İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Masallar ve Gerçekler

Prof. Dr. İsmet Emre
15 Ağustos 2018, 00:00

Masallar sadece çocuklar için midir? Çocukluğunu bırakıp gitmek ve bir daha oraya dönmemek ne kadar insanidir?

Gecenin karanlığını alıp götüren, en zifir vakitleri bile sonuna kadar ışığa boğan masallar, bir vakitler sadece çocukların kolundan tutup yukarı çıkarmaz, onu anlatan büyüklerin üzerindeki ağırlığı bile alır, hayatı alabildiğine hafif bir akışa dönüştürürdü. Masallar gidince hayat da gitti sanki. Biz masallara inanmayı bırakınca yeni bir çağa girmek değil de yeni bir gezegene taşındık sanki…

Bir zamanlar büyüsek bile çocuk kalma şansımız vardı elbette. Hayatı; vakti gelene kadar yaşanan, vakti gelince yükünü omuzlayıp yola çıkılan bir süreç olarak görürdük. Ne güzel bir misafirhaneydi dünya…

Sabah uyanır; sanki ömür o günden ibaretmiş gibi hayatın içine sıkıca sokulur; havayı sonuna kadar içimize çeker; toprağa sonuna kadar sıkı basar; ağaca yastıkmışçasına sırtımızı dayar; yemeğe bir festivalmişçesine oturur; öğleyi, ikindiyi, akşamı rahmetle geçirir; gece olunca da kendimizi masalların merhamet dünyasına bırakır; göz kapaklarımızı düşlerimizin kanatlarına terk eder, serin sularmışçasına kendimizi uykunun kollarına bırakır; derin uykulara dalardık…
Sınırlar yoktu, ülkeler yoktu; imparatorluklar, savaşlar, kitle imha silahları o kadar yok, öylesine uzaktı ki… Bunlar, olsa olsa masalların içindeki kötü, korkunç; dünyanın kenarında duran, hiçbir zaman adımlarını dünyamıza atmayan, atmayacak olan hayali şeylerdi. Devler, sadece insanları kovalar, uzak ülkelere alır götürür ama asla vahşi cinayetlerin kurbanı haline getirmezdi onları. Irmaklarını kurutmaz, suyollarını değiştirmez, evlerini başlarına yıkmaz, onları açlığa terk etmez, belki soyut bir korku salar, çeker giderdi.

Ben yoktu, öteki yoktu; küçük, kulaktan kulağa yayılan, hikayeden aşağı inmeyen kötülükler vardı bir zamanlar. Kötülükler vardı elbette, başlar ve biterdi. Doğal afet misali, bir kasırga gibi, apansız gelen bir felaketmişçesine, yukarıdan aşağı inen, kuzeyden güneye yayılan ordulardan bahsedilirdi. Bağları talan ederler, evleri yakıp yıkarlar, insanları öldürürler, çeker giderlerdi sonra. Düşman, kötülüğünü yapar, giderdi ve onun ardından güneş yeniden doğar, yağmur yeniden yağar, bağ bahçe yeniden yeşerir, insanlar evlerini onarır, tarlalarını sürer, baharın başak veren buğdaylar yazın yeniden sararır, harman yerleri yeniden şenlenir, kötülük geride kalırdı, felaket geride kalırdı ve hayat kaldığı yerden devam ederdi. Her felaketin mutlaka bir sonu, her gecenin mutlaka bir sabahı vardı. İçimizdeki sabır sayesinde kötülük ya henüz gelmemiş olan ya da geride bıraktığımız bir şeydi, hikayeye dönüştürdüğümüz, kendisinden ders almayı düşündüğümüz bir şey…
Dinsel ayrılıklar da mezhebe özgü farklılıklar da bir kapıdan ötekine buharlaşır gider, kapı komşusunun şöyle ya da böyle oluşu insanların akıllarına bile gelmezdi. Kimi Kürt, kimi Türk, kimi Ermeni, kimi Arap’tı komşularının ve güler geçerlerdi. İnsanlık elbisesi genetik kimliklerin çıplaklığını örterdi. Kimse kimsenin kapısına çarpı işareti koymaz, kimse kimseye yan gözle bakmaz; ötekinin dini, fikri, cinsi cibilliyeti enseyi yarıp yüzüne yerleşmezdi. Birbirine takılır geçerdi aynı şehirde yaşayan, o şehri dünyanın tamamından ibaret sanan insanlar. Kürt Hasan, Türk Hüseyin, Arap Mustafa, Gavur İsmail derlerdi birbirlerine ve isimler o kadar iştahla, öylesine inanılarak söylenirdi ki sıfatlar onun gölgesine bile sığınmaya cesaret edemezdi. Aynı mahallede yaşar, yan yana yollarda yürür, birbirine sınır tarlalarda çalışır, aynı çeşmeden su içer, ayrı ibadethanelere gider, düğünlerde, ölümlerdeyse birbirinin kapısını çalar, hüzünlerini ve sevinçlerini paylaşırdı birbiriyle insanlar, bir zamanlar…
Çocuklarının yanında konu komşusunu çekiştirmez, çocuklar da büyüyene kadar ötekinin ne olduğunu sorup sual etmezdi. Farklılıklar sevinçlerin ardında varlıklarını sürdürür, nesilden nesle türün devamını sağlardı. Her tür, her cins, ötekinin sınırlarına karışmadan, yan yana akan sular gibi zamanın içinde akar gider, neslini devam ettirir dururdu. Biri ötekini kendisi gibi olmaya, kendisi gibi düşünmeye zorlamaz, varoluşu kendi akışına bırakırdı. Demokrasi yoktu, özgürlük yoktu, çok kültürcülük yoktu, ben-öteki yoktu lafızda ve bunların hepsi yüreklere kazınmış olarak, hançereye eklemlenmiş olarak vardı, her yerdeydi. Masalları bile birbirine benziyordu bu insanların bir zamanlar, isimleri değişiyor ama işlevleri aynı kalıyordu ve hiçbirinin masalında öteki ötekileşmiyor, hiçbirinin masalında öteki küçük düşürülmüyor, aşağılanmıyor, kötülenmiyordu. Herkes kendi dilinde, olay örgüsü aynı olan masalları kendi çocuklarına anlatıyor, o masallarla büyüyen insanlar, dünyayı masalmış gibi tahayyül edip onun dışına çıkmıyordu.

Sonra bir gün geldiler, önce masallarını ellerinden aldılar bu insanların, sonra sıfatlarını hatırlattılar birbirlerine, masalın yerine gerçeği koydular, kendi gerçeklerini… İsimlerini unutturdu, sıfatlarını belirginleştirdiler. Hasanlar, Hüseyinler, İsmailler gitti yerine Türkler, Kürtler, Ermeniler kaldı. Türkler, Kürtler, Ermeniler zaten özgürdüler, zaten hayatın içindeydiler, zaten komşuydular, zaten sevinçte ve kederde birdiler, beraberdiler. Özgürlük kavramını verip özgürlüklerini ellerinden aldılar, komşuluklarını bitirip yerine sitelerini koydular, araya çitler ördüler, sevinçlerini aldılar yerine düşmanlık tohumlarını ektiler, çekip gitmediler üstelik. Bir zamanların işgalcileri gibi yağmalayıp dönmediler yurtlarına. İçlerine girdiler, içlerine gizlendiler, içsesi oldular bu insanların ve kurulan her cümlenin ilk kelimesini fısıldadılar kulaklarına, isimlerini yok etti, sıfatlarını dolaşıma çıkardılar. Cümlelerin içiyle dışı birbirine karıştı, cümlelerin zahiri ile batını arasındaki mesafe açıldı. Kodlarıyla oynadılar bu insanların insanlıklarının ve sadece tarlaya ektikleri tohumun mayasını değil, sokaktaki selamlarının bile genetiğini bozdular, gitmediler üstelik, gitmiyorlar. Buradalar, içimizde, ha bire gökyüzünden aşağı nifak tohumları atıyorlar. Masallarımızı çaldılar; önce roman gönderdiler bize, sonra radyo, televizyon, bilgisayar, cep telefonları attılar ruh tarlalarımıza. Sohbetlerimizi aldı; sloganlar, ideolojik kavgalar ektiler onların yerine; kanaat önderlerimizi aldı, ceo’lar, parti başkanları, sivil toplum örgütü liderleri püskürttüler üzerimize… Sağımıza, solumuza, her yerimize şeytani ayrılık tohumları ektiler ve gitmediler. Buradalar; aramızda, hatta içimizde; omurgamızın orta yerinde, iliklerimize kadar sokuldular. Şimdi artık gitseler bile kan üreten iliklerimizden çıkıp bizi bize yan baktıracak sayısız ayrılıklar bırakmış olacaklar.
Hayallerimizi aldılar, yerine gerçeklerini koydular, kendi gerçeklerini… Çeklerini, dolarlarını, kırmızı suratlarını bilgisayarlarıyla, cep telefonlarıyla, televizyonlarıyla dolaştırıp duruyorlar göğümüzde. Ah bir elektrikler gitse, ah bir karanlığımızı parıldatan masallarımız gelse. Masallarımız, mesellerimiz, misallerimiz…


http://www.milatgazetesi.com/masallar-ve-gercekler-makale,125808.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın