İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘İşimi bıraktım ama elimde gurur duyduğum bir roman var’

‘Bir Daha’, iş yaşamının neredeyse her adımını deneyimlemiş ve yazarlık serüveninde de birbirinden farklı türlerde kalem oynatmış Hakan Yel’in yeni romanı. Arafta kalmış bir babanın, deli gibi özlediği oğlunu arayış macerası… Aynı zamanda ‘kendine has bir İstanbul efendisi’ olan martının gözünden kuşbakışı bir şehir manzarası… Hakan Yel ile hem yazarlık sürecini hem de dokuzuncu romanı ‘Bir Daha’yı konuştuk.

İlk kitabınızın yayımlanmasının üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçti. Geriye baktığınızda yazarlık anlamında nasıl bir yol kat ettiğinizi görüyorsunuz?
Aslında on dört yıldan fazla oldu. İlk kitabım “Sultana Dokunmak” önce 2014’te kendi imkânlarımla yayınlandı ve yanlış basımdan dolayı neredeyse tamamı çöpe gitti. Onu yazmaya 2000 yılında başladığımı da göz önünde bulundurursak on sekiz yılı geride bırakmış oldum. 
Dönüp baktığımda zorlu ve yıpratıcı bir yol görüyorum. Buna rağmen geldiğim yerden memnunum. İlk başladığımda hayallerimin, cümlelerimin zamana yenik düşmemesini diliyordum. Kendi dünyamda kendimce endişelerim vardı işte. Aslında böyle bir temenni ile yola çıkmanın beni zora sokacağından haberim yoktu. Çok okunmayan ya da tanınmayan bir yazar olmakla bu kadar uzun süre baş etmek de ayrı bir mücadele oldu. Sınırlı bir çevre haricinde hiç kimsenin takdirini kazanmadan yazmaya devam etmek hakikaten yıpratıcı bir deneyim. İnsan, ne olursa olsun takdir istiyor, alkış istiyor. Bunlar olmadan sessizlikte bir başına ilerlemek çok zor. 
Geçenlerde yeni romanımın çıkacağını söylediğim bir dostum “Valla helal olsun sana, maddi ya da manevi karşılığını alamadığın halde nefesin bitmedi, hala yazıyorsun!” dedi. Doğru, nefesim derin çıktı. Bununla var olmak istedim. Nitekim bugün hâlâ Sultana Dokunmak romanı okunabiliyor ve okur dönüşü tetikliyor. Ekrana düşen “Sultana Dokunmak” başlıklı bir posta, yıllardır görmediğin eski bir dostla karşılaşmak gibi beni heyecanlandırıyor. Bunu görmek tabii ki zihnen ve ruhen beni tatmin ediyor.

Yazarlık nasıl bir süreç sizce? 
Yazarlığın da çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemleri olduğuna inanan biriyim. Bu bakımdan hep daha iyisini nasıl yapabilirim anlayışında oldum. Gözümü ustalara diktim. Geniş bir yelpazeyi okumaya çalıştım. Böylece okumayı, yazmanın önüne aldım. Kitap yazmışım, yazar olmuşum ne okuması diye kendime efelenmedim. Okudum, okudukça ne kadar yüzeyde dolaştığımı gördüm, korktum. Daha derine inmek için çırpındım. Hâlâ da çırpınıyorum. Elimden geldiğince herkesi okumaya ve nasıl yazdıklarını, dilimizi ne kadar verimli kullanabildiklerini anlamaya uğraşıyorum. Ustaları okudukça da henüz yazarlığın kalfalık dönemini sürdüğümü düşünüyorum. 
Özellikle “Gam” romanı benim yazarlığım açısından önemli bir kilometre taşıdır. Bu romanda “Şey” kelimesini kullanmadan derdimi anlatmaya çalıştım. Klişe bir konuyu, kendi gözümden, kendi kurallarımla yazmayı başarınca tatmin oldum. Sayın Doğan Hızlan, gazetedeki köşesinden “Gam” romanını okurlarına tavsiye edince artık çıraklıktan mezun olduğuma kanaat getirdim. Elbette bu işareti çok önemsedim. Yaratıcı yazarlık bunalımlarına girdiğim dönemlerde hep dönüp bu işarete baktım ve ilerlemek için güç aldım. 
Bugün içinde bulunduğum yerden bakınca zorlama bir dilim olmadığını, kendi tarzımı yaratabildiğimi ve bunu geliştirmeye gayret ettiğimi memnuniyetle görüyorum. Umarım asgari okur da benim gibi düşünür ve teveccühü ile beni doğrular.

Farklı türlerde yazmayı tercih ediyorsunuz. Bu bir yazar için kalıplara hapsolmamak anlamına mı geliyor? 
Dürüstlükle söyleyebilirim ki bir yazar için olabilecek kötü durumlardan biri de kendini tekrarlamak, yaratıcılığının tükendiği ya da aslında salt bir fikirden ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir. Ben yazarlığa girerken bir okur olarak bu tespiti zaten yapabilmiştim. Konuşulan yazarlardan bazılarının kitaplarını okuyunca bunu görebildim. Bu tıpkı karikatürize bir tipin sürekli aynı hikayeleri anlatıp insanları sıkmasına benziyor. Okur için sevimsiz olan durumun yazar için etkisi daha korkunç olur diye düşünüyorum. Çünkü okurun kitap ile ilgili gelişen ilişkisinde canı acımaz ama yazar her halükarda duygusaldır, tepki dalgalarına karşı aşırı kırılgandır. Böyle bir durum tespiti yaptıktan sonra oturup sürekli ajan romanları ya da sürekli aşkı anlatan romanlar yazamazdım. Bu en başta kendi canımı sıkmak olurdu. Nitekim benim de her okur gibi okuduğum romandan sıkılma hakkım saklıdır. Yazarın yazdığı romandan sıkılması kadar absürt bir mesleki hastalık olabilir mi?
Diğer yandan ben zaten hayatı fırtınalarla geçmiş, sıradan sayılamayacak kadar badireler atlatmış bir insanım. Dolayısıyla hayatın her yönünü anlamaya gayret eden bir karakterim var. Bazen bütün gün bir kulübede sıkışıp kalan bir güvenlik görevlisinin iç dünyasına dalıyorum bazen bir profesörün itinayla büyütüp beslediği egosuna, bazen bir siyasetçinin yalanlardan oluşan dünyasını ailesiyle nasıl dengelediğine bazen de bir hayvanın düşünebileceklerine uzanmaya çalışıyorum. Kendimi hep bir gözlemci olarak konumlandırdığımdan hem objektif kalabiliyorum hem de hiç bir akıma kapılmıyorum. 
Hayatın tüm renklerine uzanmaya çalışıyorum. Bu yüzden bundan on sekiz yıl önce ‘Sultana Dokunmak’ romanında, geçen yıl gerçekleşen Ortaköy’deki gece kulübüne yapılan radikal saldırıyı yazabiliyorum. Ya da 1914 yılında Erzurum kırsalında bir Türk ve bir Ermeni köyü arasında yaşananları kurgulayabiliyorum. Engelli olan bir gazinin nefretten aşk yardımı ile kurtuluşunu da bunun için kaleme alabiliyorum. Ben hayatın tüm renklerine ulaşamayacağımı biliyorum ama elimden geldiğince onlara açık kalmak için çırpınıyorum.

http://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/isimi-biraktim-ama-elimde-gurur-duydugum-bir-roman-var-41158093

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın