İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni tehciri tartışmaları üzerine 1-2

Nihat Karademir / n.karademir@zaman.com.tr
Ermeni tehcirine ilişkin tartışmalar geleneksel olarak her sene 24 Nisan’a doğru yoğunlaşır, taraflar bilindik iddialarını tekrarlarlar ve şayet çok farklı bir durum yoksa tartışma kısa süre içinde biter. Bunun tek istisnası Batılı büyük devletlerden birinde hükümetin veya parlamentonun bu konuyu gündemine almasıdır. Böylesi bir gelişme de sert tartışmalara ve devletlerarası restleşmelere yol açar, ancak kısa bir süre içinde gergin politik ortam yerini karşılıklı yumuşamaya bırakır ve herkes kendi normaline döner.

Alman parlamentosunun son kararı da hemen hemen aynı sonuçları doğurdu. Ancak yaygın medyada bu tartışmayı sürdürmekte kararlı olan kalemler de yok değil. Özellikle Mahçupyan, Karar Gazetesi’nde yazdığı son birkaç yazıda Türkiye’yi Ermeni meselesiyle yüzleşmeye ve daha objektif bir tutum takınmaya davet ediyor. Mahçupyan’ın sürdürdüğü bu tartışma, aynı gazetede 11 Haziran günü İsmail Küçükkılınç imzasıyla yayımlanan başka bir yazı ile birlikte değerlendirilip bir süre daha sürdürülürse daha nitelikli ve verimli tartışmaya dönüşecektir.
Küçükkılınç, daha önce ABD’li tarihçi McCarthy’nin de dile getirdiği ve bizim de bir kitabımızda (Korku ve Umut: II. Abdülhamid Dönemi Kürt-Ermeni İlişkileri) farklı boyutlarıyla ve derinlemesine irdelediğimiz bir olguyu cesurca dile getirdi. Her ne kadar Mahçupyan, bunu Ermenilere devlet eliyle ve planlı bir şekilde soykırım uygulandığına ilişkin bir itiraf olarak alıp işlediyse de bu tartışmada dile getirilen “beka tapusu/sorunu/korkusu” öyle kolaylıkla geçiştirilebilecek ve sadece bir tarafa yüklenecek bir durum değildir. Artık kafamızı istatistiklerden ve soykırım-merkezli tartışmalardan kaldırıp bu korkunun kaynaklarını ve sonuçlarını, tarihi yargılamak adına değil, bugün de aynı hataları işlememek ve daha güzel yarınlar inşa etmek için irdelemek gerekiyor.
Bu tartışmada “Türk milletinin beka sorunu” olarak formüle edilen durumu, McCarthy, “biz onları öldürmesek, onlar bizi öldürecek” psikolojisi ile özetlemişti. Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşananlar ve on dokuzuncu yüzyıldaki Osmanlı-Rus savaşlarında Ermenilerin takındığı tavırlar bu korkunun ilk kaynaklarıydı. Dönemin kısıtlı iletişim kaynaklarına rağmen, Anadolu’daki Müslüman halk, uzak coğrafyalardaki Müslüman kardeşlerinin yaşadıkları bu trajedileri bazen tanıklardan dinliyor ve bazen de bizzat şahit oluyordu.
Buralardan gelen muhacirlerin anlattıkları oldukça korkutucuydu. Dahası Anadolu nüfusunun önemli bir kısmı ve bu arada Kürt aşiretleri de bu coğrafyalarda asker olarak savaşırken aynı trajediye tanık olmuş ve memleketlerine sadece öfke değil, geleceğe dair endişelerle de dönmüşlerdi. Üstelik her gün biraz daha küçülmekte olan Osmanlı Devleti de umarsız bir Endülüs Sendromu yaşıyordu. 93 Harbi’nde sonra Doğu Anadolu’ya doluşan İngiliz diplomatları ise gerek iş yapış şekilleri ile gerek ise bölgenin Hıristiyan halkı ve bu halkı yöneten Osmanlı memurları ile kurdukları ilişki şekliyle bu korkuyu daha da büyütüyorlardı.
Mahçupyan, Küçükkılınç’ın yazısından hareketle bu sendromun Türk milletinin beka sorunu olarak isimlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Küçükkılınç’ın Türk milleti tanımını sorunlu kabul etmekle birlikte, söz konusu yazısında savunduğu ana fikre de katılıyorum. Ancak Tehcir’in Türklerle birlikte ve belki de onlardan daha çok Kürtlerin de beka tapusu olduğunu düşünüyorum. Belki İttihatçılar bu sonucu öngörmemişlerdi, ama Tehcir olayı, Ermenilerin aradan çekilmesi ile beraber, Kürt sorununun ve bağımsız bir Kürt devleti imkanının geçmişte olmadığı kadar net ve güçlü bir şekilde gündeme gelmesini de sağlamıştır. İronik bir sonuçtur, ama Siyasal Kürtçüler şayet bugün bir Kürdistan’dan söz edebiliyorlarsa bunu Tehcir’e ve ondan önce de Abdülhamid’e borçludurlar.
Çünkü Tehcir’in başarısızlığı, sadece İttihatçı şeflerin homojen bir ulus yaratma projesinin sonu olmayacaktı. Kürtlerin Anadolu’nun doğusundaki varlığı da hedef alınacaktı. Batı’nın desteği ile bu bölgede üstünlük sağlayacak olan Ermeni siyasetinin, Kürtlere ve diğer Müslüman komşularına Bulgaristan Müslümanlarının yaşadığına benzer bir trajedi yaşatması kaçınılmazdı. Bu sadece geçmişe bakılarak üretilmiş bir senaryo değil, o günün koşullarında kaçınılmaz bir sonuçtu. Azınlık olan Ermenilerin Doğu Anadolu’da egemen olabilmeleri için tıpkı geçmişte Bulgarların Çarlık Rusya’sının teşvikiyle Müslümanlara yaptıkları gibi, bir Nüfus ve Toprak Devrimi’ne ihtiyaçları olacaktı.
Belki kadercilik veya determinizm olacak ama yaşananlar sadece politik kararların sonuçları değil, aynı zamanda kaderdi. Çünkü imparatorluğun geleceğinden hemen herkes umudunu kesmişti. Zaten tüm etnik çatışmalarda olduğu gibi, bu çatışmanın temel sebebi de dinsel, coğrafi veya etnik farklılıklar değil, geleceğe ilişkin endişeler ve korkulardı. Bu korkuların böylesi bir trajedi ile sonuçlanacağını herkes bekliyordu. Sadece kimin muzaffer, kimin kurban olacağı konusunda anlaşmazlık vardı. Kısacası daha hızlı ve daha örgütlü çalışan diğerini bastırmıştı.
Ermeni tehciri tartışmaları üzerine-2
“Dostum Hasan! Tarihi değiştiren geçmişin hatıraları ve anılar değil, bugünün hesapları ve güç dengeleridir.” (1)
Cuma günü yazdığımız yazı, her dem sıcak olan bu tartışmaya dair görüşlerimizi özetlemek için yeterli olmadı. Bugün de Ermeni tehcirini Mahçupyan’ın yüzleşme ve objektif bir tutum takınma çağrısı üzerinden değerlendirmeye devam edeceğiz. Çözüm sürecinde akil adam olarak katkı sağlayan ve daha sonra Başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanlığını yapan Mahçupyan, ne olursa olsun Türkiye toplumunun bir parçası olarak kalma kararlılığı, Türkiye’deki farklı etnik ve dini topluluklar arasında yeni bir toplumsal mutabakatın inşası için verdiği entelektüel çabaları ve Ermeni meselesindeki barışçıl tutumuyla böylesi bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Ancak başlangıç olarak şunu da vurgulamamız gerekiyor ki; İslamcılar olarak İttihatçıların ve Kemalistlerin günahlarını yüklenmek ve aklamak gibi bir sorumluluğumuz yoktur. Bizlere böylesi bir sorumluluk yüklemeye çalışanların ise ya tarih ve toplum anlayışlarında ya da niyetlerinde bir sorun vardır. Bu bağlamda ne önceki yazımızın ne de bugünkü yazımızın geçmişi aklama gibi amacı vardır.
Ancak her şeye rağmen, adil olmak sorumluluğundan da kaçınamayız. İttihatçılara ve Kemalistlere yönelik öfkemiz adalet anlayışımızın önüne geçmemelidir. Tehcir sırasında veya Dersim’de olanlardan dolayı eskilerin defterlerini açarken, devletin geçmişteki günahlarını aklama çabasına girmeden, devlet ile birlikte Ermenileri ve Dersimlileri de kendi tarihleri ile yüzleşmeye davet etmek hem hakkımız hem de sorumluluğumuzdur.
Kendimize böylesi bir sorumluluk yüklerken, Türkiye’ye sık sık yapılan tarihle yüzleşme çağrılarının samimiyetini, ahlakiliğini ve gerçekleştirilebilirliğini irdelemek gibi bir hakkımız da oluşuyor. Muhataplarımızın zamanlamalarına ve konuyu gündeme getirirken tercih ettikleri yöntemlere ve mekânlara baktığımız zaman, samimiyet ve ahlakilik beklemenin lüks olduğunun farkına varıyor ve bu iki hasletin eksikliğinden dolayı da Türkiye’ye kendi tarihiyle sağlıklı bir şekilde yüzleşme imkânının tanınmadığını, yani gerçekleştirilebilirlik olasılığının da zora sokulduğunu tespit ediyoruz.
Bu tespit, elbette ki Türkiye’nin sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. Ancak samimiyeti, ahlakiliği ve gerçekleştirilebilirliği sakatlayan iki önemli kronik durum, olayın Türkiye için tarihle yüzleşme sorunundan bir varoluş sorununa evirilmesine sebep olmaktadır. Çünkü hem Batı hem de Ermeni çoğunluk tehcir meselesini Türkiye’ye karşı bir siyasal şantaj aracı olarak kullanmak hususunda ısrarcı ve kararlıdırlar. Bu bakımdan Ermeni meselesi, doğduğu dönemden beri aynı işlevi görmekte ve halen devletlerarası ilişkilerde gerektiğinde şantaj amacıyla kullanılmak için diplomatların çantalarında taşıdıkları yedek bir dosya olma vasfını taşımaktadır.
Bu durum hem Türkiye’nin resmi tarih anlayışını hem de Türkiye toplumundaki Ermeni karşıtı/Armenophobic duyguları beslemektedir. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin gelişmesini de engelleyerek Ermenistan’daki geri kalmışlığı ve nefret durumunu besleyen bu geleneğe öncelikle Ermenilerin itiraz etmesi gerekmektedir. Ermeniler, tarihleri ve trajedileri ile birlikte geleceklerinin de Batı tarafından araçsallaştırılmasına itiraz etmedikleri müddetçe, Türkiye’yi yüzleşmeye zorlama çabaları ahlaki ve gerçekleştirilebilir olmayacaktır.
Bu çağrıları Türkiye açısından değersiz kılan bir diğer durum ise, tarihle yüzleşme sorumluluğunun neredeyse sadece Türkiye’ye yüklenmesidir. Ermeniler ve Batı ise Anadolu’da yaşanan hiçbir sorunda sorumluluk kabul etmeye veya bu sorumluluklarıyla yüzleşmeye hazır olmadıkları gibi, gönüllü de değillerdir. Mahçupyan’ın yazılarında da bunu henüz göremedik. Neredeyse her Allah’ın günü Enver’den Talat’tan ve diğer İttihatçılardan söz ederek bizleri de onların yaptıkları üzerinden yargılayanlar, nedense Khrimian’la, İngilizlere “Diyarbakır’da Kürt yoktur, Kürtlük göçebeliğe ait bir kimliktir” şeklinde rapor veren Patrikle, diğer diplomat patriklerle, Hınçak’la, Taşnak’la, hatta komitacılar tarafından hain ve işbirlikçi oldukları gerekçesiyle öldürülen binlerce masum Ermeni’yle yüzleşmeyi akıllarına bile getirmiyorlar.
Sanki 1870’lerden itibaren Anadolu’da ve İstanbul’da genel bir isyan hali ve Ermenilerle Müslümanlar arasında bir halk savaşı yokmuş da bir çılgınlar kabinesinin 1915’in Nisan’ında, ortada hiçbir sebep yok iken, durduk yere verdiği bir kararın sonucu o Büyük Felaket yaşanmış gibi davranıyor ve bizim de öyle davranmamızı istiyorlar. Bu beklenti, Batı’daki her parlamento kararından sonra daha da güçleniyor. Ancak bu yöntemde ısrar edildiği sürece, Türkiye’den Batılı parlamentoların kararlarına teslim olmasını beklemek bir yana, geleneksel politikasından esaslı bir değişiklik yapmasını bile beklemek, sadece haksızlık değil, aynı zamanda saflık olacaktır.
Cabiri’nin, Filistin meselesi vesilesiyle Hasan Hanefi’ye hitaben yazdığı bir yazıdan

Yorumlar kapatıldı.