İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Erdoğan’ın Musul ve Ege Adaları’nın Egemenliğini “Tartışma” Adına Gündeme Getirdiği Misak-i Milli Aynı Zamanda Ermeni Rum, Asuri-Süryani ve Pontos Soykırımının İtirafıdır…

Sait Çetinoğlu
I. Dünya Savaşına büyük emperyal ümitlerle katılan, ancak  savaşın  sonunda yenik düşen Osmanlı Devleti ile Müslüman (Türk, Kürt, Çekez, Laz…) toplumunun ortak tasası, parçalanma tehlikesinin ötesinde, Savaş sırasında insanlığa karşı işlediği  suçlardan dolayı cezadan kurtulmak ve 4 yıllık savaşın sürdürülmesinde finansman kaynağı olan Ermeni, Rum, Pontos, Süryani halklarından gasp edilen malların ve değerlerin hesabının sorulması ve el konan malların geri alınması korkusudur.  Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yapısı ve işlevi de; bu tehlikeyi uzaklaştırmaya yöneliktir.
Bu korku ve tehlike, dönemin iklimini oluşturur. Dönemin davranışlarında bu korku içkindir. Temel politika, korkuyu uzaklaştırmaya dönük eylem ve işlemler bütünüdür. Misak-i Milli de  böyle bir iklimin ürünü ve parçasıdır. Muğlak bir dönemin ürünü olan metin, şartlarından ötürü içeriği de muğlaktır. Her dönem gündeme getirilebilir oluşu da bu elastik içeriğinden kaynaklanır.
Bu bakımdan, hem içe dönük hemde dışa dönük karakter taşıyan Misak-i Milli, Kemalist Hareket/Milliyetçi Hareket/Milli Mücadele  sürecinde ki her politikada ve söylemde olduğu gibi, üstünde  Soykırımın gölgesi eksik olmaz. Misak-i Milli, 7. Maddesindeki  apaçık, Soykırımın suçunun ağır gölgesi ile noktalanır.

Misak-i Milli, İttihat ve Terakki Cemiyetinin yerel örgütleri ve işbirlikçilerinin tayin ettiği kişilerce oluşturulan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının  yeterli çoğunluğun da sağlanmadığı 28 Ocak 1920 günlü  gizli oturumda,  hazır bulunan sayıları kimine göre 70, kimilerine göre 88 olan Felah- ı Vatan grubunun üyelerince oy birliğiyle kabul edildiği iddia edilen bir metindir. Metin Meclis tutanaklarında bulunmaz. Metnin Mecliste değil de,  Felah-ı Vatan grubunun toplantısında kabul edildiği de güçlü  iddialar arasındadır.
Beyanname, Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuş ve   17 Şubat 1920 günlü oturumda okunmuştur.
Metin aslında  yedi maddeden oluşur. Ancak altı maddesi dolaşımda olup, yedinci maddesi unutulmuş/unutturulmuştur.  Asıl zurnanın zırt dediği yer burasıdır: 7. Madde de Ermeni Soykırımının hayaleti baskındır.
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda  kabul edildiği tartışmalı olan ve uluslar arası hukuki hiçbir bağlayıcılığı olmayan,  tek taraflı ilan edildiği gibi, hiçbir maddesinin uygulanmadığı bir efsane (!)  metindir.  Altı maddesi,   96 yıldır iç politikada gerektiğinde gündeme getirilen milliyetçi söylemin bir parçasıdır.
Misak-i Millinin dışa dönük amacı;  el konulan Hıristiyan mallarının geri alınmasını engellemek ve savaş sırasında  insanlığa karşı işlenen suçlardan, kısaca Soykırımdan cezalandırılmayı önlemektir.
İçe dönük amacı,  30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi sırasındaki Osmanlı sınırlarıyla sınırlanmış olan coğrafyada İslam birliğini sağlamaya yöneliktir. Bu amaç dönemin ihtiyacıdır. Amaç hasıl olduğunda, ayak bağı olarak kabul edilerek, döneminde devletin yada devletin sahiplerince  göz ardı edilerek hiçbir maddesine uyulmayacak ve  uygulanmayacaktır. Artık metin gerektiğinde gündeme getirilecek araçsal bir siyasi metine dönüştürülmüştür.
 İhtiyaç kalmadığında Mustafa Kemal’in eleştirilere” Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” gibi ilginç cevaplar verir. Sınırlardan söz edenlere de ” Misak-ı Milli’nin ne olduğunu önce anlamalı, ondan[sonra] mütecavizlerin kimler olduğunu ortaya koymalı. Misak-ı Milli hiçbir zaman şu hat şu hat diye hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati[dir]…”   sözleriyle gerektiğinde kullanılmak üzere rafa kaldırılmıştır.
Buna bağlı olarak, Arap çoğunluğun olduğu topraklarda 1. Maddede söz edilen oylama hiçbir zaman gündeme getirilmez. Zaten Mustafa Kemal’in, daha 1917 yılında Arap Çoğunluğun olduğu toprakları gözden çıkardığını Lawrance ile yaptığı görüşmelerden  biliyoruz.  Talat’ın Kara Kaplı Defteri ’ndeki kayıtlardan ve Soykırım sürecinde ölüm yolu haritalarından da gözlemlemek mümkündür.
Günümüzde Erdoğan  ve bağımlı medya tarafından gündeme taşınan metin her zaman olduğu gibi iç politikaya yöneliktir.  Kabul edildiği dönemdeki gibi, günümüzde de bir etkinliği olacağı söylenemez. Muğlak bir dönemin ürünü olan metnin günümüzde Yakındoğu’da oluşturulan sun’i kaos ortamına uygulanma çabası ile karşı karşıyayız:
Misak-i Milli ile hiç ilgisi olmayan, Ege Denizinde Yunanistan’ın egemenliğindeki adaların  üzerinde hak iddiasıyla birlikte gündeme taşınan Misak-i Milli her zaman olduğu gibi araçsaldır.  Erdoğan’ın başkanlık (aslında tek adamlık) yolundaki pürüzleri temizleme operasyonunun bir parçası olarak gündeme getirilmiştir.
Aynı zamanda,  Batı’nın I. Dünya Savaşı sonunda  savaş yorgunu olduğu gibi, bu kez de, Batı’nın  mülteci yorgunu olduğu bir döneme  denk getirilmesi anlamlıdır. Batı, Erdoğan eşliğinde doğurduğu mülteci sorununu esiri olmuş durumdadır. Erdoğan bu kritik dönemi de iç politikayı şekillendirmek için kullanmayı arzulamaktadır. Mülteci akımının yakıcı sıcaklığı kullanılarak dile getiriliyor oluşu, Batı’nın  kendi yarattığı kabusu ile yüz yüze oluşunun türevidir.  Batı’nın ses çıkaramayacağı düşünülmektedir. 
Mülteci Sorunu, İslam Devleti’nin beslenmesinin karşılığı olarak, T.C. nin neden olduğu bir sorun olmasının yanında  Merkel’in basiretsiz siyaseti ve Yunanistan’ın rehin alınarak çökertilmesi operasyonunun bir parçasıdır. Batı’nın suç ortaklığı, Erdoğan’a  neden olduğu sorunun hatırlatılmasına engeldir.
CHP ile MHP’nin de bu milliyetçi halenin cazibesine kapılmış olması da önemli ve ayrı bir yüzüdür: Milli / Milliyetçi Mutabakat!
Misak-i Millinin 2. Maddesi 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı ordularının işgalinde bulunan Batum ile ilgilidir. Ki, bu konuda Putin ile ters düşmemek adına dile getirilememektedir. Oysa Batum Misak-i Millinin tam da göbeğinde yer alır.
Batum, 16 Mart 1921 tarihli Moskova antlaşmasıyla Sovyetler Birliğine verilmiş, Türk birlikleri Batum’dan 24 Mart 1921’de çekilmiştir. Batı Trakya’da da, 3.  Madde de söz edilen oylama yapılamamış, Lozan’da  Yunanistan’da kalması kabul edilmiştir.
Azınlıklara ilişkin 5. maddenin bir retorik olduğu tartışmasızdır. Türkiye Cumhuriyeti  vatandaşı olan Hıristiyan ve Musevi halkları  şiddet eşliğindeki bir program dahilinde yok etmiştir.
Bugünkü gündemin en önemli parçası olan Musul’a gelince; Mondros Mütarekesinin imza edildiği 30 Ekim tarihinde Musul’un tamamı değil, sadece bir bölümü Osmanlı’nın elindedir. İngilizler Mondros Mütarekesinin 7. Maddesi gereği 7 Kasım 1918 tarihinde Musul’un tamamını işgal ederler.  Bu dönemde işgale  itiraz edecek bir güç ve istek  de yoktur. Mustafa Kemal, Musul’un dahil edilmesiyle oluşacak Kürt  çoğunluktan endişelidir. Bugünün retoriğine bakmayın,  takat bugün de yoktur. Erdoğan’ın günümüzdeki Musul, Misak-i Milli ve Ege Adaları… söylemi tek adamlığına giden yoldaki pürüzleri ayıklamaya yönelik, boş sözlerden başka bir şey değildir.Başka bir anlamı da yoktur. Gerçeklikten uzaktır.  İç politikada gerektiğinde gündeme getirilen Musul, zamanında para karşılığı satılan bir toprak parçasıdır. Türkiye’nin burada hukuken bir etkinliğinin olmayacağını Baskın Oran şu sözlerle ifade eder:
Lozan Md 3/2’yle MC’ye yani Milletler Cemiyeti’ne (dolayısıyla, İngiltere’nin iradesine) havale edildi ya, şimdi “Musul Fatihi” olmak istiyor Erdoğan. Ama hiçbir devlet ve hiçbir etnik-dinsel topluluk Türkiye’nin buraya girmesini istemiyor. Zaten Birleşmiş Milletler döneminde de kuraldır: “Eski efendi”, o topraktaki uluslararası düzenlemelere (barışı koruma, vs.) katılamaz. 
Musul,  5 Haziran 1926 tarihli Türkiye-İngiltere-Irak Antlaşmasının  14. Maddesi gereği Irak’ın  25 yıl süreyle, Musul petrol gelirlerinin  yüzde 10’unu Türkiye’ye ödeme kaydıyla Irak’a devredilmiş ve aslında  tartışma kapanmıştır.
Rusya’nın sessizliği,  hatta sessizliğiyle Erdoğan’ı cesaretlendirmesi NATO’nun Güneydoğu kanadının çökertilmesiyle ilişkili olduğunu söylersek abartmış olmayız. 1955 yılı 6/7 Eylül Pogromuyla NATO’nun Güneydoğu kanadı fiilen T.C. ile sınırlanmıştır. 
Erdoğan’a İttihad ve Terakki’nin ve ardılı Mustafa Kemal’in terk ettiği topraklara oynamanın ölümcül bir macera olduğunu hatırlatacak kimsenin ve herhangi bir mekanizmanın da kalmadığını söylemek üzücüdür. Tarihi Yavuz Sultan Selim’in Arabistan seferine denk getirilen ve aynı Mercidabık mevkiinden  II. Mercidabık Seferi olarak Suriye’ye giriş de, tek adamlık yolunda  sadece karikatür niteliğinde ve sembolik bir anlam taşır.  Birçok büyük projeleri Osmanlı sultanlarıyla isimlendirme ile   Noe-Osmanlı hülyası  ve Mustafa Kemal’in yerine oynamanın tek adamlığa giden yolu kısaltacak bir etken olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Birinin de Erdoğan’a söylemesi gerekir.
Aslında, 6 maddesi ile dolaşımda bulunan Misak-i  Millinin,  “Madde-i Müstakile” veya “Tecziye Ahitnamesi” olarak anılan yedinci maddesi  yakıcıdır:
Genel Savaşı doğuran bunalımlardan başlayarak Meclisin açılmasına kadar savaşa katılmada, savaşı yönetim yönlendirmede ve genellikle iç ve dış siyasette ‘devlet ve millete zarar veren’ bakanlar kurulu üyeleri ile onlarla işbirliği yapanlar hakkında soruşturma açılmasını öngörür.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yapısı ve işlevi gereği kadim Hirstiyan halkların el konulan değerleri elde tutmak,  galip devletlerden gelecek cezalandırmayı ve cezalandırma korkusunu ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetleri organize etmektir. Soykırım faillerinin  Müdafaa-i Hukuk derneklerindeki birliğini tesis eden saik,   ölüm yolculuğunda tesadüfen hayatta kalanların geri dönerek hesap sorması korkusudur. Cezalandırma korkusu ile yazıya dökülerek  kabul edilen ve  Soykırım suçunu işleyenlerin yargılanmasını konu edinen  7. Madde, aynı zamanda  kendilerini  de “sorgulayan” işlevi dolayısıyla tehlikenin geçtiği anda unutulmaya terki zorunludur.
7. Maddenin unutulmasını  ve gündemden düşürülmesini  Baskın Oran;  Ermeni Tehcirini sorgulamaya yönelik bir metin “Büyük Ermenistan” tasarısının hüküm sürdüğü bir dönemde öncelikli değildir, hem de Anadolu hareketine destek veren (ve Ermeni mallarına konmuş olan) eşrafı yabancılaştıracaktır.    Sözleriyle açıklar.
Madem Misak-i Milli tekrar  gündemde buyurun tartışılsın! Önceliğin 7. Maddeye vermeye ne dersiniz?… 
Soykırım kurbanlarının adalet talebi ve mücadelesi hala 100 yıl sonrasında da günümüzün en yakıcı sorunudur…
Sorun, Batı’nın unuttuğu/gözden çıkarttığı, insanlığın birikimi ve  insanlık değerleriyle buluşma sorunudur…
[1] Fikret Başkaya, Misak-ı Milli : Bir Efsaneyi Sorgulamak!
[1] Mustafa Kemal henüz Şam’da iken, bir gün, yaveri, ona bir bedevinin kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. Adamın üze­rinde silah araması yapıldı ve sonra da kendisini içeri aldılar. Elinde, Hüseyin’in oğlu ve Şerif ordusunun komutanı Faysal’ın bir mektubu vardı. Faysal için, İngiliz dostlarına pek güvenme­me konusunda birçok neden vardı. Avrupa’da savaşın sonucunu etkileyecek çekişmelerin nasıl biteceği de henüz belli değildi. Bu yüzden, Faysal, Arap illerinin özerkliği ya da bağımsızlığı ko­nusunda söz alabilmek için Türkiye’deki muhalefet grupları ile bağlar kuruyordu. Faysal’ın danışmanı Albay Lawrence bu ko­nuda sonradan şöyle yazacaktı: “Asıl hedefimiz, genelkurmayda Mustafa Kemal öncülüğündeki Alman aleyhtarı gruptu. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğunun Arap illerine kendi geleceğini sap­tama hakkını asla vermemek için ulusal-Türkçülük konusunda çok inatçıydılar.” Kemal, fazla duraksamadan haberciye, ertesi gün gelip yanıtı almasını söyledi. Genç generalin giriştiği iş, teh­likeli bir oyun, başkomutanına, padişaha karşı ihanet demekti. Ancak Osmanlı sarayına karşı bütün bağlardan sıyrılmış, kendi­sini yalnız Türklerin ulusal çıkarlarına vermiş sayıyordu. Haşimilerin amaçlan da onu pek ilgilendirmiyordu. Türklerin ulusal davasının yararına olacaksa, Araplar da büyük feodal-İslâm im­paratorluğunu isterlerse kurşunlardı. Kemal’in Faysal’a verdiği yanıt bu anlamda kaleme alınmıştı. Lawrence bunu bize şöyle aktarıyor: “Mustafa Kemal, Araplar kendi başkentlerine (Şam) yerleşir yerleşmez, Türkiye’nin bütün hoşnutsuz kişilerinin on­lara katılacaklarını ye Enver ile onun Anadolu’daki Alman müt­tefiklerine saldırmak için çıkış noktası olarak Arap bölgesinden yararlanacaklarını yazıyordu. Mustafa, Torosların doğusundaki bütün Türk silahlı kuvvetlerinin kendisine katılacağını, böylece doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüme olanağını elde edeceğini umut ediyordu.”Bu haberleşme birkaç zaman sürdü ama pratik bir sonuç vermedi.  T.E. Lawrence, Die siebeti Sâulen der Weisheit, Leipzig 1936, p. 693-695. İn Johannes Glasneck, kemal Atatürk ve çağdaş Türkiye onur y. 2014. P 60-61 Mustafa Kemal’in 1917’den Savaşın sonuna yakın bir zamana kadar  cepheden uzaklaştırılmasının sebeplerinden bir de bu yazışmalar/görüşmeler gereği olsa gerektir.
[1] Murat Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi,Everest Yayınları, İstanbul, 2009,
[1] Egenin Kuzeyindeki adalar 1913 Atina Antlaşmasıyla Yunanistan’a verilmiş.  Güneydeki (12 ada) 18 Ekim 1912 tarihli  Ouchy antlaşmasıyla İtalya’ya verilmiştir. Adalar  1947 yılında Yunanistan’a verilene kadar İtalya yönetiminde kalmıştır.
[1] Musul bizim olmalıydı sözü yayılmacılık ile izah edilebilir. Agos Gazetesi 28.10.2016
[1] Baskın Oran Aynı yerde.

Yorumlar kapatıldı.