Vercihan Ziflioğlu
Gazeteduvar’daki ‘Av Partisindeki Patrik’ başlıklı Rober Koptaş imzalı yazıyı okuyunca zihnimde Kemani Sarkis Efendi’nin “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime” isimli unutulmaz şarkısı yankılanmaya başladı. Ne mânidar bir eser!
Öyle bir ‘yankılandı’ ki, ben ‘beynimdeki düğmelerin yerini’ bulup o şarkıyı susturamadım. İşin kötü yanı ‘ahvalimize’ ağlayacak kimse de yok… Yayamın hafızama kazınan eleği gibi salladıkça ‘dökülüyoruz’. İşin gerçeği aslında ‘sallamaya’ dahi gerek kalmadı.
Yazının etkisi mi, yoksa şarkının ‘umutsuz’ sözleri mi beni bu hale getirdi! Ya da git gide yok olmaya yüz tutan bir toplumun ‘son çırpınışları mı’ bilmem!
Şarkı yankılandıkça zaman içerisinde hüzünlü ve özlem dolu bir yolculuğa çıktım. Önce Rober Haddeciyan’ın ‘kapısını’ çaldım. Arkasından durmadan ‘kapıları çalmaya’ devam ettim.
Çalınıp da ardına kadar açılan o kapılardan, Arto Çümbüşyan, Zahrad, İkna Sarıaslan, Yervant Gobelyan, Kristin Saleri, Rupen Maşoyan, Paskal Törenli, Garbis Horasancıyan, Marlen Çümbüşyan, Der Daron Kahana Siraganyan ve daha niceleriyle sımsıkı birbirimize ‘sarıldık’, yaşadığımız bir ‘kötü düştü’ diyerek…
Bir an Sarkis Efendi’nin ezgileri ‘susar gibi oldu’, kurtuldum sandım! Çünkü o güzel eşsiz kalemlerin ardından sahneye Norayr Daduryanlar, Nıver Silahlılar, Jıbdun Çilingiryanlar, Ayda Aslanoğulları, Raffi Kayaerler, Vera Çıkınoğluları, ve burada adını sayamadığım daha nice genç idealist beyinler çıktı!
Bu bir düş olmalıydı, öyleydi zaten ama ben kendimi gerçek olduğuna inandırmaya çabaladım… Çünkü ‘elekte’ artık elenecek bir şey de bırakılmadı, kalmadı! Var olan tek şey sayenizde ‘özlem’!
Ortak umudumuz ‘gelecekti’
Üniversiteli idealist Ermeni gençler yaşımın küçüklüğüne bakmadan beni de kattılar aralarına. Başımızda İstanbul Ermeni toplumunun gerçek entelektüellerinin yol göstericiliğinde düştük bir ‘sevdanın’ peşine. Sevdamız Batı Ermenicesiydi, sevdamız kendi insanlarımızdı!
Öyle su köpüğünden değildi bizim önderlerimiz, hepsi deyim yerindeyse gerçek bir ‘pusula’! Sonradan ‘sosyalist’, ‘solcu’, ‘marksist’ vs de olmamışlardı. Anadolu’daki başka toplulukların kültürlerinden de gelmiyorlardı. Ait oldukları kimliğin önemini çok iyi biliyorlardı, velhasıl ‘kültürel asimilasyon, erozyon’ da yaşamamışlardı!
Her cumartesi, pazar tek bir randevumuz vardı adı Nor San! Paramız da ortaktı, masamız da… Öğrenci insanın ne kadar parası olabilir ki cebinde!
Aslında bizim ortaya koyup bölüştüğümüz şey ‘yaşam umuduydu’, ‘birlikte üretme sevdası’ ve ‘gelecekti’. İtiraf edeyim her şeyin daha iyi olacağına ve hataların telafi edileceğine inancımız vardı.
Yaşıtlarımız hafta sonları diskolarda eğlenip, Levi’s 501’leriyle ‘hamburger’ dükkanlarında vakit öldürürken, Ermenice ne işimize yarar bize ne derken bizler o yaşlarda ‘gelecek’ ve Batı Ermenicesi uğruna zorlu bir savaş veriyorduk.
O zaman ortadaki ‘pastanın dilimlerinden’ henüz herkes habersizdi! Sonradan ‘lezzetinin’ farkına varıldı.
Şen kahkalarla gelen, ağlatan ‘Agos’
Sonra ne mi oldu? Sonra şen kahkahaları ve neşesi odaları dolduran bir ruhani çıktı ortaya. Oysa bizim bildiğimiz ruhanilerle öyle ‘arkadaş’ gibi konuşulmazdı!
Bu sefer de Nor San ‘komününün’ yolu sık sık Patrikhane koridorlarıyla kesişmeye başladı.
Kimler yoktu ki, henüz patriklik koltuğuna yükselmemiş olan Mesrop Mutafyan’ın yanısıra, Luiz Bakarlar, Rupen Maşoyanlar, Hrant Dinkler ve niceleri.
Şen kahkahalar arasında ‘ciddi’ bir fikir atıldı ortaya. Neden bir gazete yayımlanmasındı? Neden İstanbul Ermeni Cemaati geniş toplum katmanlarına anlatılmasındı? Halihazırda bu işi omuzlarına yükleyecek gençler de vardı! O günlerin ve daha sonrasının birinci elden tanığıyım…
Vizyonu, eğitimi ve tecrübeleriyle Mesrop Mutafyan ve arkadaşları bir gazetenin doğuşuna bizim şahitliğimizde önderlik ediyorlardı.
Ve henüz ismi konmayan bir gazete olan Agos için, deyim yerindeyse bir ‘yemin’ vardı. Gazetede hep gençler söz sahibi olacaktı, dönüşümlü yönetilecekti ve asla kişi adı ön plana çıkmayacaktı. Misyonunu tamamladığında ‘kapanacaktı’, birkaç yıl ömür biçilmişti, bütçe de çok azdı.
Hummalı çalışmalar başladı, Mesrop Mutafyan’ın fikir önderliği ettiği gazete tüm karşıt fikirlere karşın doğdu.
Sonra hepimizin bildiği gibi bir sürü olay yaşandı. Patriklik koltuğuna yükseldiği için Mesrop II saf dışı bırakıldı. Hesapta ‘dinle’, ‘devlet’ yani cemaat işleri ayrılmalıydı!
‘Kimsenin ismi ön plana çıkmayacak’ denirken Agos ‘kişi ismiyle’ anılan bir gazete olup çıktı. ‘Ermeni Cemaati’ni geniş toplum katmanlarına anlatacak derken bambaşka ‘meseleler’ anlatılır oldu.
Uyarılar, uyarılar ve uyarılar. Sonuç itibariyle Agos yola çıktığı ideolojiyle ‘ters düştü’. Kurucu ekip kırgın bir şekilde birer ikişer gazeteyle yollarını ayırdı.
Biz gençlerse körpecik omuzlarımızda beş kuruşsuz ve sosyal güvencesiz taşıdığımız, sabahlara kadar emek sarf ettiğimiz Agos’la hayal kırıklıklarıyla vedalaştık.
Kendi adıma verdiğim emekten dolayı pişmanım… Çünkü, bizler daha güzel bir gelecek hayal etmiştik, böylesine bir ‘yabancılaşmayı’ değil! Dahası kendi insanlarımızın eliyle ‘incitildik’.
Cemaat ‘parçalara’ ayrıldı
Masal acı sonla bitti. Neredeyse bir asır boyunca politikadan uzak duran bir cemaat ‘politik bir kimliğe’ soyunur oldu. Ve saatli bomba misali her şey ‘elimizde’ patladı.
Öyle bir ‘patlama’ yaşandı ki cemaati bir daha ‘bir araya gelmemek’ üzere ‘parçalarına’ ayırdı.
Kötü masalın sonunda Hrant Dink bir suikaste kurban gitti. Mesrop II hayatının baharında ‘yaşamdayken’ ölümü tattı. Hem de ‘ölümlerin’ en fecisini.
‘Hrant Dink’in arkadaşları’ gibi bir oluşum Mesrop II için oluşturulmadı. Malum pasta küçüktü, kimse kendisine ‘trajediden’ pay çıkarıp kişisel kariyerine basamak da yapamazdı!
Binler, ‘Hepimiz Mesrop II’yiz diye de yollara da dökülmedi. Bir genç adam öylece ‘ölümün soğuk nefesine’ terk edildi.
Yetmedi kiliselere pankartlarla protestocular salındı. Kutsallarımız çiğnendi. Herkes bir ‘patrik seçimi’ sevdasına düştü.
Unutmadan bir yanda da ‘sivilleşme’ hülyaları sardı. Bu cemaatin bazı kesimlerinde ‘Meşrutiyet Sendromu’ bir türlü dur durak bilmedi.
Geldiğimiz noktada kimsenin bize bir kötülük yaptığı da yok, düşman aramaya da hacet yok. Kendimize en büyük ‘kötülük’ ve ‘düşman’ yine biziz, bundan daha kötüsü olabilir mi? Artık bir gelecek hayali dahi yok bizler için…
Çöküyoruz arkadaşlar!
Daha yazılacak ne kadar çok şey var. Her ayrıntı tarihe titizlikle her yönüyle not düşülecek kimsenin kuşkusu olmasın. Fakat artık bu pay kapma yarışını ve ‘suçlu’ arama ‘sevdasını’ bir yana bırakarak.
Çünkü sizin deyiminizle ‘av partisinde’ aradığınız ‘Patrik’, Mesrop II’nin kendisi değil! Eğer suçlu aranıyorsa büyük tabloya dahil olan herkese mitleştirmeden bir göz gezdirmek ve muhasebe yapmak elzem… Zaten ancak hataları masaya yatırarak çözüm bulabiliriz, başka türlüsü mümkün değil. Kimse tek başına ‘suçlu’ ilan edilemez.
Omuzlarımızda şimdi eskisinden de ağır ve gittikçe ‘taşınması’ zorlanan bir yük var! Sen ben kavgasıyla çöküyoruz arkadaşlar!
Vakit daha fazla geç olmadan Habil’le Kabil kavgasına, sınıflar arasında çıkar çatışmalarına bir son verme ve ölçüp biçerek fikirlerimizi beyan etme zamanı.
Unutmadan avlanmak yüzlerce yıllık tarihi geçmişe sahip aristokratik bir uğraştır. Belirli bir külliyatı da vardır… Dikkat edelim de duvar gazetelerinde bu cemaat adına ‘av partileri’ düzenlerken, ‘avlanan’ olmayalım.
Hem neden başka mecralarda kendinizi ifade etmeye çabalıyorsunuz ki, fikirlerinizi beyan edebileceğiniz bir zamanlar Genel Yayın Yönetmenliğini de yaptığınız Agos var. Kapıları her daim sizlere ve sizin gibi düşünenlere açık, diğerlerineyse zaten geçit vermiyor!
İlk yorum yapan siz olun