
Derslikte, sahilde ve tavernada hararetle süren tartışmalara kulak kabartırken bir yandan da bir Yunan adasında geçen John Fowles’ın Büyücü’sünü (2) okuyor, aşağıda okuyacağınız soruları hazırlıyor, bir mekân olarak Ada’nın çekim gücü üzerinde düşünmeyi deniyor ve Yeni Gelin Ira Tzourou’nun azarlarından sakınmaya çalışıyordum.
Yeniden başlamanın ya da sona hazırlanmanın anlatıldığı kimi kitap ve filmlerde mekân olarak neden Ada seçilir?Ana karadan uzakta ve küçük, nispeten iddiasız, denizlerle çevrili olması… gibi etmenlerden söz edilebilir.Askeri karargâhların, katedrallerin, TV ve sinema stüdyolarının, ana akım gazete merkezlerinin, başkanlık saraylarının… olmaması da eklenebilir. Ana akımlara, ana karaya, büyük oynayanlara, tarihe uzaktan bakma ya da dışında kalma isteğini de göz önünde bulundurmakta fayda var. Nişanyan’ın sahilde ana akımlara dair kimi sorulara cevap verirken yüzünü sürekli ana karaya dönmesi böylesi şeyler düşünmeme neden oldu. Nişanyan’ın “Ada”lı mı yoksa “Ana kara”lı mı olduğunu söylemek şimdilik zor, ama sorularımı hazırlarken bu ikilemin gölgesi de sorulara düşsün istedim. Okurken bu gerilime de dikkat etmenizi, hatta, Nişanyan’ın zihniyet dünyasının evrileceği potansiyeller hakkında onunla bahse girmekten kaçınmamanızı öneririm.
Son gün ise siyasi analizlerde dilbilime hemen hiç başvurulmamasının kavrayışımızı epeyce sakatladığını “Dersim/Tunçeli” tartışmaları üzerinden anlattım. İktidarın ad koymakla başladığını, böylece anlamı ele geçirdiğini, bu anlamın kabul görmesiyle birlikte iktidarın zihinlere yerleştiğini, anlamın içeriğinin belirlenmesiyle Gilles Deleuze’ün “etkin düşünce” (3) adını verdiği sürecin başladığına dikkat çektim. İktidar karşıtlarının sürekli şikâyet ederek hiçbir yere varamayacağını, esas olanın yeni bir anlam üretmek olduğunu anlatmaya çalıştım.“Tepkisel düşünce” diye kavramsallaştırılan bu süreçten çıkmak için Nişanyan’ın “dil” çalışmalarının öneminin altını çizdim. Ludwig Wittgenstein’ın, “Bir dil tasavvur etmek bir yaşam biçimi tasavvur etmektir,” cümlesini örnek olarak gösterdim. (4) Tarihi dilbilimsel bir perspektifle yeniden ele almanın ufuk açıcı boyutlarından söz ettim.
Murat Belge’nin bir dönem epey okunan Louis Althusser için, “Neden cevap vermek için en zayıf rakibi olan John Lewis’i seçti?” sorusunu hatırlattım.Ve Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının dışına çıkıldığı zaman akademik açıdan hemen hiç başvurulmayan Atatürk’ün düşünce adamı olarak zayıf bir rakip olduğunu iddia ettim. Zayıf bir rakibi inceleyen Yanlış Cumhuriyet’ten sonra şimdi güçlü rakibe, Osmanlı İmparatorluğu’na sıra geldiğini belirttim. Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş Itrî’yi Bach’la kıyaslayan çalışmalar olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin Bach’la kıyaslanan bir sanatçı yetiştiremediğine dikkat çektim.
Ve Nişanyan’ı Osmanlı İmparatorluğu’nu, esas oğlanı dilbilimsel açıdan ele almaya, onu Türkiye Cumhuriyeti ile değil Britanya İmparatorluğu ile kıyaslamaya davet ettim. Osmanlı İmparatorluğu’nun “etkin düşünce”den “tepkisel düşünce”ye düştüğünü, Britanya İmparatorluğu’nun ise sürekli “etkin düşünce” içerisinde kalarak dünyayı ele geçirdiğini (5) anlattım. Oxford English Dictionary ile Osmanlıca sözlüklerinin yaratıcılık, zihniyet dünyası ve algılama kapasitesi açısından karşılaştırmalı analizini yapacak en yetkin kişinin ise Sevan Nişanyan olduğunu belirttim. Nişanyan ise bu önerime, “Finansal sorunlarım çözülürse yaparım,” diye karşılık verdi.
Aşağıdaki söyleşiyi Samos’un arka sokaklarından birine saklanmış güzel bir tavernada öğle uzosu içerek, Yeni Gelin Ira Tzourou’nun sıkı denetiminde gerçekleştirdik, Baş Pehlivan Cüsseli Hakan Çiçekçi ile yan masalardaki gürültüleri bastırmada gösterdiği maharet kaydın temiz olmasını sağladı, –memleket münevverlerinin bu katkıları her daim hatırlamasını dilerim. Denize gitmektense söyleşiyi dinlemeyi tercih eden İsveç’ten gelmiş baba kız iki Kürt de bize eşlik etti. Okurken Rum, Ermeni, Kürt ve Türk’ün kadeh seslerine saklanmış Ada’lı gizilgücü hissetmenizi, sizin de kadeh kaldırarak eşlik etmenizi, Itrî&Bach (6) albümünü dinlemenizi, sonrasında ise Deli ve Dâhi (7) filmini izlemenizi çok isterim.
George Dumezil “Mitolojiler gerçektir,” der. Samos, mitolojik sembollere sık sık rastlanan bir ada. Biliyoruz; Yunan mitolojisi, diğer tüm dünya mitolojileri arasında etkin bir konuma sahiptir. Hatta Yunanistan’ın siyasi ağırlığından pek söz edilemese de mitolojik ağırlığından fazlasıyla söz edilebilir. Birçok edebiyat yapıtı ve filmi, mitolojik kahramanlara yer vermekten kendini alamaz. Bu toprakların bu denli etkin mitoloji üretmesini nasıl yorumlarsınız?
Eyvah! Diğer toplumların mitolojileri Yunan mitolojisinden daha mı zayıf? Bundan emin değilim. En azından İran mitolojisi, Şehname’de ve İran edebiyatında karşımıza çıkan mitolojik anlatılar son derece zengin, çeşitli ve edebi açıdan değerli öykülerdir. Hint mitolojileri kadar zengin ve insani açıdan çok renkli olanını gerçekten bilmiyorum. Yunan mitolojisinin dünyada bu derece sükse yapmasının zannediyorum Batı kültüründe, önce Latinlerin Romalıların kültüründe, bilahare, onlara özenen Rönesans ve sonrası dönemin Avrupa kültüründe Yunan geçmişine ve edebiyatına ve mitolojisine verilen değerle alakalı bir şey olmalı. Yoksa Yunanlar daha iyi masal anlatır veya Yunanların masalları daha kalitelidir, önermesine ben pek sıcak bakmayacağım. Bazı kültürler ki ilk aklıma gelenler İran ve Hint kültürleridir, en azından Yunanlar kadar zengin bir mitoloji üretmişler, fakat pazarlamaları daha zayıf. Ulaşabildikleri piyasalar daha zayıf. Bu demek değil ki Yunan mitolojisi iyi değil veya eksik; çok güzel hikâyeler var. Homeros gibi eşsiz bir kaynak var elimizde. Yunan trajedileri gibi hakikaten mitoloji ham maddesinden neler üretilebilir konusunda bize örnek olması gereken eserler var. Akdeniz’in havasından suyundan mıdır, sorusuna hayır diyeceğim. Mesela Latin mitolojisi, Yunan mitolojisine oranla çok zayıftır. Onlarınki de aynı Akdeniz, bunlarınki de aynı Akdeniz; ama bir şekilde onlar bu derece zengin bir edebi üretimi başaramamışlar, mitoloji temeli üzerinden.
‘BATI, YUNAN’I KENDİ KÜLTÜREL ATASI OLARAK BENİMSEMİŞ’
Vurguyu “etkin” sözcüğü eşliğinde yapmıştım. Edebiyat ve sinemada Yunan mitolojisi kahramanları daha çok kullanılıyor. Doğru, İran ve Hint mitolojisinde de aktörler çok fazla var ama nedense onlar sinema ve edebiyata çok taşınmıyorlar.
Çünkü sinema ve edebiyat dediğiniz şey, Batı sineması ve Batı edebiyatıdır. Batı ise iki kademede, Yunan’ı kendi kültürel atası olarak benimsemiş. Bunların birinci kademesi Roma İmparatorluğu’dur. Romalılar, Akdeniz dünyasına hâkim olduklarında, kendilerini cahil ve yetersiz hissetmekteydiler. Askerlikten başka bir şey bilmeyen bir millet olarak değerlendirilmekteydiler. Bu dönemde, Roma’nın kültürlü sınıfı, egemen, yönetici sınıfı büyük bir şevkle ve şehvetle Yunan kültürüne sarıldı. Yunan kültürünün simgelerini, öykülerini, formlarını benimseyerek daha medeni ve daha zengin bir kültürel hayata kavuşacaklarına inandılar. Aradan bin yıl geçtikten sonra yeniden Roma İmparatorluğu keşfedildiğinde Batılılar tarafından, Roma kültürünü, edebiyatını, mitolojisi, anlatıları, büyük bir coşkuyla, şevkle ve şehvetle diyelim yine, yeniden benimsendi, yeniden yaratıldı, edebiyat dersinin temeli olarak okundu ve bu sayede Yunan kahramanları ve Yunan tanrıları modern edebiyatın, sinemanın ve referanslar sisteminin bir parçası haline geldiler. İran mitolojisi uzun yüzyıllar boyunca Araplar, Türkler ve Hintliler için yani İslam kültüründen etkilenen dünya için eşit derecede bir referans kaynağıydı. Osmanlı’da kültür eğitiminin en temel unsurlarından biri Şehname’yi okumaktı ve Şehname’yi okuduğunuz zaman, bir mitolojik öyküler derlemesidir. Dolayısıyla Osmanlı edebiyatında, kültürel yaşamında İran mitolojisine, Zaloğlu Rüstem’e, Behramgur’a sürekli referanslarla karşılaşırsınız. Fakat çağ değişti, devir değişti, İslam kültürü artık üretken ve etkin bir kültür olmaktan çıktı, İran mitolojisinin etkinliği de ortadan kalktı.
Hindistan ise her zaman kapalı bir dünyaydı. Dışa fazla ihracatıyla ünlü bir ülke değildir. Batı’nın Hindistan’ı ve edebiyatını, mitolojisini keşfetmesi ancak XVIII. yüzyılın sonlarıdır. Hint destanları gibi yine olağanüstü zengin bir mitolojik öyküler derlemesi, Batı’da ancak çok kültürlü bir azınlığın tanıdığı, halkın genel olarak tanımadığı bir kültürel miras oluştururlar.
‘İSLAM MİTOLOJİSİ İNSANİ DEĞERLER AÇISINDAN YETERSİZ’
Mitolojinin etkin olma halini İslam, Hıristiyanlık ve Budizm açısından ele almak istersek; bu üç dinin hangisi daha çok yol verir mitolojinin bu denli etkili olmasına?
Çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. İslam mitolojisi, o da zengin bir mitolojidir, gerçi tarz ve stil olarak çok farklıdır; insani değerler açısından daha yetersiz bir mitolojidir. Fakat Muhammed ve Muhammed’in yaşamı ve çevresindeki savaşçıların ve dini liderlerin öyküleri, hadis külliyatında ve siyer külliyatında birikmiş olan öyküler zengin bir mitolojidir. Dolayısıyla İslam’da mitolojiye yer yoktur, diye düşünmenin herhangi bir gerekçesini göremiyorum. Hıristiyanlık iki katmanlı bir mitoloji hazinesine sahip: bir, antik Yunan ve Roma’nın mitolojik kalıtı bir şekilde sürdürülmüştür. Bunun yanısıra gerek Avrupa gerek Doğu Akdeniz Hıristiyanlığı zengin bir dini mitoloji hazinesine sahiptir. Azizlerin öyküleri, evliya menkıbeleri, bunlar uçsuz bucaksız bir yaşam boyu inceleyip öğrenip, öğretip, tat alabileceğin bir mitoloji hazinesidir. Herhangi bir toplumun diğerinden mitolojik üretim açısından daha fakir olduğunu söyleyebilir miyiz? Vallahi düşünmemiştim bunu. Hem evet, hem hayır deme eğilimindeyim.
Budizm’i atladınız?
Yeterince tanımıyorum; ama Budizm’in de muazzam bir literatürü var, Budizm’in de hikayeleri bir hayli zengindir. Herhangi bir yeterince büyük ve yeterince çaplı olan bir kültürün zengin bir mitolojiye sahip olmaması mümkün müdür, sorusuna ilk kademede mümkün değildir diye cevap vermeyi düşünüyorum. Fakat sonra Türk ve Osmanlı kültürünü düşünüyorum ve mitolojik açıdan adeta bir çöl olduğunu hissediyorum. Bunun sebebi nedir, bilmiyorum. Osmanlı’nın ve Türk’ün mitolojisi, bir-iki tane hayli cılız hayli yüzeysel Oğuz destanından ibarettir, diyecektim ki Dede Korkut masalları geldi birden aklıma. Dede Korkut masalları enfes bir mitolojik koleksiyondur ama kabul edelim ki yetersizdir. Hiçbir zaman fazla yaygın olmamıştır Türk kültüründe. Çok geç tarihte, XVIII., XIX. yüzyıllarda keşfedilmiştir Dede Korkut masalları. Nasreddin Hoca öykülerini bu mitolojinin bir parçası olarak sayabilir miyiz? Oradaki çok cılız bir mitolojik malzemedir. Yunan, Hint veya İran mitolojisinin zenginliğini anımsatacak hiçbir şey göremeyiz Türk mitolojisinde, kültüründe.
Bir disiplin olarak antropoloji ve coğrafyaya da başvuran düşünürler, zihniyet dünyasının oluşum sürecini takip edebilmek için mekan anlamında toprak ve denize de başvuruyorlar. Deniz belirsiz, meçhul ve kaygandır. Sınır tutmaz. Risk içerir. Bedel ödetir. Hayal gücünü besler. Maceracı bir karakteri vardır. Bütün bir korsan külliyatını hatırlayalım. Toprak ise güvenlik ve garantidir. Sürekli sınır üretir. Macerayı sevmez. Kişiler deniz kenarında âşık olur, toprakta aile kurar. Adada yaşarken deniz ve toprak arasındaki gerilimler üzerine düşünme fırsatınız oldu mu?
Deniz ve toprak arasında kurduğunuz bu zıtlığa hiçbir şekilde katılmıyorum, yanlış olduğunu düşünüyorum. Toprakta iki türlü yaşam vardır: bir, tarımsal yaşam vardır, eskiden beri. Senin ailenin babadan dededen kalma toprağı vardır, buna bakmakla mükellefsindir. Daha sınırlı bir dünyayla tanışırsın. Fakat diğer toprakta yaşamanın yöntemi, hayvancılık ve yağmacılıktır. Moğollar, Türkler ve Araplar kadar söylediğiniz akışkan, maceraya açık yaşamı seçmiş olan başka bir millet tanımıyorum. Denizden çok daha büyük maceraların, hareketliliğin ve akışkanlığın temsilcisidir eski Moğol, eski Orta Asya Türk ve Arap kültürü. Sürekli at veya deve üstünde gezmişler, bir yerden bir yere gitmişler, maceralara atılmışlar, yakmışlar yıkmışlar, fethetmişler ve ülke değiştirmişler. Denizci ulusların o derece ülke değiştirmesi çok yaygın bir şey değildir. Vikingler vardır mesela, onu yapan. Ama Yunanlar belli bir bazdan hareket etmişler ve hep o baza geri dönmüşler. Moğollarla karşılaştırdığında çok kısıtlı bir hayat tarzı diyebiliriz belki de. Moğollar, avuç kadar bir ülkeden çıkıp at sırtında bütün bir kıtayı, dünyayı fethetmeye çıkmışlar. Bundan daha büyük macera mı var? Edebi olarak ne üretmişler, nasıl bir mitoloji üretmişler dediğimizde, hiç’le karşılaşıyoruz.
‘AVRUPALILAR TEK AKTÖR DEĞİLLERDİ…’
Kastım daha çok şuydu: Tüccarların, büyük deniz seferlerine çıkması ve daha sonra kapitalizm diye adlandıracağımız o devasa organizmanın kurulmasına bir bilinmezlik üzerinden tohum atması anlamında söylemiştim bunu. Ganimet başka bir şeydir, bilinmezlik üzerinden risk alarak kendisinden çıkmak başka bir şeydir. O anlamda…
Bu kurulan ikilem çok tipik bir Avrupa merkezli bakış gibi geliyor bana. Avrupalının bildiği iki yaşam tarzından söz ediyoruz burada. Ya köyünde, kasabanda oturursun ve tarımla uğraşırsın, tarımsal feodalizmin sınırları içerisinde yaşamını sürdürürsün; ya da seçerek, Atlantik okyanusuna açılırsın ve dünyaları fethedersin. Bu ikilem üzerine kurulu bir bakış açısı. Avrupalıların denizi fethetmesi hiçbir zaman ticaret anlamında başlamadı. Yağma seferiydi bunlar. Moğollardan herhangi bir farkı yoktu. Bu geleneği ilk başlatanlar Vikingler’dir. Gittiler, İngiltere’yi, Fransa’yı, Güney İtalya’yı, Anadolu’yu, Rusya’yı fethettiler. Yağma amacıyla gittiler, soygun amacıyla yola çıktılar. Bunun peşinden XVI. yüzyılda Portekizliler, İngilizler falan dünyaya çıktıklarında ticaret yanısıra yaptıkları bir şeydi. Fakat esas hadise altın bulmaktı. Yağma edip, sonra köle götürmekti bir yerlere. Bu açıdan Moğollar’dan veya Türkler’den çok büyük bir farkı olduğunu zannetmiyorum. Mahvetmeye gittiler. Sonra bu belli bir düzene oturdu.
Türklerden ve Moğollardan bir farkı şuydu; Avrupalılar tek aktör değildi, birbirine rakip çok sayıda devlet vardı. Kısa bir süre sonra, kuralsız yağmanın sürdürülemez bir yaşam formu olduğu anlaşılan, dolayısıyla kurallı yağmaya doğru evrildiler. Belirli kurallar çerçevesinde ticaret yapalım dediler. Fakat Avrupa’nın tanıdığı bu iki yaşam tarzı dünyaya genellenebilecek bir şey değil. Çünkü üçüncü bir yaşam tarzı vardır. O da büyük ve açık sahalarda at sırtında hayvancılık yapmak ve fırsat çıktığında yağmaya çıkmaktır. Bu anlamda Moğollar’ın ya da Türkler’in ya da Arapların macera kotası Avrupalılarla boy ölçüşür. Birinden bir medeniyet doğdu, birinden bir hiçlik doğdu, o da ayrı. Araplardan da yine medeniyet doğdu ama Moğollar bir medeniyet oluşturamadılar. Türkler de eh, iyi kötü bir yerlere vardılar.
‘HAPİSHANE BİR YERE BAĞLANMANIN NE KADAR BOŞ BİR İŞ OLDUĞUNU ÖĞRETTİ’
Milliyetçi, muhafazakâr düşünce ‘ev’den söz ederken toprağın içerisinden şekillenmiş bir ev algısına işaret eder. Bu algıya vatan, düzenli ordu, bayrak, milli marş, iç ve dış düşmanlar eşlik eder. Devasa bir sürgün edebiyatının oluşmasına neden olan bu ev algısına eklemek istediğiniz bir boyut var mı? Kendinizi ev’den kaçmış mı, yoksa kovulmuş mu olarak adlandırıyorsunuz?
Ev duygusuna çok aşina olmayan biriyim ben. Çok kolay mekân değiştirdim. Bir yerden bir yere taşınmakta zorluk çekmedim. Yaşamımın bir döneminde Şirince köyünde, sanki benim de köklerim olabilirmiş, sanki ben de bir mekânla özdeşleşebilirmişim duygusuna kapıldım. 15 sene sürdü bu süreç. O sürecin sonunda zaten sıkılmaya başlamıştım. Bana Samos’a veya Karayiplere yahut Patagonya’ya gitmek çok da fazla bir şey değiştirmedi. Özellikle hapiste geçirdiğim 3,5 yıl, bana bir yere bağlanmanın, bir hayat tarzına veya birtakım alışkanlıklara bağlanmanın ne kadar boş bir iş olduğunu öğretti. Çünkü bıçakla kesilmiş gibi kesiyorlar, birdenbire bütün alışkanlıklarını, bütün yaşam tarzınızı, beni ben yapan şeyler bunlardır dediğiniz şeylerin hepsi bir anda buharlaşıp gidiyor ve siz pekala yaşamaya devam ediyorsunuz. Bu önemli bir eğitim süreciydi benim için. Şunu gösterdi: Bir yere bağlı değilim. Bir yere bağlı olmak, kendi kandırmaktır aslında. Yürür gidersin, başka bir yere bağlanırsın, bir süre sonra alışırsın oraya. Kendimi burada yabancı hissetmiyorum. Daha doğrusu şöyle diyeyim: Herhangi bir yerde ne kadar yabancı hissettiysem, yani geçmişte İstanbul’da, New York’ta ve Şirince’de ne kadar yabancı hissettiysem, burada da o kadar yabancı hissediyorum.
Kaçmış mı, kovulmuş muyum? Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Düşünmüyorum da böyle bir şeyi. Yeni koşullar geldi, filmin bir sonraki sahnesine geldik. Şimdi burada nasıl davranmam gerekiyor sorusu bana daha ilginç geliyor. Bir huyum vardır, tanıyanlar bilir: Geçmişi düşünmekten acizim ben. Her an, her dakika bir sonraki adımımı düşünürüm. Bunun daha zevkli olduğunu düşünürüm. Yaptığım, ettiğim ve bitirdiğim işler bitmiştir ve geride kalmıştır, benim açımdan. Bundan sonra ne yapacağım? Geçmişin analizini boşver, bundan sonra ne yapıyoruz, sorusunu o kadar sık insanlara yöneltirim ki insanlar bu yüzden bazen bana kızarlar. Kendimle ilgili olarak da öyle. Şirince’yi düşünmüyorum. Oradan kaçtım mı, kovuldum mu? Bilmiyorum. Umurumda da değil. Bir şekilde şartlar böyle gelişti, başka türlü de olabilirdi. Bir sonraki sahneye bakalım, ne olacak…
Ö.F.: Hapishanede 3,5 yıl kaldığınızı söylediniz. Türkiye’yi terk edeli kaç yıl oldu?
İki yıl oldu.
Kesinleşmiş kaç mahkumiyetiniz var?
11 veya 12 davada 16 yıl 8 ay kesinleşmiş hapis cezam var.
‘HER ŞEYİMLE YABANCIYDIM’
Edward Said, entelektüeli sürgün, marjinal, yabancı olarak adlandırır. Sürgüne çıkarak bu adlandırmayı tamamladınız. 5,5 yıldır dışarıdan bakıyorsunuz. Bu bakış size içeriden bakanların edinemediği bir perspektif sağlamış olmalı. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “sürekli kriz cumhuriyeti” olduğunu gözönünde bulundurursak, sürekli krizin mimarları olan aktör ve faktörleri nasıl adlandırmak istersiniz?
5,5 senedir değil, 62 senedir ben hep dışarıdan bakıyorum. Şirince’de daha az sürgün değildim. İstanbul’da da. Hiçbir zaman, bulunduğum yerde kendimi oraya ait hissetmedim. Aslanlı Yol kitabımın başında Kınalıada öyküsü vardır. Kınalıada’da ilkgençliğimi, çocukluğumu yaşadım. Oradaki kadar hiçbir yere kendimi yabancı hissetmedim. Allah kahretsin, ben buraya nasıl düştüm duygusuyla yaşadım o adada. Daha sonra New Haven’a gittiğimde 10 sene yabancıydım, sonra tekrar İstanbul’a döndüğümde büsbütün yabancıydım. Her şeyimle yabancıydım. Hep uzaylı pozisyonunda hissettim kendimi. Şirince’de daha yabancıydım, Allah’ın bir dağ köyünde, şehirli, belli bir eğitim ve kültür düzeyi ve konuşma biçimi olan, üstelik Ermeni, üstelik acayip fikirleri olan bir adam olarak ben Şirince’de bulundum. Sürgündüm ben Şirince’de. Burası veya Menemen Kapalı Cezaevi daha çok sürgün değil. Yabancı olma duygusunu, buraya ait olmama duygusunu her zaman taşıdım. Bu iki tarafı kesen bir bıçaktır; hem büyük bir avantajdır, hem de dezavantajdır. Yabancısın; yani üşürsün. Yalnız hissedersin kendini. Fakat yalnız hissettiğin için de kalabalığın saçmalıklarına, kalabalığın varsayımlarına, cahilliğine katılmazsın. Araya bir mesafe koyarsın ve bir bakıma daha esnek olma şansın vardır. Bir bakıma tek bir ev, tek bir tarlayla sınırlı değilsin, daha çok tarlada izin vardır. Değişik kimlik ve kişilikleri aynı anda taşımak gibi bir avantaja sahipsin. Bunu Allah’ın verdiği bir ödül ya da ceza olarak değerlendirmek lazım. Biz de böyleymişiz, yapacak bir şey yok. Her sürgünde biraz daha yabancılaştım; çünkü bagaj birikiyor sırtında. Karşındaki insanlar büyük bir hırsla ve kararlılıkla tek bir kimliğe kendilerini sığdırmaya çalışıyorlar. Ben solcu entelektüelim, ben Şirince köylüsüyüm, ben esnafım, bilmemne partisine oy veririm, ben Ermeni’yim, ben üstün kültür sahibi bir Alman’ım… gibi bir kimliği, folklorik bir giysi, bir üniforma gibi üstlerinde taşıyorlar. Sen bunların birkaç tanesini denedikten sonra, hem orda hem burda hem şurda çeşitli kimlikler altında yaşadıktan sonra artık büsbütün uzaklaşıyorsun onlardan. Karşındakine bakıyorsun, tek bir kişilik içinde ve seni de kendisine benzetmeye çalışıyor, ondan biri olmanı istiyor. Diyorlar ki sen Ermeni’sin, Ermeni olmalısın. Sen, Türkiye’nin entelektüel bir solcususun, solcu olmalısın. Onlar gibi davranmalısın, onların içtiği çayı içmelisin. Sen Şirince’de inşaat yapan bir müteahhitsin, bir müteahhide özgü davranış kalıplarını göstermelisin. Bunlardan birkaç tanesini başarıyla yaşadıktan sonra büsbütün yabancılaşıyorsun. İmkânsız oluyor artık gerçek bir diyalog kurman; çünkü sırtında çok fazla küfe var. Bambaşka bir dizi yaşamı sırtında taşıyorsun. Sonra da artık insanlara gülümseyerek bakmayı öğreniyorsun. Daha antropolojik bir bakışla yaklaşmayı öğreniyorsun. Onların mitolojilerine yabancılaşıyorsun. Olay budur. Çünkü insanlar mitolojileriyle yaşarlar. Bir tane mitolojiyle kendilerini sınırlamaya çalışırlar. Bu mitoloji, onlar için, yeryüzündeki bütün sorunların açıklaması, tüm hakikatlerin anası olan mitolojidir. O çerçeve içinde yaşamlarını anlamlandırmaya çalışırlar. O öykülerle kendilerine kimlik biçerler. Birden fazla mitoloji tanıdığın zaman, hiçbirini ciddiye alamıyorsun. Yunan mitolojisi, Türk mitolojisi, Marksist mitoloji, Kemalist mitoloji, feminist mitoloji, İslami mitoloji, Ermeni mitolojisi… bunların hepsiyle araya mesafe koyuyorsun. İnsanların mitoloji yaratma süreci sana gitgide daha fazla ilginç gelmeye başlıyor. Fakat o mitolojiye inanan insanları gülümseyerek karşılamaya başlıyorsun. Her bir mitolojinin ifadesiyle karşılaştığında, evladım dünyada kırk çeşit mitoloji var farkında mısın, deme ihtiyacını duyuyorsun. Bu da insanların çok sinirine dokunuyor. Kendi mitolojilerinin sorgulanması, deşilmesi, rasyonel bir teşrih masasına, anatomi masasına yatırılması insanları çıldırtan, kudurtan bir davranış biçimi. Bir sürü mitolojiyle tanıştıktan ve hiçbirine ait olmadığını hissettikten sonra yapabileceğin fazla bir şey yok. Bu da kendi mitolojilerine ait hissetmeyen az sayıda insanı çok mutlu ediyor. Buna karşılık mitolojilerine canla başla ve canhıraş bir şekilde sarılma ihtiyacı içinde olan insanların büyük çoğunluğunu dehşetli ölçüde kızdırıyor ve öfkelendiriyor.
Bir süre sonra, bütün bu mitolojilerin kişide karşılığının olmadığını fark edince insan ister istemez yaşayabileceği, kendisini ikna edebileceği ya da muhayyel bir dünya üzerinden düşündüklerini tekrar tanzim etmek isteyebileceği bir boyut aramaya başlıyor…
Hayır, kendimi dine vermeyeceğim!
Ondan söz etmiyorum.
Dinden söz ediyorsun.
Dinden söz etmiyorum. Mitolojinin paraleli veya karşılığı din değil. Verili dünyadan hoşnut değilsen, kendi dünyanı kurmaya yönelik bir zihni çıkarımdan söz ediyorum.
Ben nispeten daha basit bir insanım sanıyorum. Bunca farklı mitolojiyle ve bunca farklı yaşam tarzıyla ve mekânlarla tanışmış biri olarak bir sentez çıkarabiliyor musun, diye soruyorsun bana. Bunlar arasında ortak bir anlatı kurup bunların hepsini onun içine yerleştirebiliyor musun, sorusunu soruyorsun. Uzunca bir süre “özgürlük” fikri çerçevesinde bir bütünleştirici, birleştirici bir fikir iskeleti kurabilir miyim, sorusunu kendime sordum ve oralarda bir şeyler aradım. Şimdi herhalde daha yaşlı ve daha yorgun olduğum için hiç öyle şeylerle uğraşmıyorum. Milletin mitolojisiyle dalga geçmek bana yetiyor. Zaten şurada kaç sene ömrümüz kaldı? Eleştirinin kendisi, yani kendisini çeşitli mitolojilerden ayırıp yukardan onları seyretmenin keyfi bana yetiyor. Onun yerine koyabileceğin bir ortak anlatı var mıdır, insanlığa bir mesajın var mıdır, yeni bir din kuracak mısın, sorusunun cevabı Hayır’dır.
‘TÜRKİYE’NİN TEMEL PROBLEMİ ÖZGÜVEN AÇISINDAN SORUNLU KESİMLER’
Sorunun ikinci kısmında “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “sürekli kriz cumhuriyeti” olduğunu göz önünde bulundurursak, sürekli krizin mimarları olan aktör ve faktörleri nasıl adlandırmak istersiniz?” diye sormuştum, ne dersiniz?
Türkiye’nin uzun zamandan beri temel problemi kültür elitinin, yani bir ülkenin düşünce dünyasına öncülük etme durumunda olan kesimlerin olağanüstü zayıf, ahlaken kuşkulu, kültür ve özgüven açısından çok sorunlu kesimler olmasıdır. Dolayısıyla siyasi egemenliğe sahip olanlar, yani ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmiş olanların bir kültür eliti, bir düşünce ve fikir öncüsü olan kesimden etkilenmesi veya onların koyduğu sınırlar içerisinde oynaması diye bir durum söz konusu değil. Genel kural olarak Türkiye’de toplumun en cahil ve ahlaken en problemli kesimi her zaman siyasi ve askeri egemenliğe sahip olmuştur. Türkiye toplumunu sürekli olarak aşağıya çekmek, sürekli olarak daha da cahilleştirmek, daha da aptallaştırmak, ahmaklaştırmak gibi bir fonksiyonu üstlenmişlerdir. Düşün ki Tayyip Erdoğan’ın son yıllardaki söylemi, şehit cenazelerinde söylenenler, 19 Mayıs törenlerinde söylenenler, Devlet Bahçeli gibi bir adamın inanılmaz retoriği, Kılıçdaroğlu gibi bir adamın tamamen içi boş, sulandırılmış faşizmden ibaret olan söylemi… bunları alt alta koy, herhangi bir toplumda, herhangi bir ortamda, herhangi bir insan bu kadar ahmakça bir söylemi kendisine nasıl yakıştırabilir, diye sor.
Bu soru derin bir sorudur. Nasıl oluyor da bu toplumun yüzeyine, bu toplumun üst kademelerine sadece bunlar yükseliyor? Sadece bu derece ahlaksız, bu derece cahilane, bu derece vahşi bir söylem Türkiye’de prim yapıyor. Bu soruyu sormak lazım.
Parantez açıyorum: Türkiye’de aklı başında bir sürü insan var. Neden onların borusu ötmüyor da bunların borusu ötüyor, sorusunu sorduğumuz zaman Türkiye’de kültür elitinin, fikir ve moda öncülerinin zayıflığı, yetersizliği, kurumsal güçten yoksun olmaları; bunun temel nedenidir gibi geliyor bana. Geçmişte, bundan iki kuşak öncesine kadar Türkiye’de fikir öncüleri ve kültür eliti ancak devlet memuru olabilirlerdi. Dolayısıyla devletin sorumluluğuyla ve devletin gücüyle sınırlıydı varlıkları. Devletin sözünün dışına çıkamazlardı. Bugün arkalarında devlet bile yok. Hiçbir şey yok! Dayanacakları, güç alacakları bir kurumsal temel yok. Ekonomik temel yok. Türkiye’de aydın sınıfı boş boş konuşmakla meşhurdur. Başka da fazla bir iş yapamazlar. İki türlüsü vardır: ya düzgün bir iş hayatı vardır ve iş hayatıyla konuşma hayatı arasında hiçbir bağlantı yoktur, yani boş vakitlerinde entelektüellik yaparlar, mesai saatlerinde ya nalburiye mağazası ya da lastik enjeksiyon fabrikası yönetirler; ya da o işleri de yoktur, kahvehanelerde otururlar ve boş boş konuşurlar.
Bir resmi devlet kurumu olan Türk Dil Kurumu “Toplum”u; “Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için işbirliği yapan insanların tümü” olarak adlandırıyor. “İşbirliği” vurgusunu göz önüne alarak toplum sözcüğünün etimolojik geçmişi için bir şeyler söylemek ister misiniz?
Sizce Türkiye Cumhuriyeti toplum mudur?
Türk Dil Kurumu’nun tanımı ki Atatürk’ten almışlar bu tanımı, ondan önce de Durkheim, vs.’den almışlar. Türkiye’de geçmişi olan bir tanımdır. İşin bir boyutunu eksik söylemiş: bir arada yaşayan ve ortak amaçlar için işbirliği yapan ve “kavga eden” diye tanımlamak gerekiyor. Çünkü toplumun belirleyici özelliği, evet, önemli bir işbirliği boyutu vardır; fakat aynı derecede önemli olan “kavga etme” boyutu vardır. Toplumdaki insanlar birbirleriyle dövüşürler. Her toplum düzeyinde, küçük bir köyde veya ülkede ve okulda ve ailede. İşbirliği, iş bölümü ve kavga, hemen hemen eşit dozlarda gerçekleşir. Toplumu, işbirliği yaptığın insanların topu diye de tanımlayabilirsin; kavga ettiğin insanların topu diye de tanımlayabilirsin. Hayat boyu kavga ettiğin, sinir olduğun, dedikodusunu yaptığın, canını acıtmak için uğraştığın insanları toplayıp alt alta koyduğun zaman birincisiyle öbüründe aynı kümeyi elde edersin. İşbirliği yaptığın insanlarla kavga ettiğin insanlar aynıdır, aynı zümrenin iki ayrı boyutudur. Türkiye Cumhuriyeti bir toplum mudur? Türkiye Cumhuriyeti bir kurumdur. Türkiye Cumhuriyeti, bir devletin adıdır. Bir egemen ideolojinin ve o ideolojinin simgelerinin adıdır. Bir bayrağı vardır, bir ideolojisi vardır, kanunları vardır. Bu başka bir şey. Toplum mudur, evet, toplumdur. Özellikle 1980’den veya 1960’tan bu yana toplumsal ve coğrafi hareketliliğin çok artması, köyden şehirlere göç, köylere okul, karayolu ve televizyonun gitmesi, peşinden şimdi de internetin gitmesiyle, evet, ortak eğilimleri, ortak dili, kavga konuları, simgeleri ve mitolojisi olan bir toplum olma yönünde Türkiye çok güçlü adımlar atmıştır. Dünyadaki herhangi bir ülke kadar bir toplum olmuştur. Buna intibak edip etmemeye karar vermeyen bir büyük unsur var: O da Kürt meselesidir.
‘KAFALAR NE DEĞİL’
Kürtler bu topluma aitler mi, ayrı bir toplumlar mı? Kafaları net değil. Bu konuda bir kararsızlık, bir arama ve sorgulama süreci içindeler. Bu nedenle de toplumdaki en sağlıklı grubun Kürtler olduklarını düşünüyorum. İkincisi, Türkiye’nin kültürlü azınlığı. Ki sayıca çok küçük bir zümredir. Bunlar da emin değiller, bu topluma aitler mi değiller mi diye. Çünkü Türkiye’nin kültür eliti Batı’yı referans alarak eğitildi. Filozof deyince aklına Farabi gelmez, Gilles Deleuze gelir. Dolayısıyla Türkiye toplumunun eskisine nazaran daha entegre olmaya başladığı bir çağda bu küçük zümre kendi pozisyonunu ciddi biçimde sorgulamaya başladı. Bizim bu ülkede ne işimiz var, sorusunu birçok kişiden sık sık duymaya başlıyorum. Sonu hayırlı olur inşallah, diyerek bağlayalım.
TDK’nın toplum tanımında öne çıkan iki vurgu; çıkar ve işbirliği. Örneğin Agamben, bir toplumun önünün açık olması az yasa ve çok yasa olmasına bağlıdır, diyor; gönüllülük az yasayı içerir, yani birbirlerine razı olarak yaşarlar, diyor; ama çok yasa olunca zorla o toplumu bir arada tutmaya yönelik bir mekanizma kurulur, esas gerilim de buradan çıkar, diyor.
Güzel bir ayrım. Özellikle Samos Adası’nda, Yunanistan’ın ada toplumuyla kıyasladığım zaman Türkiye’yi, bu ayrımı çok net görüyoruz. Bu adada devlet, Türkiye’ye nazaran o kadar amatör, o kadar zayıf bir örgüt ki, yasaklar ve yasalar o kadar esnek ki. Buna karşılık toplumda güçlü bir konsensüs eğilimi var. İnsanlar birbirlerini tanıyorlar ve seviyorlar. En azından birbirlerine karşı açıktan saygısızlık etmemeyi önemli sayıyorlar. Bunun sonucu olarak problemler çok kolaylıkla, gönüllülük ve karşılıklı saygı esası üzerinden kolayca çözülebiliyor. Devleti ve polisi ve yasayı hiç hissetmeden, iki yıl boyunca hiç kimseye kimlik göstermek gibi aşağılayıcı bir davranışı yaşamadan, pekala geçinebiliyor. Kurallara uymak açısından Türkiye’den çok-çok daha başarılı bir toplum burası. İnşaat kuralları, trafik, saygı, iş hayatı kuralları açısından çok rahat bir toplum. Çünkü insanlar doğal olarak bu kurallara uyuyor, uymayan birisi olduğu zaman da güleryüzle o insanı uyarıyorlar. O insan da bir süre sonra uymaya başlıyor. Çözümler bulunabiliyor. Türkiye, bu açıdan tarihinin çok zor bir dönemini geçiriyor. Hızlı şehirleşmenin, hızlı anonimleşmenin getirdiği ve geçmişteki otoriter-totaliter eğilimler tarafından da beslenen bir zorbalık rejimi, kanun ve yönetmeliklerin zorla benimsetilmesi, sopa gösterilmesi hadisesi var. Türkiye’de her anınız devletin ve toplumdaki kişilerin gösterdiği sopalara karşı tavır almakla geçiyor. Durmadan sopa görüyorsunuz. Bunu bildiğiniz için de siz sopa göstermek zorunda hissediyorsunuz. Burada yaşadığım toplumda sopa yok veya çok gizli; gösterilmiyor, depoda duruyor sopa.
O zaman şunu diyebiliriz; gönüllü birlikteliklerin oluşturduğu bir toplum az yasayla, gönülsüz birlikteliklerin oluşturduğu bir toplum çok yasayla yönetilir ve toplumun geleceğini riske ve tehlikeye atar.
O ikinci kısmı söylemedim.
Hayır, ben söylüyorum; buna ne diyorsunuz?
Emin değilim, diyorum.
‘İNSANLARIN HAYAT KALİTESİ BİR HAYLİ DÜŞÜK’
Neden?
Türkiye ve Yunanistan kavga ederse kim kazanır, hiç emin değilim. Hayatı sopa görmek ve göstermekle geçen insanların hayat kalitesi bir hayli düşüktür. Fakat olası bir kavgada üstün gelmeleri ihtimali daha yüksektir. Sonuçta, sopaya alışık…
Yanlış Cumhuriyet’in yeni basımını hazırlıyorsunuz. Korsan basımı 2007 yılında yapılan bu kitabı akademyanın görmezden geldiği kanısındayım. Atıf yapılmıyor, kaynakçalarda yer almıyor. Bu tavra rağmen yeni basımları yapılıyor. Akademyanın bu tavrını nasıl açıklıyorsunuz? Kitabı, sizce, akademyaya rağmen, kim okuyor?
Herkes okuyor. Yanlış Cumhuriyet’i, Türkiye hakkında fikir yürütmek pozisyonunda olup da okumayan kimse hemen hemen yok. Devletin ve iktidar partisinin ileri gelenlerinden tut, Anadolu taşrasında bir şeyler öğrenip kendine toplumda bir yol açmaya çalışan gençlere kadar herkes okudu. Okuyanların çoğu da etkilendi. Okuyup da “Boş konuşmuşsun” diyen kimseye rastlamadım. Etkileniyor, fakat bir yere oturtamıyorlar kafalarında. Çok radikal. Kabul edilmiş paradigmaları çok fazla altüst ediyor. Nasıl tanımlayacaklarını bilemiyorlar. Var olan mitolojik yapılarına sığdıramıyorlar. Mitoloji dediğin şey biraz da ad koyma, referans çerçevesine yerleştirme işidir. Bunu yapamıyorlar. Modern Türkiye tarihi konusunda akademik değeri olan üç ya da beş kitaptan biridir bu. Gerisi palavradır. Kazan kaynasın, nasılsa herkesin bildiklerini bir kere daha tekrarlayalım, gereğini yapalım mantığıyla yazılmış şeylerdir. Orijinal eser; yani ciddi bir araştırma ve düşüncesine sürecine dayanan pek de fazla eser yok. Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni vardı, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi vardı… saysan, bilemedin sekiz tane kitap çıkar. Bunu taşıyabilecek, tartışabilecek bir akademik yapı yok ki Türkiye’de. Bunu sınıfta mı tartışacak, nasıl? Bunun sonuçlarına katlanabilecek mi? İhbar edilecektir. Hoca olarak bu kitabı getirip sınıfında tartışırsan, biri çıkar seni ihbar eder. Birileri durumdan vazife çıkarır. Korkuyorlar. Fakat daha önemlisi, alıştıkları söylem çerçevesinin dışında olan bir kitap bu. Ne Atatürkçü vatan-millet çizgisinden, ne İslami muhalefet çizgisinden, ne sosyalist-antiemperyalist-ilerici bakış açısından bir yere oturmayan bir kitap. Aynı zamanda bu bakış açılarından bakıp lanetleyemeyeceğin de bir kitap. Lanetleyebilseler, o da bir yere oturur. Her okuyan beğeniyor kitabı ama niye beğendiğini anlatamıyor. Dünyaya ve siyasete bakışını nasıl düzeltmesi gerektiğinin cevabını da veremiyor. Çözemiyor; en kolayı yok saymak. Saysınlar bakalım…
Altmış yaşını geçtiniz, beş çocuğunuz var, üç kez evlendiniz. Son evliliğiniz basına yansıdığı kadarıyla yakınlığından çok hoşnut kaldığınız bir arkadaş. Türkiye’nin gündelik politikalarına çok takılmadan da yaşayabileceğiniz bir konumdasınız. Bir adada, dışarıdasınız. Bütün bunlar aynı zamanda gençken insanın güncelle kendini çok meşgul etmesinin getirdiği hasarlardan uzak bir noktaya da taşır. Bu noktada kişi daha gündeliğin dışındaki konularla ilgilenmeye başlar. “Hayatın hakikati” üzerine daha çok düşünme isteğine kapılır. Topluca bir muhasebe dönemi gelmiştir, bir anlamda. Yaşlılık da kendisini hissettirmeye başlamıştır. Bu çerçevede “hayatın hakikati” gibi konularla ilgilenmekten yana mısınız?
Değilim. Hayatın hakikati nedir, kendi mitolojini nasıl oluşturuyorsun, yeni bir din kuracak mısın… bunlar hep aynı sorunun varyantlarıdır. Aksine, özellikle gençlere de tavsiyem; böyle şeylerden uzak durun. Vaktimi somut araştırmalar ve somut bilgi üretimiyle geçirmek bana çok daha değerli geliyor. Son bir senem, tamamıyla Yer Adları Sözlüğü araştırmasıyla geçti. İğneyle kuyu kazmak veya deli pöstekisi ayıklamak gibi bir süreçti. Saat tamirciliği veya kuyumculuk gibi. Gıdım gıdım, küçük küçük adımlarla büyük bir yapı inşa etme süreci.
‘EMEK, HOŞUMA GİDİYOR’
Bunun hem daha sağlıklı, hem daha akılcı, hem daha faydalı bir uğraş olduğunu düşünüyorum. Felsefeyi işsiz olan arkadaşlara bırakıyoruz. Benim çok işim var yapacak.
Yer Adları Sözlüğü’nü “hayatın hakikati” diye soyut bir düzeyde adlandırılan, kimi zaman da boşa düşebilen kavrayışlara karşı bir tür etkin müdahale olarak düşünüyorum ben. Son derece somut ve mevcut hakikat algısını altüst eden bir proje. Benim kastım, buna benzer şeylerdi…
Emek, benim hoşuma gidiyor. Hamal gibi çalışmak. Tarla çapalamak gibi bir iş. Bunu hem ahlaken daha doğru buluyorum, hem yapması zevkli, hem de fazla düşünmemi önlüyor. Düşünmek iyi bir şey değil.
DİPNOTLAR
- Seküler [= Kemalist (= Sol/Sosyalist)] düşünce dünyası Doğan Avcıoğlu (Türkiye’nin Düzeni, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015) ve İsmail Cem’in (Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İş Bankası Yayınları, 2008) kitaplarındaki tezler tarafından biçimlendiriliyordu.
- Kimi eleştirmenlere göre İngiliz dilinde yayımlanmış en önemli yüz kitap arasında anılan Büyücü de bir Yunan adasında geçer. Oxford mezunu Nicholas Urfe İngiltere’nin kasvetinden kaçmak, kendi varlığı ve hiçliği arasındaki yerini bulmak için Phraxos’a, bir Yunan adasına gider. Orada Maurice Conchis’la tanışır. Yine bir Yunan adasında geçen Shakespeare’in Fırtına adlı oyununun gölgesinin de sürekli düştüğü roman gerçekle halüsinasyonun sık sık yer değiştirdiği bir kurguyla ilerler. Öyle ki roman kahramanlarının bir tiyatro oyununda mı yoksa gerçek hayatta mı yaşadıklarını bir türlü kestiremeyiz. Hatta Ada Yunan mitoloji kahramanlarının da sık sık oyuna katıldığı zamansız bir sahne gibidir. Tanrısal söyleme yukarıdan bakan yazar John Fowles insanlığın en önemli uğraklarını teşrih masasına yatırır: Aşk, savaş, terk edilme, acı, boşluk, sıkıntı, yalnızlık, hüzün, ihanet, isyan, sıradanlık, sürgünlük… Öyle ki iyilik ve kötülüğün öncesinden bile söz almayı dener: “Tüm kötülüklerin ıssızlık tarafından defnedildiği bilinmez bir yaylaydı burası. (…) Bütün şehirlerin, bütün toplumların ve bütün zarar ziyanın uzağında, toprak ve maddenin bir zirveye yaklaştığı, ölçülemeyecek bir yükseklikteydik sanki. Arınmıştık.” “Tanrı” vurgusu yadırgatıcı gelmesin: Bir tek Tanrı’yla karşılaşma yeteneği olanların sorabileceği, “Seçme hakkı olmadan ıstırap çeken insanlara ne ad verilir?” benzeri sorular kitapta epey var. “Esas oyuncu” olarak Ada da mükemmel bir biçimde aktarılır: Denizin uçsuz bucaksızlığı, kayalıkların arasında rüzgârın hiç dinmeyen uğultusu, dağlarda seken keçiler, gerçek anlamda ıssızlığın yaşanabildiği kuytu köşeler, bir tek kendisiyle tartılabilecek yerli ahali…. Ana karadan Ada’ya kendi varlığı ve hiçliği arasındaki yerini bulmaya giden Nicholas Urfe “sonsuza kadar sürgün” olduğunu ve “bir türe ait olmadığını” kabul ederek bitimsiz yolculuğunu sürdürür. Çünkü, “Cevap her zaman ölümün bir şeklidir.” (John Fowles, Büyücü, çev.: Meram Arvas, Ayrıntı Yayınları, 2008, s. 55, 262, 414, 572, 589, 642) – Yazarın zihnine girmeyi deneyerek yaptığı özenli çeviri için Meram Aras’ı da alkışlamayı unutmamak gerek.
- “Etkin düşünce” ve “Tepkisel düşünce” ayrımını son kitabımda etraflıca ele aldım. Bkz.: Ömer Faruk, Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, Altıkırkbeş Yayın, 2019.
- Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, çev.: Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2007, s. 29.
- Bu hayli iddialı tezi Britanyalı tarihçi Niall Ferguson şu sözcüklerle ifade eder: “İster iyi ya da hoş, ister kötü ya da pis olsun, bugün bildiğimiz dünya büyük ölçüde Britanya’nın İmparatorluk çağının ürünüdür.”
Dikkatinizi çekmek isterim: İçinde yaşadığımız dünyanın Britanya İmparatorluğu tarafından biçimlendirildiği belirtiliyor. Büyük soru şudur: Avrupa’nın kuzeybatı kıyılarında yer alan yağmurlu bir takımada nasıl oldu da dünyaya hükmeder duruma geldi: Dünya nüfusunun kabaca dörtte birini yönetti, topraklarını kendi çıkarları için kullandı, neredeyse bütün okyanuslarda ticaret ve savaş gemileriyle dolaştı? Niall Ferguson, İmparatorluk-Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, çev.: Nurettin Elhüseyni, YKY, 2017, s. 11, 25) - Itrî&Bach, Ertan Tekin&Murat Aydemir&Çağ Erçağ, Kalan Müzik, 2013.
- The Professor and the Madman; Yönetmen: Farhad Safinia; Senaryo: John Boorman, Todd Komarnicki, Farhad Safinia, Simon Winchester; Oyuncular: Mel Gibson, Natalie Dormer, Sean Penn, Steve Coogan; 2019.
https://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2019/09/29/sevan-nisanyan-gecmisi-dusunmekten-acizim/
İlk yorum yapan siz olun