Patrik seçimi sürecine girmemizle birlikte özellikle 1863 Nizamnamesi ve eski Patrik seçimlerini de daha sık tartışır olduk. Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Arus Yumul Osmanlı döneminde Ermenilerin Anayasası sayılan 1863 Nizamnamesi üzerine çalışmalarıyla da biliniyor. Profesör Yumul ile 1863 Nizamnamesi’nin geçmişten günümüze yolculuğunu, “Patrik”in devlet ve halk nezdindeki pozisyonunu, ona yüklediğimiz anlamları konuştuk.
Gündemimize 1863 Nizamnamesi geldi oturdu. Değabah seçimi için Nizamname referans gösteriliyor. Yeni bir Cismani Meclis tartışmaları var. Bunların hepsi 1863 Nizamnamesi’nde vardı. Üstelik ilginç bir tesadüf 1863 Nizamnamesi aslında 1860’ta yazılmıştı ve 24 Mayıs Nizamnamenin sene-i devriyesi. Yani üzerinden tam 159 yıl geçti. Şöyle başlayayım: 1863 Nizamnamesi hangi ihtiyaca binaen yazıldı?
Bu Nizamname veya Anayasa’nın oluşmasının ardında karmaşık dinamikler, farklı nedenler var. Cemaat içinde bir sınıf çatışması yaşanıyor. Cemaatin ve Patrikhanenin yönetimi uzun süredir istediklerini patrik seçtirip istemediklerini görevden aldıran amiraların, ama özellikle sarraf amiraların elindedir. Cemaatin bütün kurumlarında onların sözü geçer. Ancak karar mekanizmalarında söz sahibi olmak isteyen ve cemaatin orta sınıfını oluşturan esnaf ve gittikçe önem kazanan tüccarlar, yurtdışında okumuş, aydınlanma düşüncesiyle beslenmiş, demokrasi, özgürlük, hürriyet fikirleriyle donanmış aydınlarla el ele verip cemaatin yönetim şeklinin değişmesi için mücadele verirler. Aslında yaşanan bir sınıf mücadelesidir. İltizam sisteminin önemini kaybetmesi, batılı sermayenin Osmanlı’ya girmesi, özellikle sarraf amiraların iktisadi gücünü zayıflatır. Nasıl Fransız Devrimi aristokrasinin yerine burjuvaziyi iktidara getirdiyse buradaki iktidar mücadelesinin ardında bir sınıf mücadelesi yatar.
Bunun yazılmasına kimler karar veriyor? Herhalde Padişah ve iktidar çevreleriyle temasa geçiliyor.
Osmanlı tarafına baktığımızda asıl olay Tanzimat’la başlıyor. Tanzimat’ın ana hedeflerinden biri devleti merkezileştirmek. Bu merkezileştirme çabasının bir uzantısı da 1860 Anayasası veya 1863 Nizamnamesi. Nizamname Osmanlı açısından idari mekanizmayı merkezileştirme çabalarının bir tezahürü. Bu arada 1856’da Islahat Fermanı yayınlanır, Ferman cemaatlerin idari yapılarında reforma gidileceğini söyler. Bab-ı Ali de bu nizamnamelerin hazırlanmasını ister.
Yani iktidardan talep geliyor, ‘Nizamname hazırlayın’ diye.
Evet, Rumlara da Ermenilere de, Yahudilere de gidiyor. Ermeniler ilk metni 1857’de yazıyorlar. Fakat Bab-ı Ali bunu ‘Devlet içinde devlet olmaz’ diyerek reddediyor. Ama Anayasacıların dediği o ki, aslında Bab-ı Ali’de etkili olan amiralar bunun reddedilmesini sağlıyor çünkü bu metinle o zamana kadar sözleri neredeyse kanun yerine geçen amiraların iktidarı ellerinden kayıp gidecek. Bunun üzerine yeni bir metin hazırlanıp onay için yeniden Bab-i Ali’ye gönderilir.
Nizamname 1860’ta yazılıyor ama 1863’te yürürlüğe giriyor. Üç yıllık bir boşluk var orada. Üç yıl boyunca ne oluyor Bab-ı Ali’de, inceliyorlar mı?
İnceliyorlar. Bab-ı Ali taslağı incelemek için bir komite kuruyor. Komite taslağı 1862 başında Bab-ı Ali’ye sunuyor. Yine bir komite kuruluyor. Bazı maddeleri değiştiriliyor. Bu arada Ermeniler ‘Nerede bizim anayasamız’ diyerek protesto gösterileri düzenliyor. Ancak cemaatin yönetimi konusunda yapılan ilk gösteri bu değil. 1848’de amiralar dönemin patriğini istifa ettirince, Ermeniler Kumkapı’da protesto gösterisi düzenliyor. Nizamnameden önce de kurullar, meclisler var, hem Cismani hem Ruhani, ama seçilmiş değil, atanmış kurullar bunlar. İşte bu kurullar toplantı halindeyken Kumkapı’da büyük bir gösteri düzenleniyor. Patrik Mateos Çuhacıyan halkın tarafını tutan biri, istifa ediyor ama yine halkın tarafında olan bir patrik başa geliyor. Aslında Tanzimat Fermanı’ndan 1860 yılına kadar çeşitli kurullar kuruluyor. Ama üyeleri atama yoluyla geliyor. Bu kurulların içine yavaş yavaş esnaf da dahil oluyor. 1840 yılında kurulan kurulla esnaf ilk kez milletin idaresine dahil ediliyor. Bu kurula bazı amiralar esnafla aynı seviyede olmayı reddederek katılmıyorlar. Esnafın yönetime katılmasının asıl yolu 1831’de açılıyor. Esnaftan cemaatin kurumlarına maddi olarak yardım etmeleri isteniyor. ‘Hangi esnaf hangi okula veya kiliseye yardım edecek’ konusunda kararlar alınıyor. Daha önce amiralar tarafından yerine getirilen bu göreve artık esnaf da dahil oluyor. Ama yönetim bir süre daha amiralarda kalıyor.
Nizamname 1863 yılında yürürlüğe giriyor. Nizamname ne getirdi? Biz hep ‘Cismani, Ruhani ve Umumi Meclisleri getirdi’ deriz.
Daha önce söylediğim gibi meclisler zaten var. Mesela, 1847’de benzer iki meclis toplanıyor. Üyeleri atama ile gelse de ya da ileri gelenlerin seçtiği kişiler olsa da, bu meclisler değerli bir tecrübe oluşturuyor Ermeniler için. Nizamname ile birlikte meclis halkın seçtiği kişilerden oluşacak.
Halk bir Umumi Meclis seçiyor, bu meclis hem Ruhani hem de Cismani Meclis’i seçiyor. Patriği de bu Umumi Meclis mi seçiyor?
Evet patriği de halkın seçtiği bu Umumi Meclis seçiyor, gerçekten demokratik bir sistem, patrik seçimle geliyor, yetkisini çeşitli kurullarla paylaştırıp iktidarını sınırlanıyor, fakat bir paradoks var; zira bu metne göre, Umumi Meclis de dahil olmak üzere, tüm meclis ve komisyonların başkanı yine patrik. Aslında bu durum Tanzimat’tan, hatta II. Mahmud’dan beri işleyen devleti merkezileştirme sürecinin bir parçası; bu süreç de Ermenilerin tarafına düşeni. Patrik Ermeni Milleti’nin zaten de facto başıyken bu durum Anayasa ile ilk kez resmi olarak dile getirilir. Görev ve yetkileri belirlenmiş meclis ve komisyonlarla yetki alanı daha da genişletilir.
Umumi Meclis nasıl seçiliyor? Koca bir İmparatorluk coğrafyasından bahsediyoruz.
Koca imparatorluk coğrafyasınca seçilmesi gerekiyor. Meclisi kilise cemaatleri seçecek. Fakat, Nizamname’ye göre İstanbul halkı kendi vekillerini seçerken, Anadolu’daki üyeler, yani Umumi Meclis’e seçilecek üyeler, o bölgelerin Umumi Meclisleri tarafından atanacak. Üstelik taşra temsilcilerinin kendi bölgelerinde ikamet etmeleri de gerekmiyor; ‘İstanbul’da yaşayanlar onların yerine seçilebilir’ deniliyor. Yani İstanbul’da yaşayanlar Anadolu temsilcisi olarak seçiliyor. Kendi vekilini seçme hakkı geliyor ama pratikte bu hak milletin bir kesimine yani İstanbul’da yaşayanlara veriliyor ve bu da İstanbul’un yüzyıllardan beri devam eden millet içindeki egemenliğini bir kez daha pekiştiriyor.
Anadolu kenara atılmış oluyor.
Yirmisi ruhanilerden olmak üzere, 140 üyeden oluşan Umumi Meclis’te Ermeni nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan taşra Ermenilerine sadece kırk vekil hakkı verildiğini göz önüne alırsak durum tam da dediğin gibi oluyor. Taşralı Ermenilere merkezi idarede seslerini duyurmalarına fazla olanak tanınmıyor. Aynı zamanda onları merkezi idarenin daha sıkı kontrolüne, denetimine tabi kılıyor.
Peki Nizamname ile birlikte kendi halindeki bir Ermeni’nin, diyelim işçi sınıfından biri, bağlı olduğu Tağayin Khorhurt [kilise yönetimi] aracılığıyla kendi iradesini yukarıya yansıtma ihtimali oluyor mu, yoksa her şey yönetim kurullarının ve seçkin kişilerin elinde mi kalıyor?
Taşrada çeşitli sorunların olduğunu örneğin Baronyan’ın yazılarından biliyoruz. Merkezileşmeden ve merkezin taşra üzerindeki kontrolünden bahsettim ama pratikte bunu uygulamak, bu kontrol ve denetimi sağlamak kolay olmuyor. Yöneticiler arasındaki çıkar çatışmaları, iktidar savaşları taşra halkını daha da korumasız bırakıyor. Bahsettiğin insanların gündelik hayatında büyük değişiklikler olmuyor. Ama taşradaki kurul üyelerinin hayatlarında değişiklik olabiliyor. Oranın ileri gelenleri, orada hem tağayin khorhurtlarda hem de oradaki yerel yönetim birimlerinde ve bürokraside görev alıyorlar. Aynı İstanbul’daki gibi. Tanzimat’ı izleyen yıllarda iktidar nasıl Saray’dan Bab-ı Ali’ye geçtiyse, daha önce iktidarlarını, ekonomik güçleri kadar Sarayla olan ilişkilerinden de alan amiraların yerini, Bab-ı Ali için çalışan Ermeni bürokratları yani “efendiler” alıyor. Mesela anayasanın mimarlarından Doktor Serviçen’in babası sarraf amiradır, kendisi ise, “efendi” yani bürokrattır. Batı’da merkezi devletlerin kurulmasıyla aristokratların bazen kendileri, bazen çocukları devlet görevlisi olarak karşımıza çıkar. Benzer bir süreç burada da yaşanıyor. Bu değişime bağlı olarak, Umumi Meclis’te amiraların sayısı düşerken bürokratların, aydınların tüccarların sayısı artıyor. Dr Serviçen “Biz amiralığı yıktık, siz de efendiliği yıkmak zorundasınız” derken meclisteki bürokrat egemenliğine karşı çıkıyordu.
Peki Nizamname’ye göre Patrik seçimlerini Umumi Meclis yapacak. Cismani Meclis ne iş yapıyor?
Cismani Meclis komisyonlar aracılığıyla milletin işlerini -eğitim, gayri menkullerin kontrolü gelir giderlerin idaresi gibi alanlarda- yürütüyor. Eğitim alanında önemli ilerlemeler kaydediliyor. Dünyevi işlerle artık Cismani Meclis ilgileniyor. Milletin idaresinde sekülerleşmenin önü açılıyor. Aslında bunu Osmanlı’da da görüyoruz. Yine II. Mahmut’tan başlayarak ulemanın gücü kademeli olarak sınırlanıyor. Aynı şey bizim ruhaniler için de geçerli oluyor. Şunu da söyleyeyim, Rumlar da böyle bir belge hazırladılar ama herhalde patriğin yetkilerini en fazla kısıtlayan Ermeniler oldu.
1863’ten sonra patriklik makamı ruhani bir makam olmakla beraber onu sivillerin seçtiği bir model oluşuyor. Sonuç olarak sivillerin ağırlığı artmış oluyor. Böylece de ister istemez patriğin Ermenilerin başı olduğu model güçleniyor.
Zaten bunu Nizamname açıkça söylüyor. ‘De facto’ (fiili) olanı ‘de jure’ (hukuki) haline getiriyor.
Dolayısıyla Patrik sadece ruhani konulardan sorumlu değil ama son sözü söyleyecek bir patrik var. Bu model aslında bugüne kadar yaşadığımız çalkantıların da bir sebebi diyebiliriz. Çünkü bir taraftan Cumhuriyet rejimi de bu modeli beğenmiş. Peki Cismani Meclis varlığını ne zamana kadar sürdürüyor?
Anayasa veya Nizamname’nin yürürlükte kaldığı sürece devam ediyor. Ama arada mesela Abdülhamit döneminde, İttihat ve Terakki döneminde anayasa nasıl rafa kalkıyorsa burada aksamalar oluyor.
1915’e kadar varlığını sürdürebiliyor mu?
Abdülhamit döneminde 1908’e kadar Osmanlı Anayasası bile yürürlükte değil. 1916’da İttihat ve Terakki, Nizamnameyi yürürlükten kaldırıyor. 1918’de yeniden yürürlüğe giriyor. Daha sonra Cumhuriyet’e geldiğimizde Cismani Meclis’in adı ‘İdari Meclis’ olarak değiştiriliyor, sürekli yetkileri kısıtlanıyor ve 1961’de tamamen kaldırılıyor.
Aslında Osmanlı’daki ilk meclisin 1878’de kurulduğunu hesaba katarsak, Ermeniler ilk demokratik atılımı yapmış ve millet olarak görülebilir.
Bildiğim kadarıyla seçimle gelen ilk temsili meclis Ermenilerin Umumi Meclisi’dir. Bu Meclis, bu topraklarda ilk seçimle gelen temsili organdır diyebiliriz. Zaten 1876 Anayasası’nın hazırlanmasında da 1860’ı hazırlayan Ermenilerin rolü oldukça önemlidir.
Peki 1863 yılından sonra bu formatla seçilen bir patriğimiz oldu. Dolayısıyla patriğin hem yetkilerini kısıtlamış olduk hem de ona güç vermiş olduk değil mi?
Anayasa tam da bunu yapıyor zaten. Ayrıca, Anayasa olarak adlandırılan 1860 taslak metninde Umumi Millet Meclisi ile ilgili maddelere ilk bölümde yer verilmişken 1863’de Bab-ı Ali’nin çeşitli değişikliklerle onayladığı Nizamname’de ilk madde Patrikle ilgilidir, Meclis ancak 57. Maddede kendisine yer bulur. Yani sembolik olarak da başta kimin olduğuna işaret ediyor Nizamname.
Şöyle bir durum var. Biz bugün yeni patriğimizi 1863 Nizamnamesi’ne olabildiğince bağlı kalarak seçmek istiyoruz ama bir Umumi Meclisi’miz yok aslında. Bu son zamanlarda çok gündemde olan bir konu çünkü seçime Değabah (Patrik Kaymakamı) yoluyla gitme talebi var toplumun, haklı olarak. Peki biz 1863 Nizamnamesi’ne geri dönebilir miyiz, Umumi Meclisimiz veya Cismani Meclisimiz olabilir mi? Bunlar geride kalmış ve bir daha dönülmeyecek olan konular mıdır?
Teorik olarak dönmek tabii mümkün. Ama buna devletin izin vermesi gerekiyor. Teorik olarak ‘olmaz’ diye bir şey yok. Cismani Meclis ortadan kalktıktan sonra aslında her seçimde sadece o seçim için bir kerelik seçilmesine izin veriliyor. Halk oylarıyla Cismani Meclis seçiliyor, ruhaniler de katılıyor ve bir tür Umumi Meclis oluşuyor ve Patrik seçiliyor. Seçimin ardından Meclis kendini lağvediyor. Bu dediğim 1961 ve sonrasında oluyor. Cismani Meclis kalkıyor ama Patrik seçimlerinde, bir anlamda, bir kerelik izin veriliyor.
Evet 1961 yılından sonraki seçimde delegeler bir türlü Cismani Meclis oluşturmuş oluyor. Ama hemen dağılmak şartıyla. Peki diyelim bu konuda hükümet ile mutabakata varıldı. Bizim 1863’teki gibi sürekli görev yapacak bir Cismani Meclis’e ihtiyacımız var mı?
Tek bir kişinin yönettiği ve sorumluluk aldığı bir sistem ile bu sorumluluğun paylaşıldığı bir sistem arasında önemli farklar var. Bunun olması bence patrikler için de yararlı olacaktır. Onlar da sorumluluğu paylaşacaktır.
Biraz patrik kavramını da konuşsak mı? Farklı patrikler gördük biz son 50-60 yılda. Haçaduryan, Şınorhk Kalustyan, Kazancıyan, Mutafyan gibi patrikler. Farklı karakterler. Mutafyan sonrası süreçte “Evet bizim patriğe ihtiyacımız var ama nasıl bir patrik?” sorusu çoğu kişinin kafasını kurcalıyor. Bizim patrik modelimizi de düşünmeli miyiz, millet başı gibi anlaşılan ve devletin de öyle muamele ettiği bir patrik modelinin üzerine düşünmeli miyiz yoksa bu sistem aslında halkın da sevdiği bir sistem ve bunun devam etmesinde hiçbir mahsur yok mu?
Aslında bu konuda bizim herhangi bir katkımız olacağını daha doğrusu olabileceğini düşünmüyorum. Bu karar devletin vereceği bir karar. Bu konuda Ermenilerin fikrinin sorulacağını sanmıyorum. Belki birkaç kişininki hariç. Osmanlı’dan beri patrik zaten milletin başı olarak görülüyor. Bugün dahi bu topluluklar birer dini cemaat olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla patrikler de bu cemaatlerin lideri, temsilcisi olarak görülüyor.
Ama benim son 10 yıl içinde gördüğüm bir konu var. Ermeni toplumunun yönetim süreçlerine katılım yolları çok aşındı ve Mutafyan’ın sağlığının bozulduğu süreçte kimi Ermeni toplumu üyeleri ‘Bir şey değişmiyor, ben bu işten sıkıldım’ diyerek uzaklaşıyor ve bütün bu işler sınırlı kişilerin elinde kalıyor ve onlar bu süreci yönlendiriyor. Toplum artık sanki bu işin çok az içinde, eskisi gibi değil.
Mesrob Badriark’ın seçilmesini düşün, orada halkın çok büyük bir katılımı olmuştu. Bildiğim kadarıyla daha önceki seçimlere göre en yüksek katılım oranı yakalanmıştı. Farklı bir dinamizm, başka bir atmosfer ortaya çıkmıştı. Böyle bir rüzgâr yeniden eserse hem seçim sürecine halkın katkısı artacaktır, hem de seçime katılım oranları artacaktır. Eğer halk dayatmalar yoluyla iradesine ambargo koyulduğunu düşünürse seçimden de cemaat kurumlarından da uzaklaşacaktır.
Patrik konusunu şundan ötürü tartışmaya açmak istedim, çünkü devlet, patriği Ermenilerin temsilcisi olarak gördüğü sürece her türlü meselede ondan beyanat bekliyor ve bu beyanatlar siyasi oluyor. Siyasi beyanat olunca toplum ile Patrikhane arasında da zaman zaman kopuş oluyor. Toplumun patriğe yüklediği bir anlam var ve bu zamanla aşınıyor. Bunun bir çözümü olmayacak mı? Ya da nasıl olacak?
Şunu düşünelim, belki 1970’li yıllarda patriklerin yaptığı o açıklamalara halkın büyük bir kesimi karşı çıkmıyordu. Tarihin ve toplumun kendilerini yerleştirdiği konumu sessizce belki de çaresizce kabullenmişlerdi. Farklı konuşulabileceği, farklı bir duruş sergilenebileceği akıllarından bile geçmiyordu. Akıllarından geçse bile yüksek sesle ifade edemiyorlardı. Değişim 1990’lı yıllarda geldi. Mutafyan farklı bir söylemin mümkün olabileceğini gösterdi. Daha sonra Agos kuruldu, Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra cemaatten farklı “sivil” sesler çıkmaya başladı. Cemaatin homojen, tek sesli, tek görüşlü bir yapı olmadığı anlaşıldı.
‘Yeni Patrik için hayat hiç de kolay olmayacak’
Şöyle bir durum da var, 1970’lerde, 1960’larda olmayan. Şimdi Facebook, Twitter, İnstagram gibi platformlar var, insanlar kendi fikirlerini orada beyan ediyor, herkes kıyasıya eleştiriliyor ve bir teknoloji çağındayız. Parlamentoda bu konularda gayret gösteren bir vekil var, Garo Paylan’ın attığı adımlar önemli, bir önceki dönemde Selina Doğan’ın da çalışmaları oldu. Dolayısıyla evet 10 yıldır patriğimiz yok ama bundan sonra seçeceğimiz patrik için de hayat hiç kolay olmayacak.
Olmayacak. Derler ki ‘Birinin hastalanıp ölmesini istiyorsan onu İstanbul Ermeni Patriği yap.’ Çünkü sürekli ‘hassas dengeleri’ gözetmek, her sözünü tartmak zorunda olan, ne söylerse söylesin, sözleri mutlaka her kesim tarafından kıyasıya eleştirilecek bir pozisyon bu. Böyle bir makama kim gelmek ister ki? Ama tespitin çok doğru. Her şeyin herkes tarafından tartışıldığı bir ortamda patriklerin de özellikle cemaat tarafından daha fazla eleştirileceği muhakkak. Ancak öte yandan, farklı seslerin ortaya çıkıp, farklı sözlerin duyulması patriklerin sözünü sözler arasında bir başka söze indirgediğinden üzerlerindeki baskı hafifleyebilir de.
Dolayısıyla çağın getirdiği yeni bir dönemle karşı karşıya kalacağız. Seçilen patrik her kim olursa olsun artık ruhani konulardaki otoritesinin dışında siyasi konulardaki otoritesi hep sorgulanacak. Hem devlet, hem toplum hem yurtdışı tarafından hep dikkatle izleneceği bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim. Hatta geçen aylarda Katolikos II. Karekin protesto edildi.
Aslında siyasi otoritesi sorgulanan, protesto edilen patrikler bu toplumun tarihinde hep vardı. Patriklik önemli bir makam. Onu kontrol altında tutmak isteyenler ve buna karşı çıkanlar hep oldu. Osmanlı’nın son döneminde siyasi çalkantılar patriklerin değişmesiyle sonuçlandı.
Gelelim bugüne. Şu son dönemde Başepiskopos Ateşyan ‘Değabah seçimine gerek yok’ diye bir tavır aldı. Sivil kuvvetler devreye girdi ve sonucunda İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Patrikhane’ye geldi ve ‘Sizin Değabah seçmeniz lazım’ dedi. Şeklen tuhaf bir durum oldu ama sonuçta bir Değabah seçimi yapılacak. Bütün bu tablo içerisinde son durumumuzu nasıl görüyorsunuz?
Patriklik Osmanlı’da dini olduğu kadar siyasi bir kurum. Bu yüzden devlet zaten hep var, hep vardı. Ama bir de cemaatin kendi iç sorunlarını çözemeyip devleti yardıma çağırması, hakemlik talebinde bulunması söz konusu. Kendi sorununu kendi arasında çözmüyor, dönüp devletten müdahil olmasını istiyor. Bu da eski bir alışkanlık. Patrik Çuhacıyan’ın görevden alınması için Mustafa Reşit Paşa’yı devreye sokan, onu istemeyen amiralardı.
İlk yorum yapan siz olun