Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu’nun kaleme aldığı “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri” makalesi, geçtiğimiz Haziran ayında İstos Yayın’dan çıkan ve derlemesini Haris Rigas’ın üstlendiği “Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları” kitabının bir parçası olarak yayınlandı. Farklı yaş gruplarından ve sosyoekonomik sınıflardan, kadın-erkek toplam 19 kişiyle yaptıkları görüşmelerden yola çıkan çalışmaları üzerine konuştuk. Sohbetimizin ikinci bölümü yarın yayınlanacaktır.
Kitabın İstanbul tanıtımı 10 Kasım Cumartesi günü İstos Kafe’de, saat 16.30’da gerçekleşecek.
Makalenizde azınlıkların geniş toplum tarafından homojenlermiş gibi algılandıklarını, hatta geçmişteki akademik çalışmalarda da bu şekilde analiz edildiklerine değiniyorsunuz…
Özgür: Bütün çalışmalar öyle değil tabii; ama zaten bu alanın açılması ve özellikle akademik çalışmaların tarih, siyaset bilimi alanlarından biraz daha niteliksel çalışmalara, interdisipliner alana kayması yaklaşık son 10 senede oldu. Sıradan bireylerin seslerine daha fazla duyarlılık gösterilmeye başlandı. Ama genel kabul o şekilde evet; o klasik ‘bizim güzel azınlıklarımız’ denirken özellikle belli stereotipleştirmeler var.
Anna Maria: Şunu da ekleyeyim, bu tek tip homojen görmeden kastımız diğer çalışmaların yanlış bir metodolojiyle yapılmış olması değil. O çalışmalara özellikle geçtiğimiz 10-15 sene boyunca çok ihtiyaç vardı. Gayrimüslimlerin ortak bazı talepleri, ihtiyaçları vardı; bunlar dile getirildi. Ama daha derine inildiğinde faklı talepleri ve içlerinde yaşadıkları ayrışmalar, ayrıca kendilerine özgü sorunları olduğu görüldü. Mesela ilk etapta yapılan çalışmalar amaçları belki bu olmasa da sanki gayrimüslimler sadece Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden oluşuyormuş gibi bir kalıpla yapıldı, ya da böyle algılandı. Daha sonra buna açıklık getirildi. Özellikle Baskın Oran, “Lozan’da bu kast edilmiyor” dedi çok güzel bir şekilde altını çizerek.
Peki azınlık toplumları kendi aralarında nasıl ayrışmalar gösteriyor?
Özgür: Ben kendi tezim için yaptığım görüşmeler sırasında bir Ermeni veya Rum’la konuşurken bile kendi aralarındaki sosyal-kültürel farklara vurgu yapan yorumlar alıyordum. “Bütün Yahudiler zengindir zaten” algısı var mesela. Ermeni cemaatinin kendi içinde de çok net bir şekilde buna benzer ayrıstırıcı yorumlar çıkmıştı: Anadolu kökenli Ermeniler ve İstanbul kökenli Ermeniler arasındaki sosyal katmanlaşma, buna örnek gösterilebilir. Hala da Kurtuluş’ta, Yeşilköy’de oturan bir Ermeni’yle mesela Samatya’da oturan bir Ermeni arasındaki o sosyokültürel farklılaşmayı çok açık bir şekilde gözlemliyorsun. Bunun sebebi aslında basitçe doğu-batı dikotomisi: kendini kentli ve daha modern görme. ‘Biz şehirliyiz, kentliyiz, daha modern bir hayatımız var, daha entelektüeliz, onlar daha köylü’ ayrımı. Yahudi cemaatinin içinde de Aşkenazlar ve Sefaradlar arasında olan bir şey bu zamanında; artık nüfus Sefardileştiği için bundan bahsetmek mümkün değil. Rumlarda özellikle Mübadele sonrasında İmroz’dan İstanbul’a göç edenler veya çoğunluğu zaten Anadolu kökenli olan, Kayseri ve civarından gelenler ve İstanbullu Rumlar arasında da bu sosyal ayrışma var. Bu ayrışma daha çok kültürel bağlamda. Genel Türkiye coğrafyasında da gördüğümüz köylü-kentli ayrışması bu. Anadolu kökleriyle eşleştirme söz konusu. Kendini modernitenin taşıyıcıları şeklinde hiyerarşi katmanında üst seviyeye koyma…
Anna Maria: Azınlıkları biraz daha mercek altına aldığımızda, aslında kendi aralarında da Türk toplumundan çok farklılaştıramayacağınız, Özgür’ün örneklendirdiği köylü-kentli ayrımı var; bunu her birinde görüyorsunuz. Antakyalılarda bile… Antakya merkezdeki Rumlar, Hatay’ın bir köyü olan Samandağ’daki Hristiyanları daha köylü, kendilerini daha kentli görüyorlar. Dolayısıyla azınlıkların heterojen yapılara sahip oldukları aşikar.
Özgür’ün tezinden çıkan sonuçlardan biri de Türkiye’deki farklı gayrimüslim azınlıkların arasında bir kopukluk olması. Birbirilerinin sorunlarından haberdar değiller, empati göstermiyorlar. Bu durum doğal mı, birlikte hareket etmeleri gerekir mi?
Anna Maria: Sayılar bu kadar azalmışken birlik olmak gerekli tabii ki. Ama her toplumun farklı duruşları oluşmuş geçmişte. Tarih boyunca en fazla eleştirel ve talepkâr yaklaşmış olan sanıyorum Ermeni toplumu. Ben zamanında kendi tez görüşmelerimi yaparken öyle bir yorum almıştım. Hep bir yayın organı olmuş Ermenilerin, hep bir okulu olmuş.
Özgür: Aslında Rumların da olmuş, hatta daha da eski… Ama Ermeniler daha politikler. Daha mücadeleciler.
Anna Maria: Bugün Rumlar çok azaldığı için bu politik duruşu onlarda pek göremiyoruz. Ermeniler nispeten kendi içlerinde de toplumsal olayları tartışırken daha eleştirel ve çözüm üretmeye yönelik şeyler yapmaya çalışıyorlar. Musevilerde bunun daha az olduğunu görüyoruz. Devletle daha az çatışan bir üslup sergiliyorlar. Farklı sebepleri var bunların. Dolayısıyla bu farklı duruşlarla bir araya gelmek bazen zorlaşabiliyor azınlıklar için. Ama ben bir gayrimüslim olarak bu davranışı anlamakta güçlük çekiyorum; bu kadar az kalmışken bu biraz kendi ayağına sıkmak gibi oluyor. Oysa azınlıkların birlik olup daha yapıcı çözümlerle ortaya çıkabileceklerini düşünüyorum hala.
Özgür: Kesinlikle haklısın, ama bana çok da anlaşılır geliyor. Çünkü bu azınlık psikolojisi. Hepsi bir şekilde bir hayatta kalma stratejisiyle hareket ediyor. Hepsinin ayrı ayrı ciddi mağduriyetleri var. Bu da hep bir içe kapanmayı getiriyor. En dramatik nüfus kaybı Rumlarda olduğu için en nostaljik yaşayan ve en görünmez olan, iyice korumacı davranan onlar. Yahudi cemaati için zaten bilinen bir şey bu… Gerek devletle olan ilişkisi, gerek isimlerde bile daha çok Türk ismi kullanmayı tercih etmeleri ve Türkçeyi kullanmaya özen göstermeleri buna örnek. Osmanlı’dan gelen anadilleri Ladino’yu bırakarak daha fazla Türk gibi olmaya özen göstermişler. Bunun da tarihsel sebepleri var. Binlerce yıl kendi toprağından sürülmüş dünyanın dört bir tarafına diasporaya dağılmış bir toplum olarak, bir şekilde ailede kuşaklar boyu o kültürel benliği inanılmaz ayrıcalıklı bir şekilde korurken, yani ‘kültürel Yahudi’ diyeceğimiz kimliği aktarırken, bir taraftan da içinde bulunduğu topluma entegre olmaya çalışmışlar. Yani o ikisi arasında inanılmaz kırılgan bir çizgideler ve aslında çok iyi idare ediyorlar. Ama bir yandan özellikle gençlerle beraber bu da sorgulanır bir hale geldi. “Niye biz hep daha sessiziz?” İşte kayadez felsefesi… “Niye daha sessiz kaldık; niye sustuk? Bak Ermeniler Agos’ta nasıl çatır çatır yazıyor…” Rumlarda da dediğimiz gibi demografik dezavantajdan dolayı çok bir hareket yok. Niye bu toplumlar bir araya gelemiyorlar, bir empati yok? Bence bu tamamen bir azınlık psikolojisi. Kendini koruma ve toplumda varlığını devam ettirme içgüdüsü.
Anna Maria: Bir de eskiden gelen bir refleks bu tabii. Her toplum kendi içinde kapalı kutu, kız alıp verme bile çok az ve birbirini tanımıyorlar; önyargılar üzerinden hareket ediyorlar. Hayattan örnekler vereceğim: Bizim ailede de mesela Süryaniler’in eli biraz daha sıkı diye geçer… Her toplumun birbiri hakkında böyle olumsuz diyebileceğimiz birbirine yaklaşmayı engelleyen görüşleri var. Gittikçe azalıyor tabii. Şimdi karma evlilikler yapılıyor; aileler de birbirlerini tanıyorlar. Yahudi’yle Rum evleniyor, farklı kültürleri tanımış oluyorlar; yakınlaşma sağlanıyor. Çok az kaldıktan sonra bütün bunların ufak çapta da olsa yakınlaşmalar sağladığını düşünüyorum.
Kitaba dönecek olursak, Rum terimi zaman içinde farklı anlamlar taşımış ve bu bir karmaşıklık yaratabiliyor. Bunu kısaca açıklar mısınız?
Anna Maria: Rum kelimesi geniş bir kavram, Bizans’tan, Roma İmparatorluğu’ndan geliyor. Bu topraklarda yaşayanları kastediyor. Hatta zamanında Rum terimi, Ermeni’yi de kapsıyormuş.
Özgür: Millet-i Rum dendiği zaman orada millet dinsel temelde alınıyor.
Anna Maria: Evet, Katolikler de işin içine giriyor Gregoryenler de… Antakya bölgesinde yaşayan Rumlar İslam’ın yayılmasıyla beraber Araplaşıyorlar. Dilleri Araplaşıyor, kültürleri Araplaşıyor ve 9. Yüzyılda “Arap din adamı yollayın bize” diye bir talep olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla halk artık Arapça konuşuyor deniyor. Sonuç olarak Antakya kökenli topluma baktığımızda, dinen Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı ama Arapça konuşan bir cemaatten bahsediyoruz. Buna paralel olarak İstanbul’da da farklı bir gelişme yaşanıyor: Rum toplumu iyice küçülüyor ve Anadolu’da da azalıyor. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber sadece İstanbul’a sıkışıyor ve Rumluk eşittir İstanbulluluk gibi anlaşılıyor. Evet, Antakya’da yaşayan insanlar Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlılar, ama Rumlar mı dediğimizde hangi Rum’u kastediyoruz? Bugün İstanbullulukla özdeşleştirilen, yeniden inşa edilmiş Rum tanımını mı, yoksa 13. 14. yüzyıl tanımını mı?
Makalenizde bu soruna nasıl yaklaşmayı tercih ettiniz?
Anna Maria: Bizim sorumuz “Bu insanlar Rum mu Arap mı?” değildi. Bir iddia ortaya sürmedik. Zaten köken meselesiyle ilgili çok az çalışma var, birbirleriyle de çakışıyorlar.
Özgür: Bizim meselemiz şu an yaşayan insanların kimliklerini nasıl algıladıkları, algının nasıl farklılaştığı, hangi alanda farklılaştığı.
Anna Maria: Konuya sosyolojik açıdan yaklaştık. Bugüne geldiğimizde kendini Rum olarak tanımlayan, “Ben Rum Ortodoks’um” ya da “Ben Arap Hristiyan’ım” diyen, ya da “ben Arapça konuşan Rum Ortodoks’um” diyen, kendini farklı şekillerde tanımlayan bir cemaatle karşı karşıyayız. Bu tanımlamalar doğru ya da yanlış diye değerlendirilmemeli, çünkü hepsinin farklı göndermeleri var. Kendine “Arabım” diyen, kendini İstanbullu Rumlukla özdeşleştirmediği için mi bunu söylüyor yoksa Arapça konuştuğu için mi? Herkesin kendi gerçekliği ve kendi ifadesi daha açıklayıcı, o yüzden biz de gittik bu insanlar kendilerini nasıl hissediyor, bugünün İstanbul’unda nasıl tanımlıyorlar onu sorduk bu çalışmayla.
İlk yorum yapan siz olun