Ömer Turan ve Güven Gürkan Öztan’ın birlikte kaleme aldıkları ‘Devlet Aklı ve 1915: Türkiye’deki “Ermeni Meselesi” Anlatısının İnşası’ İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitap 1918’den 2015’e kadar Türkiye’de ‘Ermeni Meselesi’ anlatısının nereden nereye geldiğini çarpıcı bir dille anlatıyor. Turan ve Öztan ile kitaptan yola çıkarak, özellikle günümüzde ‘Ermeni Meselesi’ konusunda siyasi ve bürokratik aktörlerin tutumlarına ve söylemlerine uzanan bir söyleşi yaptık.
Kitabın adından başlayalım. Devlet aklı kavramını açar mısınız?
Ömer Turan (Ö.T.): Biz bu kitapta temel olarak, 1918-22 Mütareke döneminden başlayarak Türkiye’de farklı dönemlerdeki hükümetlerin Ermeni Soykırımı konusunda nasıl bir gündem ve nasıl bir pozisyon belirlediklerini anlatmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken ayağımızı bastığımız kavramsal çerçeve ise ‘devlet aklı’ kavramı. Bununla kastettiğimiz şu: Devlet aklı adına konuşan aktörler aslında sıradan insanların, bizlerin düşünme biçimlerinin dışına çıkarak farklı bir düşünme biçiminde kendi bakışlarını şekillendiriyorlar. Sadece bakışlarını değil aynı zamanda hamlelerini de şekillendiriyorlar. Bir şekilde devletin çıkarlarını her şeyin üstünde görüp, devletin hamlelerini gündelik ahlak kodlarının dışında konumlandırıyorlar. Dolayısıyla devletin bekası için yapılacak her şeyi meşru görüyorlar. Ve çevrelerine baktıklarında herkesi dost ve düşman ayrımı içerisinde değerlendiriyorlar. Dolayısıyla pek çok konuyu ‘güvenlikleştirerek’ ele alıyorlar. Bu çerçevede, ‘Ermeni Soykırımı-Tehcir’ gündemi de devlet aklı için çok önemli bir gündem maddesi haline geliyor. Bizim kitabımız 1918-2015 dönemini kapsıyor. Bu dönemde de aslında imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde Türkiye’de devlet aklı açısından 1915’in son derece kurucu bir unsur olduğunu söylemeliyiz.
Güven Gürkan Öztan (G.G.Ö.): Devlet aklı aslında eskiden çok daha sık kullanılan bir kavramsallaştırmaydı. Bu kitap, devlet aklını toplumsal ilişkilerden ve güç dengelerinden bağımsız düşünmemek gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla bir yandan toplum içinde sermaye grupları, mülk transferleri dahil olmak üzere çeşitli güç odaklarının ortaklaştığı pozisyonlarla devletin çıkarlarını ortaklaştırmak için bir anlatı kurarak toplumsal ilişkileri dönüştürme bağlamında çok temel bir lokomotif işlevi görüyor bu kavram. Elbette kişilerden bağımsız değil ama kişiler kadar süreçlerle ilişkili olarak düşünülmesi gereken bir kavram. Devlet aklı, bu bağlamda en çok öne çıkan kavram olmakla birlikte biz bunu devlet kapasitesi, kurucu sözleşme gibi konuyu zenginleştirebilecek başka kavramlarla birlikte kullanmaya özen gösterdik. Özellikle Emvâl-i Metrûke tartışmaları doğrudan devlet kapasitesiyle ilgili bir tartışma. Kurucu sözleşme ise sürekli yenilendiği ölçüde toplumda kendini avantajlı hisseden kesimlerin siyasete eklemlenmesini sağladığı için 1915 Ermeni Soykırımı bağlamında kurucu niteliğe sahip bir kavram. Bu üç kavramı birleştirerek konuyu tartışmaya çalıştık.
Kitabın giriş ve birinci bölümünde, Türk miliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti için Ermeni’nin ‘kurucu öteki’ olduğunu belirtiyorsunuz. Kurucu unsur, aslî unsur kavramları özellikle Kürt meselesi bağlamında sık sık kullanılıyor. Ama ‘kurucu öteki’ kavramı sık karşılaştığımız bir kavram değil. Kurucu öteki kavramını açar mısınız?
Ö.T.: Tehcirden hemen sonra bunun aslında büyük bir günah olduğu, herkes tarafından biliniyor. Hem elitler hem de sıradan halk bunu biliyor. Bu günahla yeni bir düzen nasıl kurulacak? Aslında bu günahın mağduru olanlar birdenbire son derece şüpheli bir pozisyonda görülmeye başlanıyor. 1915’ten sonra, hem Mütareke hem de Milli Mücadele dönemlerinde son derece önemli bir gündem maddesi bu. Biz Milli Mücadele’nin Sivas Kongresi gibi farklı aşamalarına baktığımızda temel derdin aslında Anadolu’daki kadim Hıristiyan halklara yönelik nasıl bir düzen kurulacağı ya da onlardan nasıl ayrışılacağı olduğunu görüyoruz. Onların geri dönüş talepleri ya da mağduriyetlerine ilişkin ne söylenecek, nasıl bir düzen kurulacak? Zamanında Doğan Avcıoğlu da yazmıştı. Kuvayı Milliye’nin doğuş sürecinde Ermenilerin dönüş olasılığının engellenmesi önemli bir amaçtır. Bunlar zamanla unutulabiliyor ama biz bu kitapta bunları daha kapsamlı, uzun süreli bir çerçeveye oturtmaya çalıştık. Şunu da söylemek gerekiyor. O aşamada Rumlar ve Ermeniler ötekileştirmeye tâbiler. Ama daha sonra 1930’larda Ankara’nın Yunanistan’la diplomatik ilişkilerinin iyileşmesi sonucunda kurucu öteki olarak Ermeniler neredeyse yalnız kalıyor. 1920’lerde Mustafa Kemal’in söylemine bakınca Rumlar ve Ermeniler sürekli tekrar eden bir kalıptr. 1930’larda ise Rumlar daha yumuşak bir hatta sokuluyor.
G.G.Ö.: Kurucu öteki ile kastettiğimiz Türk milliyetçiliğinden daha fazla bir şey. Aslında Ermeniler kategorik olarak kurucu sözleşmenin dışında bırakılan bir unsur oluyorlar. Bu durum, Cumhuriyet tarihinin geri kalan kısmında da bir şekilde devam ediyor. Çünkü Ermeniler kategorik olarak hem bu sözleşmenin sınırlarını belirleyici bir unsur olarak tanımlanıyor, hem de Tehcir’in yaşandığı dönemi bir iç savaş mantığıyla planlayan zihniyeti içerden bölen bir unsur olarak Ermeniler, en büyük güvenlik tehdidi olarak görülüyorlar. Tam da bu yüzden Soğuk Savaş döneminde Ermeniler anti-komünizmle içiçe geçiyor. 1970’lerde başlayan ASALA saldırılarıyla birlikte bu perçinleniyor. 1984’ten sonra Kürt sorunuyla Ermeniler ilişkilendiriliyor. Türkiye’nin devlet aklının tehdit olarak tanımladığı her şeyde ‘kurucu öteki’ olarak Ermeniler akla geliyor.
İlk yorum yapan siz olun