Episkopos Sahak Maşalyan
Sevgili kardeşlerim ve kızkardeşlerim,
Müteveffa Mesrob Badriark Hayrımızın kırk Badarağını ve Hokihankisdini yapmak bu güne nasip oldu. Patriğimizin vefatının Kilise takvimimizin en kutsal günlerine denk gelmesini Yüce Tanrı’nın bir lütfu olarak değerlendiriyoruz. Çünkü Büyük Oruç ve Arevakal törenleri boyunca rahmetlinin ruhu için sürekli dua yükseltik. Belki başka bir zamana denk düşseydi kendisini bu denli yoğun bir şekilde anmak mümkün olmayacaktı.
Mesrob Badriark gibi şahsiyetler hakkında konuşmak hiç de kolay değil. Çünkü çok yönlü ve zengin kişiliği bir elmas gibi hep farklı ışıltılar ve pırıltılar sunuyor bize. Ben onun hakkında her düşündüğümde ve konuştuğumda yeni bir ışıkla bir başka yönünü keşfediyorum. Mesrob Badriark, hakkında on dakika konuşulacak ve birkaç sayfada tüketilebilecek biri değil elbette. Onun için kitaplar yazılmalı. Daha doğrusu bizim için yazılmalı o kitaplar. Böylesine değerli bir hayat tarihin karanlığında yitip gitmesin diye. Gelecek nesillere bir deniz feneri olsun diye.
Benim onu tanıdığımda 26 yaşında genç bir rahipti. Ama hep olgundu, hep ağırdı, hep ağırbaşlı. Olduğundan hep daha büyük gösteriyordu. En göze çarpan özelliği, bulunduğu yerde fark edilmesiydi. Sessiz duruşunda bile bir albenisi vardı. Karizma dedikleri şey bu olsa gerek. Ona yaklaşan herkes cezbeden bir auranın içinde buluverirdi kendini.
Hep iddialıydı. Büyük işler için yaratılmıştı. Bulunduğu her ortamda, “ben buradayım işte” dedirtirdi. Lider olmak, fark edilmek için doğanlardandı. O hep kocaman bir taş gibi olmak isterdi göle atılan. Dalgaları uzak sahillere vursun, işleri ve ismi bilinsin, fark yaratsın, kitleleri sürüklesin ve parmağıyla ufukları göstersin isterdi. Yıldızlar olsun isterdi sözlerinde.
Kabına sığamayan bir enerjisi vardı. İstanbul hiçbir zaman ona yetmedi. Dünyanın ne kadar büyük olduğunu gayet iyi biliyordu. İstanbul kadar iyi tanıyordu Yeruşalim’i, Etchmiadzin’i, Roma’yı, New York’u ya da Los Angeles’ı. Oralarda da tanınıyordu aynı zamanda. Bir ordu dolusu dostu ve sevenleri vardı dünyanın her yerinde. 1999 depreminden sonra onunla beraber Amerika’ya gittik yardım toplamaya. Öyle güzel bir ünü vardı ki on gün içinde bir milyon iki yüz bin dolar topladı. Geldi ve köhnemiş patrikhaneyi yeni baştan yarattı.
Sözlerine ruhunu katabilen kabiliyetli bir hatipti. Önce kendini tutuştururdu, sonra dinleyenlerini. Tanrı sözüne susamış İstanbul cemaati için kısa zamanda bir fenomene dönüştü. Gedikpaşa Kilisesindeki perşembe akşamı vaazlarında bir daha zor erişilebilecek bir başarıyı yakalamıştı. Kapalı Çarşı bir nehir gibi ona doğru akıyordu. Niceleri gözyaşlarıyla dinliyordu onu. Yaşamları değişiyor, aileleriyle birlikte kiliseye bağlanıyorlardı. Ermeni halkına ve kilisesine getirdiği yeni bir sözü ve iddiası olduğuna inanıyor ve tüm olanaklarıyla bunu duyurmaya çalışıyordu. Şarkısı yarım kaldı. Ne yazık! Ama olsun. Mozart’ın Requiem’i gibi çağlara miras kalacak bir yarım şarkı onunkisi de. Mesrob Badriarkın ömrüyle bestelediği bu şarkıyı biz söylemeye devam edeceğiz.
Bir aziz tembel Hristiyanların suratına haykırıyordu. “Kuru duayı bırakın. Ağaç isteyen tohum eker”. Mesrob Badriark tohumlar ekti insanların ruhlarına. Onlardan çoğu ağaç oldu çoktan, meyveye durdu. Bazen ölümlerden hayat fışkırır, kabir çiçekleri gibi. Patriğimizin ölümü onu sevenleri ortaya çıkardı. Özellikle elinden su içmiş, sofrasında ekmek yemiş çocuklar ve gençler gözyaşlarıyla koşuştular. Son kez onun için bir şeyler yapmak için yanıp tutuştular. Badriarkımız için dillere destan bir cenaze töreni düzenlediler. Bugün tekrar buradalar. Mesrob Badriark’a son vazifelerini yerine getirmek için. Teşekkür ederiz. Ama gençler, Mesrob Badriark’a son göreviniz tabutuna bir el atmak ve onu mezara taşımak değildir. Onun diktiği tohumları ve ağaçları sulamak ve büyütmektir. O bizim için yaşadı. Biz de onun idealleri için yaşayabilmeliyiz.
Bir ayakkabı firması uzak bir adaya birbirinden habersiz iki kişiyi saha araştırması için gönderiyor. Birisi firmaya şöyle bir mesaj çekiyor: “Burada iş yapmamız imkânsız. Çünkü bu adada hiç kimse ayakkabı kullanmıyor. Yalın ayak dolaşıyorlar.” Diğerinin mesajı ise şöyle: “Derhal bir gemi dolusu ayakkabı gönderin. Bu adada hiç kimsenin ayakkabısı yok. Büyük bir pazar bizi bekliyor.”
Mesrob Badriark pek çoklarının ümitsiz olduğu noktaları kendine bir misyon alanı olarak seçti. Ekilmemiş bakir tarlaları sürdü. Unutulmuşları hatırladı ve hatırlattı. Çocuklarla ve gençlerle başladığı insan avcılığını, onların ailelerini de işin içine katarak genişletti. İyimser ve pozitif bir ruhtu ve bu ruhu başkalarına bulaştırarak bir başarı öyküsü yarattı. Hep yeni alanlar keşfetti. Hep yeni bir buluşla halkının karşısına geçti. Hep gündemdeydi. Bazen çiçeklerle karşılandı halkı tarafından, bazen şimşeklerle. Ama o yılmadı. Hep doğru, hep haklı olduğuna ilişkin tuhaf bir özgüvene sahipti. Biz o yıkılmaz zannediyorduk. Öylesine güçlü, öylesine dev gibiydi. Ama Dostoyevski’nin dediği gibi, “Biz kendi planlarımızı yaparken, kaderin de kendi planları varmış. Unuttuk.”
Mesrop srpazanın talihsiz hastalığında bile büyük dersler saklı. Hemen bir ikisini sayayım.
Öncelikle halkının kalbinde öylesine kalıcı bir yer etmişti ki, komadayken bile insanlar ona patrikliği yakıştırıyorlardı. O yaşarken bir başkasının patrik olmasına hepimizin bilinçaltı duygusal bir tepkiyle karşı duruyordu. Belki bu yüzden insanlar o yaşarken başka bir patrik için yeterince bastırmadılar. Hani derler ya, ölüsü bile yeter. Öyleydi.
Zor günler kendi kahramanlarını yaratır. Mesrob Badriark’ın çileli günlerinde cemaatimize ve hatta tüm insanlığa fedakârlık örneği olacak Badriarkımızın muhterem valideleri Mari Mutafyan dikkatleri çekmeye başladı. Herkes ondan söz ediyordu. Adanmışlığıyla Patriğin hep başucunda duran koruyucu meleği oldu. Annelik neymiş, nasıl olurmuş hepimize gösterdi. Haçın dibinde oğlunun haçlanışını duayla seyreden Meryem Anamız gibi on yıl boyunca şifası olmayan bu büyük eleme ortak oldu. O bu yükü sevgiyle ve sabırla taşıdı. Bu büyük darbeyi mukadderat olarak gördü ve tevekkülle Tanrı’nın iradesine teslim oldu.
Sevgili Diramayr, bir oğul verdin ama karşılığında bir halkın da annesi oldun. Bunca yıl patriğimizin şifası için edilen dualara hep seni de kattık. Senin için sabır, senin için güç ve esenlik diledik. Senin için dua etmeye devam edeceğiz. Her başarılı erkeğin ardında bir kadın durur, derler. Biz bu muhteşem insan, Mesrob Mutafyan’ın arkasında duran kadını sende tanıdık. O senin oğlundu. Genlerini, terbiyesini, imanını ve dürüstlüğünü senden aldı. Teşekkür ediyor, hürmet ve saygıyla eğiliyoruz önünde. Tekrar başınız sağ olsun.
Jean Sebastian Bach ölüm döşeğinde, ağlayan dostlarını gördüğünde onlara, “Benim için ağlamayın. Ben müziğin doğduğu yere gidiyorum” demişti. Bizim rahmetli de nasıl severdi müziği. Bir sohbette, böylesine aktif ve yoğun bir yaşamı nasıl kaldırabildiği sorulduğunda, “Ben müzikle rahatlıyorum” yanıtını vermişti. Gerçekten o hayatı güzel bir şarkı gibi gördü. Öğrettiği şeylerin en başında hep ilahiler, Ermenice halk şarkıları ve Gomidas Vartabedin ezgileri vardı. Şimdi müziğin doğduğu ülkeye gidiyor. Melek korolarının anlatılmaz güzellikteki ilahileri eşliğinde hep hizmet ettiği Göksel Babasının evine doğru yola çıkıyor. Bize ise el sallamak, güle güle git demek düşüyor.
Güle güle git sevgili Mesrob Badriark, manevi huzurunda seni anıyoruz. Dualarımız seninle. Bak, halkın senin için tekrar toplanmış bir arada. Hepsinin dualarını, sevgi gözyaşlarını, sımsıcak anılarını topluyor ve ruhuna rahmet çelenkleri olarak sunuyoruz. Nurlar içinde uyu. Dünyasal elemlerin sevince, emek ve gözyaşların göksel mutluluğa dönüşsün. Tanrı tüm günahlarını affetsin, tümüyle arındırsın ve ruhunu Kendi huzuruna kabul eylesin. Sen de bizleri affet ve bizler için bulunduğun mekanlarda dua etmeyi sürdür, lütfen. Tekrar görüşene dek Hisus Krisdos’ta esenlik içinde uyu.
Asdvadz Hokin lusavore. Luyseru meç bargi.
Episkopos Sahak Maşalyann
27 Nisan 2019, Kumkapı, Meryem Ana Kilisesi
İlk yorum yapan siz olun