Mustafa GENGEÇ
10 Nisan 2018, Salı
Satırlarıma, bir hayat hikâyesiyle başlamak istiyorum:
Çok seneler evvel küçük bir kız olan Refia Hanım’ı, bir sabah, evinin bahçesinde oynarken Ermeniler tarafından kaçırılmış. Feryat figan ağlayan, kanlı gözyaşları döken çocuk tam anlamıyla bir Ermeni olarak yetiştirilmek üzere Marsilya’ya götürülmüş ve bir Ermeni manastırına kapatılmış. Mazlum, müdafaasız bir çocuk, ama bu çocuk kendisini korumanın silahını bulmuş: nesebini, yani kim olduğunu, unutmamış.
Çaresizce manastır usullerine uyan, Ermenice öğrenen, Hıristiyan olan ve tabii adı bile değiştirilen Refia Hanım, her gece yatağına yatıp yorganını başına çektiğinde: “Benim adım Refia, ben Türk ve Müslüman’ım” dermiş. Deniz kenarındaki evlerinin hayalini kurup, annesini babasını düşünürmüş. İsimlerini sessizce anar, ağlaya ağlaya uykuya dalarmış. Her gece söylenen bu ifadeler hiç değişmemiş. Günler seneleri, seneler günleri kovalamış. Refia Hanım genç bir kız olmuş. Görünüşüne göre bir Ermeni kızı, ama o yine her gece: “Benim adım Refia, ben Türk ve Müslüman’ım” demeye devam etmiş. Günlerden bir gün manastıra Türk düşmanı olan ve safkan bir Ermeni kızıyla evlenmek isteyen bir Ermeni genci çıkagelmiş. Allah’ın işine bakın, bu genç Ermeni, manastırda yaşayan o kadar Ermeni kızının arasında bula bula “safkan Ermeni”dir diye Refia Hanım’ı bulmuş… Hayır deme şansı olmayan Refia Hanım o gençle evlenmek zorunda kalmış ve Paris’e yerleşmişler. Evin içinde Ermeniler, dışında Ermeniler, konu komşu herkes Ermeni. Refia Hanım, her gece yine içinden: “Benim adım Rafia, ben Türk ve Müslüman’ım” diyormuş. Topu topuna yedi kelime, bu arada Refia Hanım’la Ermeni kocasının üç çocukları olmuş. Çocuklar büyümüşler, kocaman olmuşlar. Refia Hanım kocasının Paris’te bulunmadığı bir yılbaşı gecesi çocuklarını bir sofranın etrafında toplamış, yemekler yenmiş, gülüp eğlenmişler. Nihayet vakit saati gelmiş. Refia Hanım, çocuklarına: “Şimdi beni iyi dinleyin” dedikten sonra ağır ağır cesaretini toplayıp hayatının sırrını ifşa etmiş: “Benim adım Refia, ben Türk ve Müslüman’ım”. Gözleri fal taşı gibi açılan ve donup kalan çocuklarına deniz kenarındaki evlerini, annesini, babasını ve hayal meyal hatırlayabildiği her şeyi anlatmış. Hep beraber, sabahlara kadar ağlamışlar.
Birkaç sene sonra çocukları artık yaşlanmış olan annelerini Türkiye’ye getirmişler ve Refia Hanım’ın ailesini aramaya başlamışlar. Araya araya, sora sora Gemlik’te yaşayan akrabalarını bulmuşlar. Refia Hanım’ın hasreti tam manasıyla dinmemişti, ama öz vatanına dönmenin sevincini yaşar. Çocukları da akrabalarını ve Türkiye’yi çok sever ve İslâm dinini araştırırlar. Çocuklar aile albümlerine annelerinin bir Türk ve Müslüman olduğunu yazarlar ve soy kütüklerine de bu bilgiyi geçirirler.
Bu garip hayat hikâyesinden çıkartılacak çok çok dersler var. İnsanın başına her şey gelebilir. İnsan her şeyini kaybedebilir; ama bir tek şeyi korumayı bilmelidir. O da insanın nesebi ve kim olduğunu unutmaması. Refia Hanım nesebini ve kimliğini unutmamak için gösterdiği bu çaba, her türlü övgünün üstünde bir şey, inanın yazacak cümle bulamıyorum. Şayet Refia Hanım nesebini unutsaydı. Çocukları belki de Türk insanını tanımayacak, babaları gibi ömür boyu Türk ve Müslüman düşmanı olmaya devam edeceklerdi; İslam’ı da tanıma şansını elde edemeyeceklerdi. Annelerinin kimliği de bir meçhul olarak kaybolup gidecekti.
İnsanın diğer insanlarla kuvvetli bir bağ kurmasına yarayan meşhur olmuş iki yol vardır: Biri kan bağı, ikincisi ise evlilik yoluyla akraba edinmek.
Nesep: Akrabalık, soy, baba tarafından olan soy bağlantısı; çocuğu ana-babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eden bir İslâm hukuku terimidir.
Ailenin kendisine dayandığı en güçlü dayanaktır. Aile fertleri bununla birbirine hısımlık, kan, biri diğerinin cüz’ü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Çocuk babasının bir parçası, babası da onun bir bölümü olur.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da neseple ilgili önemli bir mesaj vermektedir:
“İnsanı bir çeşit sudan yaratıp ona nesep (soy sop) veren evlilik yoluyla akrabalık bağları kuran da O’dur. Şüphesiz senin rabbin sınırsız kudret sahibidir.” (Furkan Sûresi:54) Şu halde insanın sudan (meniden) yaratılması ve soy sop duygusu verilen ve bu özelliklere sahip olan bir varlık olması, onu diğer canlı türlerden ayıran en önemli özelliklerden birisidir. Çünkü insan odur ki kimin oğlu, kimin kızı, kiminle evli, kiminle akraba olduğunu bilir ve kendini bunlara nispet eder.
Kur’ân’ın yüce mesajından ve Refia Hanım’ın hayat hikâyesinden yola çıkarak, her insan sülalesini, atalarının, soylarının ve neseplerinin hangi millette dayanıyor, bilmek ve sorgulamak elbette tabi hakkıdır. Aynı zamanda, bu insanî ve fıtrî bir duygudur. Neden fıtrîdir derseniz? Bunun için çok örnek vermek mümkündür. Bu bağlamda hayatın içinden birkaç örnek vermek istiyorum: Bir ailenin bebekleri dünyaya geldiğinde, hemen annesinin ve babasının nüfus kaydına geçirilir. Neden? Nesebini korumak, kim olduğunu belgelemek, bunu pekiştirmek için hısım akraba ve tanıdıklarına bu çocuğun kendilerine ait olduğu çeşitli vesilelerle tanıtılır. Aile katılan bu yeni üyenin resimleri albümlerle süslenir. Günlükler tutulur. Doğum günleri tertiplenir. Sonra sünnetler, düğünler, akraba arasında yemekler, bir araya gelmeler, bütün bunların arkasındaki gerekçe: Soy sop, aile ve kan bağının olması ve bunun canlı tutulmasıdır. Öyleyse; nesep bir ailenin temelidir. Nesep ağaca benzer. Köke, gövdeye bağlı olan dallar, yapraklar, çiçekler nasıl ağacın canlılığına delil iseler, yapısı sağlam olan bir nesebin fertleri de o nispette sağlam, o nispette gür olur. Her fert kökenine mensubiyetiyle varlığını sürdürür. Bu anlayış asla bir ırkçılık değildir. Sadece aile bağlarının kuvvetlenmesi, kişi kim olduğunu bilmesi ve kimliğini korumasıdır. Tıpkı Refia Hanım gibi.
Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın çok anlamlı şu sözleriyle bitirmek istiyorum: “Evet, ben neseben ve hayatça avam (halk) tabakasındanım. Ve meşreben (mizaç) ve fikren müsavat-ı hukuk (hukuk eşitliği) mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şevkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın (üstün sosyal sınıf) istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tamme (eksiksiz tam adalet) lehinde, zulüm ve tagallübün (zorbalık, üstün gelme) ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.”
http://www.yeniasya.com.tr/mustafa-gengec/nesebi-muhafaza-edebilmek_458589
İlk yorum yapan siz olun