İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915’e Dair Müslüman/Türklerin Tanıklıkları

Derleyen: Ayşe Hür
Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir!… Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde kalan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”

***
Not: 1915’e  Özbeöz Müslüman/Türk tanıklardan  içeriden bir bakış amaçlı bu yazı Toplumsal Tarih Dergisi’nin Haziran-Aralık 2015 sayılarında ‘Tehcir anlatıları’ başlığı altında peyderpey yayımlanmıştır.
1915’E DAİR MÜSLÜMAN/TÜRKLERİN TANIKLIKLARI
1) ÇERKES AHMED’İN KRİKOR ZOHRAB VE VARTKES SERENGÜLYAN’I NASIL ÖLDÜRDÜĞÜNÜ ANLATIŞI
O meşum 1915 yılında, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da tutuklama haberini duyanlar İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın evine koşmuşlardı. Zohrab Sadrazam Said Halim Paşa’yı aramış, ardından Talât Paşa’ya bir mektup yazmıştı. Ama sürgünleri durduramamıştı. Durduramadığı gibi kendisi de sürülmüştü. Tutuklanış hikâyesi gayet ilginçti. 2 Haziran Çarşamba gecesi Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Cercle d’Orient Kulübü’nde Talât Paşa ve Halil Bey’le yemek yemiş, ardından kâğıt oynamış, Zohrab Efendi gitmek üzere ayağa kalktığında Talât Paşa da kalkmış ve Zohrab’ı yanağından öpmüştü. Şaşıran Zohrab “Bu iltifat neden?” diye sormuştu. Talât Paşa da “İçimden geldi” demişti. Zohrab, yayan olarak evine giderken kendisini takip eden bir polis tarafından tutuklanmıştı. Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte Zohrab’ı Diyarbakır Divan-ı Harbi’nde yargılamak üzere Haydarpaşa’dan trene bindirdiklerinde, karısı Klara ile İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Talât Paşa’nın evine gitmişlerdi. Talât Paşa Klara’yı kayıtsız bir şekilde dinlemiş ve “Soruşturma bitince dönecektir” demekle yetinmişti. Ama Zohrab ve Serengülyan dönemeyeceklerdi.

İki arkadaş, zorlu yolculukları sırasında İstanbul’da pek çok kişiye (Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Bey’e, Dahiliye Nazırı Talât Paşa’ya, İTC’nin Merkez Komitesi üyesi Halil Bey’e, eski Adliye Nazırı Necmettin Molla’ya, Almanya Büyükelçisi Wangenheim’a, İTC’nin önde gelenlerinden Dr. Nazım’a) mektup yazarak geri dönmelerine yardım etmeleri için ricada bulunmuştu. Ama hiçbirinden cevap alamamıştı. Ermeni komitacıların ve bazı Türk dostlarının (örneğin Bekir Sami Bey’in) kaçmalarını tavsiye etmelerine de kulaklarını tıkamıştı. Hâlâ işin vahametinin farkında değillerdi. Zohrab ve Serengülyan, 18, 19 veya 20 Temmuz’da Urfa yakınlarında, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Çerkez namıyla maruf Binbaşı Ahmed tarafından öldürüldüler.

Cinayetin nasıl işlendiğini, İkinci Meşrutiyet’in üç önemli tarihçisinden (diğerleri Ali Reşad ve Diren Kelekyan’dır) biri olan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin resmi tarihçisi olan Ahmed Refik Altınay İki Komite, İki Kıtal/Kafkas Yollarında (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010) adlı kitabında şöyle anlatmıştı: “Çerkes Ahmet, Ermeni felaketi için mühim bir belge idi. Bu katili, hadisenin evrelerini bizzat failinden dinlemek istedim. Çerkes Ahmet’e doğu vilayetlerinde neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üstüne attı, cigarasının dumanlarını karşısına savurdu: ‘Beybirader’, dedi, ‘şu hal namusuma dokunuyor. Ben vatanıma hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm. Bugün orada bir tek Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim: sonra o Talât gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni de böyle muhafaza altında getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!’

Fakat onun bir arkadaşı vardı, kendisiyle beraber Zeki Bey’i öldüren Nazım! Çerkes Ahmet’e Nazım’ı sordum: Sus beybirader. Zavallı şehit oldu. dedi. Çerkes Ahmet’ten daha fazla malumat almak istiyordum: 
 -Peki, bu Zöhrab filan ne oldular? 
‘A duymadınız mı? Hepsini geberttim.’ Sigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: ‘Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartakes dedi ki: Peki Ahmet Bey. Bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller.’ ‘O senin bileceğin iş değil kerata dedim, bir mavzer kurşunu ile beynini patlattım. Sonra Zöhrab’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, ezdim, geberinceye kadar ezdim.’” (s. 41-42)

Meclis-i Mebusan’ın saygın ve renkli üyelerinden olan Zohrab’ın böyle vahşice öldürülmesi İstanbul’da büyük tepki yaratınca, Talât Paşa bir soruşturma açmak zorunda kaldı. Aslında Talât Paşa bir süredir uygun bir bahane bulup başına buyruk davranan Çerkez Ahmed’den kurtulmak istiyordu. Nitekim IV. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) Suriye anılarını topladığı Zeytindağı (Varlık Yayınevi, 1964) adlı kitabında “Tam fırsatı idi. Cemal Paşa hemen ikisinin de tevkif olunmasını emretti. Fakat Çerkes Ahmet’le Nazım durumu kavramış olduklarından ilk trenle İstanbul’a hareket etmişlerdi. Cemal Paşa, çılgın, Adana’ya, Afyon’a, şiddetli emirler yağdırıyordu. İki arkadaş İstanbul’a can atmışlardı. Merkez Kumandanına emir verdi: Bütün mesuliyeti bana ait olmak üzere derhal bu iki arkadaşı eşyalariyle Şam’a yollayınız.’ Merkez-i Umumi bırakmıyordu. Talat Paşa ile şifre yazışmaları başladı. Talat Paşa nihayet: ‘Bu vesile ile onlardan da kurtulmuş oluruz’, kararını vermiş olacaktı. İki arkadaş Şam’a geldiler. (…) Çerkes Ahmet ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher buldular. Harp divanının eline mükemmel bir silah geçmişti, bu iki serserinin bir ideal için fedakârlık değil, zengin olmak için cinayet yapmış oldukları belli idi. İstanbul’dan iltimas telgrafları yağıyor, Şam Harp Divanına sür’at emirleri gidiyordu. Harp Divanı yirmi dört saat içinde iki azılının idam kararını verdi ve mazbatasını Kudüs’e yolladı. (…) Zöhrap’la Vartekes’in katilleri ertesi gün Şam’da asılmıştı.” (s. 90)

2) AHMET REFİK ALTINAY’IN ESKİŞEHİR ERMENİLERİNİN TEHCİRİNE DAİR TANIKLIĞI

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin resmi tarihçisi olan Refik Ahmet Altınay, İki Komite İki Kıtal/Kafkas Yollarında (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010) adlı eserinde Eskişehir ve havalisindeki Ermenilerin tehcirini şöyle anlatmıştı:
“Bir sabah, Eskişehir İstasyonu’nda beklenmedik bir manzara görüldü. O tarihe kadar trenlerden sakat ve hastalar, yanakları çökmüş, traşlı, ölü benizli, arkalarında yırtık bir kaput, ellerinde bir parça kuru ekmek, Anadolu’nun talihsiz çocuklarından başka kimsenin çıktığı görülmezdi. Şimdi çıkanlar, çocuklardan, kadınlardan, ihtiyarlardan, genç kızlardan oluşan bir kafile idi.

Bu ufak kafile o kadar hazin, o kadar elim bir manzara gösteriyordu ki yumuk kollarıyla anasının arkasına sarılan, haziran güneşinin ateşleri altında, aç ve terler içinde, boyunlarını bükerek uyuyan yavruların hali yürekler parçalayacak derecede idi. Acaba hepsi bu kadar mıydı? “Konya’ya gidecekler!” deniyordu. Fakat ceplerinde on para şimendifer yol parası yoktu. Hepsi de fakir, bedbaht köylülerdi. İstasyon’da, parmaklığın önünde, ihtiyar bir kadın, kucağında sarışın mavi gözlü beş altı yaşında bir kız, yanında bir erkek çocuğu, boyunlarını bükmüş oturuyorlardı. Sordum: Asker ailesi imiş, babaları askere alınmış, anaları ölmüş. Bu iki talihsiz öksüzü kendi büyütüyormuş, kızın adını sordum: ‘Siranuş!’
Zavallı masum, elinde bir kuru ekmek, suya batırarak yiyordu. Siranuş’a yiyecek buldurdum, sevdim, okşadım. (…) O gün İstasyon’da, bu üzücü manzara karşısında herkes müteessirdi ve hepsi de bu kadar zannediliyordu. Gece gelen tren bu zannı bütünüyle yalanladı. Hat boyunda acı bir çığlık koptu. İstasyon’un ovaya nazır cephesinde ağlamalar ve feryatlar işitiliyordu. Koştum, ne hazin bir manzara idi. Fener yok, ışık yok, rehber yok, hiçbir şey yoktu. Kucağında çocukları ağlayan kadınlar, perişan sakallarıyla cübbelerini toplayan, yükünü sıtlarına vuran papazlar, kan ter içinde eşyasını çıkarmaya uğraşan, hastalarını, kızlarını, çocuklarını taşıyan analar, fakir, zengin, aç, sefil binlerce aile, yük vagonlarından çıkmaya uğraşıyorlar, çocuklarını, analarını, eşyalarını kaybetmemek için gecenin karanlıkları içinde çırpınıyorlardı. Bu manzarayı görmek mümkün değildi -gözlerden ister istemez yaş dökülüyordu- Hiç kimseye yardım etmek mümkün değildi, hiç kimsenin yardımına yetişmek mümkün olamıyordu. Zaten edilse de kabul eden yoktu. Bu haksız zulüm kalplerde o kadar derin bir üzüntü, o derece sarsılmaz bir düşmanlık ortaya çıkarmıştı ki en aciz, en çaresiz, en kimsesiz bir kadına bile yardım etmek istenilse, kaşlarını çatıyor, kindar nazarlarla yüzünüze bakıyor, sağlam kalbi, müteessir ruhuyla felakete, açlığa, ölüme doğru korkusuz gidiliyordu.

(…) Artık Eskişehir civarında yirmi bin kişiden oluşan bir ordugah ortaya çıkmıştı. Çadırlar arasında sokaklar açılmış, pazarlar kurulmuştu. Gece dağlar kararıyor, Porsuk Suyu’nun çağıltısı uzun ve hazin tepelere aksediyor, bedbaht Ermenilerin perişan halde yattıkları ovalardaki ışıkların sönük parıltıları görülüyordu.

(…) Haftalar geçti. Hala Ermenilerin nakledildiği görülmüyordu. Bir kısmı karadan Kütahyaya’ya sevkedilmişti. Fakat bunlar kasabaya girememişler, Alanyurt İstasyonu’nda ikinci bir karargah kurmuşlardı. Bu binlerce aileler içinde artık açlık baş göstermişti. Yiyecek, içecek, para, bir şeyleri yoktu. Nihayet eşyalarını satmaya karar verdiler. Bu karar pek feci idi: Eskişehir sokaklarında, İstasyon meydanlarında gelinlik ve genç kızların göz nuru dökerek, masum kalplerinde talı emeller besleyerek ördükleri dantelalalarını, ipekli yatak çarşaflarını, özene bezene yaptıkları gelinlik esvaplarını kollarına almışlar, kırmızı çarşaflı kadınlara yok bahasına sattıkları, sokak sokak dolaştırdıkları görülüyordu. Ne feci haldi! Satacak eşyası olmayanlar için dilenmekten başka çare yoktu. Çoğunlukla, perişan kıyafetli ailelerin kapı diplerinde oturdukları, boyunlarını bükerek dilendikleri görülüyordu. Açlık gittikçe çoğalıyordu, soğuk gittikçe şiddetini arttırıyor. (…) Nihayet bir gün, uğursuz emir geldi: Eskişehir de tahliye edilecekti. (…) Ertesi gün Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, kalpleri heyecanlı, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini, çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar, Eskişehir’in güzel ufuklarına, kahraman Osman’ın adaletine sahne olan tarihi şehre veda ettiler. Konya Ovası’nı kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, El Cezire’nin ateşli çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler…” (s. 27-33)

3) HALİDE EDİP’İN LÜBNAN’DAKİ AYN TURA YETİMHANESİ GÖZLEMLERİ

Edebiyatçı ve siyasetçi Halide Edip (Adıvar) Hanım, 1916 yazında Cemal Paşa’dan bir mektup almıştı. Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) tarafından getirilen mektupta Cemal Paşa ‘Türk kadınının medar-ı iftiharı’ Halide Hanım’a, Beyrut’taki Amerikan ve Fransız kolejlerine benzer okullar açma hayalinden söz ediyor ve kendisini Suriye ve Lübnan’a davet ediyordu. Haydarpaşa Garı’ndan yola çıkan ekipte Falih Rıfkı (Atay), Halide Edip, Nakiye (Elgün) Hanım, Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ile Falih Rıfkı’nın ‘çarşaflı sörler’ dediği kadın hocalar vardı. Cemal Paşa Hamdullah Suphi’nin Suriye’deki eski Türk-İslam mimarisi eserleriyle ilgili çalışmalar yapmasını istemişti. Falih Rıfkı’ya göre Cemal Paşa, böylece ‘Lübnan’ı Konyalaştırmayı’ hayal ediyordu.
“Bir katilin elini sıktırdınız”
Adana yakınlarındaki istasyonlardan birinde trene İttihat ve Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucu ve en etkili yöneticilerinden ve 1915 Ermeni Tehciri’nin uygulayıcılarından Dr. Bahaeddin Şakir binmişti. Uzun bir konuşmadan sonra Bahaeddin Şakir trenden inmişti. O indikten sonra Halide Hanım Falih Rıfkı’ya “Bana bilmeyerek bir katilin elini sıktırdınız” demişti. Bahaeddin Şakir ise vedalaşırken Falih Rıfkı’nın kulağına eğilerek “Senin gibi yetişecek kıymetli gençleri, bu kadınla temas etmekten menetmelidir” demişti. Falih Rıfkı’ya göre ikisi de birbirinden nefret etmişlerdi.
İki hafta süren bu ilk seyahatten sonra, Halide Edip bir kez daha gitti Suriye’ye. Halide Edip Suriye ve Lübnan’da bir dizi okul açtı. Yaklaşık bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn Tura Yetimhanesi ile daha yakından ilgilendi.
Halide Edip, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye Nazırı olan dostu Cavid Bey’e yazdığı mektupta yetimhanenin içler acısı hali şöyle anlatılmıştı: “(…) Esasen bu memleket bugünlerde hep insanı ağlatacak gibi. Eleminde o kadar derin ve ezilmiş bir şey var. Bilhassa Ermeniler, Cemal Paşa’nın aziz başına Allah’la beraber yemin eden, sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var. Mektebe bağlı bir bina da birçok var. Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa getirtmiş (…) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var. Oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor. Gündüzleri yazımı yazarken bazen hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor, söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu…” Halide Edip, mektubunu “Yeni kabine bu emsalsiz zulüm ve cinayetin hiç olmazsa sonuçlarını hafifletemez mi? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı veremez mi? Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir? Hiç hem de pek gülünç ve küçük bir hiç!” diye bitirmişti. (Aktaran Murat Bardakçı, İttihatçı’nın Sandığı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 128-129) Halide Edip 1917 yılının Mart ayının sonlarına doğru Suriye’den ayrıldı. Cemal Paşa’nın buradaki görevi 12 Aralık 1917’de bitti. Suriye ve Lübnan’daki Ermeni yetimlerinin çilesi ise hiçbir zaman bitmedi.
4) TRABZON MEBUSU HAFIZ MEHMET EMİN BEY’İN TANIKLIĞI

Meclis-i Mebusan’ın 4 Kasım 1918 tarihli oturumunun 3. celsesinde, Aydın Mebusu Emanuel Emanuelidis Efendi’nin sabık hükümetin bazı icraatları hakkındaki sekiz soruluk takririnin tartışılması sırasında söz alan Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Emin Bey (sadeleştirilmiş dille) şöyle konuşmuştu: “… Amma Emauelidis Efedi takririnde sırf Ermeni oldukları için bir milyon çocuk ve kadının öldürüldüğünden ve beş yüz elli bin Rumun itlaf edildiğinden ve iki yüz elli bin bu kadar Rumun tehcir edildiğinden bahsetti.

Bendeniz bundan evvel kabineye güven oyu sırasında memlekette meydana gelen bütün suçların araştırılması ve faillerin cezalandırılmasını Hükümet vaad etmedikçe güven belirtmeyeceğimi söylemiştim. (…) Fakat meseleyi araştırırken yalnız şunu rica ederim ki haksızlığı derecesinden fazla göstermeyelim. Çünkü haksızlık fazla gösterildikçe yine haksızlık olur. (…) Ben Emanuelidis Efendiyi burada pek abartıcı gördüm ve meselenin esasından biraz uzaklaşmış bulunduğu anladım. Evet efendim bizim memurlarımızın birçok Ermeni çoluk ve çocukları kestiklerini ben de söylüyorum. Ve malları da yağma edildi. Fakat bunun bir öncesi var. Şurada bulunan bütün Ermeni arkadaşlar ile beraber vakti ile bendeniz Muş’ta bulunduğum sırada, savcılığım dolayısıyla bilgi sahibi olduğum pek çok gerçek dolayısıyla sizi biraz rahatsız etmek istiyorum. Fakat mesele mühimdir. Bugün bir suçlanma karşısında bulunuyoruz. Bendeniz biraz savunmak istiyorum. Emanuelidis Efendi diyorlar ki: Bir milyon çoluk çocuk kesildi, demek ki yalnız bir milyon kadın ile çoluk çocuğa aittir. Şu halde ondan çıkan ki erkekler hariç. En az beş yüz bin de bunlar da var. Şu halde öldürülenlerin toplam bir milyon beş yüz bine çıkar.  Çünkü o bir milyonu yalnız erkekler ile kadınlara ayırıyor.

Bendeniz 1907 Muş Savcısı iken ‘Zaven’ isminde bir Ermeni Komitecisi vuruldu. Bunun üzerinde bazı evrak çıktı. (…) Diyorlardı ki: Van İngiliz Konsolosu Mister bilmem kimin bir raporu var. Bu raporda bütün burada bulunan Ermenilerin adedini 1.200.000 kişi göstermişti. (…) Van İngiliz Konsolosunun yazdığı raporun, Ermenilerin miktarının katlini (?) değil, mümkün olduğu kadar fazlasını göstermek sureti ile yazılmış olduğu daha ziyade muhtemeldir. Şimdi geçende işittiğine göre, burada bulunan Ermeni temsilcileri de 200 bin, 300 bin Ermeninin Kafkasya’ya göç ettiklerini söylüyordu. Memleketimizde zannederim halen 400 veya 500 bin Ermeni vardır. Şimdi şu aradaki fark ne miktar ise, telef edilmiş, katledilmiş ve malları da yağma edilmiş olduğunda şüphe yoktur. Ben de istiyorum ve talep ediyorum ki bunu yapanlar cezalandırılsın. Fakat bu, böyle iken sırf Ermeni olduklarından dolayı kesilmişlerdir yolunda Emanuelidi Efendi tarafından yapılan açıklamayı ben kabul edemediğim gibi, zannederim, Ermeni arkadaşlarım da bunun böyle olduğunu kabul etmezler.”
(Halep Mebusu Artin Boşgezenyan Efendi’nin “Ne için kesilmişlerdir?” sorusu üzerine) Mehmet Emin Bey “izah edeceğim Artin Efendi. Mesele, Ermeni oldukları için kesilmişlerdir yolunda değildir,” demiş ancak hem oturum başkanı Hüseyin Cahit Bey’in, hem Sinop Mebusu Hasan Fehmi Efendi’nin “meseleyi yeniden deşmeyelim”, Artin Efendi’nin de “yaraları tazelemeyelim” demesi üzerine sadece Emanuelidi Efendi’nin abartılı konuşmasına dikkat çektiğini, yoksa suç işleyenlerin cezalandırılmasından yana olduğunu tekrarlayarak Türklere yönelik Rum mezalimiyle devam etmişti.

Hafız Mehmet Emin Bey’in konu hakkındaki ikinci kez Meclis-i Mebusan’ın 11 Aralık 1918 tarihli oturumunun 1. celsesinde konuştu. Bu sefer biraz daha açık sözlüydü. Örneğin şunları söylemekten çekinmemişti: “Ordu kazasında bir kaymakam vardı. Ermenileri kayığa doldurarak Samsun’a göndermek bahanesi ile denize döktürdü. Vali Cemal Azmi’nin aynı muameleyi yaptığını işittim. Oraya kadar gidemedim. Ordu kazasından dönmeye mecbur oldum. Buraya gelir gelmez gördüklerimi Dahiliye Nazırına söyledim. O vakit müfettiş gönderdiler ve kaymakamı azil ettiler. Tümünü sorguya aldılar. Fakat vali hakkında bir şey yaptıramadım. Belki üç sene uğraştım fakat olmadı. Fakat orada, bu meselede alakadar olanlar, vali ve dediğim gibi kaymakam ve belki üç, beş kişiden ibarettir.”

Mehmet Hafız Bey bundan sonra, bir kaç kendini bilmez yüzünden bütün Trabzon halkını suçlamanın kabul edilemez olduğunu söyleyerek konuyu yine Rum eşkiyasının Türklere yaptığı mezalimlere getirecekti.
5) MECLİS-İ AYAN REİSİ AHMED RIZA BEY’İN ADALET MÜCADELESİ
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris Şubesi’nin başkanı olan, Cemiyetin ilk resmi yayın organı Meşveret gazetesinin Fransızca ekini çıkaran, 1908–1918 yılları arasında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan reisliği görevlerini yürüten Ahmed Rıza Bey, Ermeni Meselesi’ne dair ilk tepkisini tehcir edilen Ermenilerin geri bıraktıkları mallarla ilgili olarak 10 Haziran 1915’te çıkarılan talimatname ile ilgili olarak, 4 Ekim 1915 tarihli önergesinde sürüldükleri yerlerde yaklaşan kışın şiddetiyle karşı karşıya kalacak, sefalet ve çaresizlik içindeki yüzbinlerce kadın, çocuk ve yaşlı için merhamet talebinde bulunmuş, sürgünlerin ya evlerine geri dönüşlerine ya da istedikleri yerlere yerleştirilmesine izin verilmesini istemişti
Meclis-i Ayan’ın 11 Ekim 1915 tarihli oturumunda Ahmet Rıza Bey, ‘kanunun yayınlandığı tarihten itibaren geçerli olacağını’ belirten 11. maddenin ‘kanunun savaş bitip barış yapıldıktan bir ay sonra uygulanacağı’ şeklinde değiştirilmesini öneriyordu. Çünkü Ahmed Rıza Bey’e göre savaş zamanında kimsenin kimseden mal alma hakkı yoktu ve satılacak emlak ve arazinin sahipleri yerlerinde olmadığı için satışlar gerçek değeriyle yapılmayacak ve bundan malın asıl sahibi büyük zarar görecekti. Ancak meclis Ahmed Rıza Bey’in uyarılarını dikkate almadı. Bunun üzerine Ahmed Rıza Bey 13 Aralık 1915 günlü oturumda (sadeleştirilmiş dille) şunları söyledi:
“ (…) Kanunun söz ettiği malları ‘terk edilmiş mallar’ diye nitelemek kanuni bir şey değil. Çünkü bu malların sahibi olan  Ermeniler, mallarını isteyerek terk etmemişler, onlar yerlerinde zorla, şiddetle çıkarılmış. Hükûmet, onların mallarını, memurları vasıtasıyla sattırıyor. Bendenizin, verdiğim önergeden amacım bu kanunun uygulamaya konulmasına engel olmaktı. Nedenini de daha önce belirtmiştim. Bu kanun uygulanacak olursa, bu adamlara bir kat daha kötülük edilmiş olacak çünkü mallarına talip bulunmayacak veyahut mal değer fiyatına satılmayacaktır. 100 liralık bir mal belki 10 liraya satılacaktır. Devletimiz, hiçbir vakit kötülük ve zulmü kabul ve arzu etmez. Onun için bu kanunda düzeltme yapılmasını teklif etmiştim. Halbuki şimdi ne oluyor? Kanun ayniyle kaldı ve icra ediliyor. (…) Hükümet tarafından komisyonlar gönderilmiş, bu mallara bakılıyormuş, felan oluyormuş, bundan bir şey çıkmaz. Ben, malımı satmağa razı olmazsam kimse zorla bana sattıramaz. Anayasa’nın 21 inci maddesi buna engeldir. Eğer bu memlekette Anayasa ve Meşrûtiyet varsa bu olamaz, bu bir zulümdür. Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı ve mülkümü de sonra sat; bu hiçbir vakit de caiz değildir. Bunu ne Osmanlıların vicdanı kabul eder, ne de kanun. (…) Ermenilerin malı, kısmen yağmâ edildi; meclis kanunu red edinceye kadar elde bir şey kalmayacak, yapılacak şeylerin hepsi yapılmış olacak.”
Ancak Meclis-i Ayan bu konuşmalardan etkilenmedi ve ilk kararından vazgeçmedi.
Anılarında “Ben hiç kabahati olmadığı halde sadece Ermeni olduğu için katledilen Ermenileri savundum. Çünkü adalet ve devletin özelliği bunu gerektirirdi!” diyen Ahmed Rıza Bey 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonraki sorgulama ve tartışma dalgasında da itirazlarını sürdürdü, reisliğini yürüttüğü Ayan Meclisi’nde Talat Paşa Hükümeti’nin savaş dönemi politikalarını defalarca sorguladı. 21 Kasım 1918 tarihli celsede verdiği soru önergesinde ise Birinci Dünya Savaşı’na girildiği günden 8 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesinin istifasına kadar geçen süre içinde hükümet tarafından yapılan hatalar ve cürümler bağlamında katliam ve düpedüz eşkiyalık, kişi dokunulmazlığına, mallar ve meskenlere tecavüz gibi Osmanlılar hakkında meydana gelen eziyet ve cinayetten dolayı savcılık marifeti ile hangi işlemlerin yapıldığını sordu.
2 Aralık 1918 tarihli oturumda konu görüşülürken, üyelerden Topçu Feriki Rıza Paşa “halbuki Türkler de diğer unsurlardan daha az zulüm görmemişlerdir. Bu yüzden teklifimde ısrar ediyorum. Önergeye ‘Türkler’ tabiri de de ilave edilmelidir”, Müşir Osman Paşa “zulmedenler kimlerdir? Bendeniz inanıyorum ki, zulmedenler, bizim İttihad ve Terakki komitecileridir. Türk milleti değil, Osmanlı milleti de değil, İttihad komitecileri ile diğer milletlerin komitecilerin karşılık olarak milletlere bir takım zulümler uygulamışlardır” deyince, tekrar söz alan Ahmed Rıza Bey hükümette İttihat ve Terakki’yi savunan bir konuşma yaptı. Tartışmalara 9 Aralık 1918 günü de devam olundu. Ahmed Rıza Bey bu celsede de söz alarak memlekette işlenen aleni cinayetler ve eşkıyalıklardan sorumlu olduklarını ve bu lekeden kurtulmak için adalet beklediklerini belirtti. Ancak tartışmalar bir sonuca bağlanmadan Meclis-i Mebusan’ın 21 Aralık 1918’de tatil edilmesine bağlı olarak Meclis-i Ayan da tatil edildi.
6) CEMAL PAŞA’NIN YARDIMCISI HASAN AMCA’NIN TEHCİR ANILARI
19 Haziran 1919 tarihli Alemdar gazetesinde, Hasan Amca imzasıyla “Tehcirin İç Yüzü” adlı yazı dizisi yayımlanmaya başlamıştı. 28 Haziran 1919’da yayınlanan 8. tefrikada ‘devamı yarın’ dendiği halde 29 Haziran’da yazı yoktu. Bir açıklama da yapılmamıştı. Yıllar içinde Hasan Amca’nın kesintiye uğrayan anıları da, Hasan Amca’nın kim olduğu da unutuldu. Hatta bazı kişiler için Hasan Amca’nın gerçek bir kişi olduğu şüpheli hale gelmişti. Ancak 1964 yılında Kadıköy üzerine kitaplarıyla tanınan Müfit Ekdal, bir hastanede karşılaştığı Hasan Amca hakkında verdiği bilgilerle şüpheleri ortadan kaldırdı. Bugün biliyoruz ki, Hasan Amca Ubıh’ların Amç’a sülalesinden bir Çerkes’ti. Soyadı buradan geliyordu. Ailesi 1864’te Anadolu’ya gelmişti. Babası erlikten yüzbaşılığa yükselmiş ve Suriye cephesinde savaşırken ölmüştü. Hasan Amca babası gibi subay olsun diye Kuleli Askeri Lisesi’ne gönderilmiş, Harbiye’yi bitirmişti. Askeri Tıbbiye’yi üçüncü sınıfta bırakıp İttihat ve Terakki’ye katılmıştı. Ancak İttihatçıların vaad ettikleri ‘hürriyet’ yerine, baskı ve şiddete dayalı bir diktatörlük kurmaları üzerine, 1912’de muhalif subayların örgütlediği ‘Halaskar Zabitan’a dâhil olmuştu. Bu örgüt, içlerine sızan bir ajan sayesinde çökertilince, idama mahkûm olan Hasan Amca’yı, sorgusunu bizzat yapan Cemal Paşa ipten almıştı. Bu ikilinin yolları 1915’te Suriye’de yeniden kesişti. İşte Alemdar gazetesinde bu kesişmenin hikayesi anlatılmaktaydı. Bu bilgiler ve dizinin bazı bölümleri dili sadeleştirilmiş ve kısaltılmış olarak 23 Mart 2012 tarihli Agos’ta yayımlandı. Oradan bazı bölümler aktarmak istiyorum:
20 Haziran 1919, Alemdar
“Cemal Paşa gözlerimden endişemi keşfediyor gibi görünüyordu. Yaklaşmamı işaret ederek:
‘Şimdi sen Havran’a gideceksin. Orada takriben 20-30 bin Ermeni muhaciri bulacaksın. Biliyorsun ki orası zanaat sahibi insanları geçindirecek bir yer değildir. Ermenilerin çoğu meslek sahibi. Ama orada sefalet içindedirler. Bunlardan, evvela dul ve yetimleri toplar, buraya gönderirsin. Burada dul ve yetimhaneler tesis edilecek, onlar orada himâye edilecek, sonra aileleri akrabalarından ayırmayarak sanatlarını bir oran dahilinde bulundurmak suretiyle Beyrut ve Suriye’nin muhtelif liva ve kaza merkezlerine sevk edeceksin. Onlara orada sermaye, dükkân ve ev tedarik edeceksin. Bunları çalışmaya sevk edeceksin. Geçimlerini ve hayatlarını kazanmayı temin edeceksin… Şimdilik görevin Havran’dan bu aileleri düzenli olarak kışa ve yağmurlara kadar buralara sevk etmektir. Sonra bizzat gidip toplumsal durumlarını düzeltecek ve hayatlarını temin edeceksin…’
Doğrusu o dakikada bu insani tasavvura hemen yarı inandım. Düşünüyordum: Memleketinden tehcir edilen ve her düştüğü fena vaziyetten ikinci fena bir hale düşürülen bu biçare insanlara ve bunları sevke memur edilenlere resmi ağızla bu tarz emirler verilmemiş midir? Acaba benim Havran çoraklığından Yafa’ya veya Akkâ’ya çoluk çocuğunun hayatını kurtarma amacıyla trene bindireceğim bu insanlar, verdiğim ümide rağmen hangi gelecek ile karşılaşacaklar?
Bir türlü tamamıyla inanamıyordum. Bir aile için olsun iyilik yapabilmek lüzumunu nasihat eden ablamın sözlerini hatırladım. Pazar günü babamın şehit olduğu Havrân’a doğru trenle hareket ettim. Derâ’ya geldim. Burası Havrân livasının merkeziydi. Gariptir! Sevmediğim bir adamın ismini bile öğrenmek zahmetine katlanamam. O zaman Ermeni muhacirler işini idare ve takip eden heyete Heyet-i Mahsûsa ismi verilmiş. Merkezde bu işi İttihat ve Terakki Şam Murahhası Neşet Bey idare edecek. Ben, Heyet-i Mahsûsa Havrân Murahhası oluyorum.”
(…)
22 Haziran 1919, Alemdar
“Bir taraftan hastane ve eczanenin noksanlarını tamamlayarak bir taraftan da sevkiyat için mesaiye başlamıştım. Evvela dul ve yetimleri Şam’a sevk edeceğime göre, Havran’ın muhtelif köy, vadi ve karyelerine atılan bu biçareleri toplamak lazım geliyordu.
Köylerden Ermeni muhtarlarını çağırdım. Birer defter hazırlamalarını tembih ettim. Gelen defterlere ve mesafelere göre İstasyon Kumandanı’nın vereceği vagonları hesaplayarak sevkıyatın projesini hazırladım.
Maksadım; köylerden gelecek muhacirleri orada 24 saatten fazla bekletmemiş olmak ve biriktirerek sefaletlerini şiddetlendirmemekti. 2-3 günlük mesai ile bunu temin ettim. İlk köyü davet ettim. Sevkiyat başlamıştı.
Buradan trene binmek için lazım gelen talimatı memurlara vererek dul ve yetimleri bizzat toplamak, hem de durumu bizzat görmek için Cebel’e hareket ettim.
Bu dağlar, yaratılış tarihinden beri bu derece vahim sefalet taşımamış, görmemiştir. Dört gün devam eden bu seyahat, bana insan denilen mahlûkun ne derece yırtıcı, ne derecelere kadar dayanıklı olduğunu o kadar kati gösterdi ki; korktum, insan soyuna mensup olmaktan utandım. Mide ve ihtiyaç ıstırabı, insan doğasında ne iğrenç tabiatlar doğuruyor.
Hemcinsinin, ot, leş, kendi evladını yediğini görmekten, işitmekten insanlık ne hisseder? Bu duyguyu ve tesiri hangi kelimelerle izah eder!
Benim gibi âdem evlatlarının, mecalsiz adımlarla yürümeye çalışarak, hayvanlar gibi ot yediklerini, bir eşek leşini yırtıcı hayvanlar gibi, birbiriyle kavga ederek parçaladıklarını, bağırsaklarını paylaşmak için birbirinin boğazına sarıldıklarını gördüm. Bu leşin paylaşımı için benim dilimde konuştuklarını işittim. İnsanın bütün havası dönüyor, gözleri gördüğüne, kulakları işittiğine inanmak istemiyor… Fotoğraf makinesi ile yanlarına yaklaştığım zaman ehemmiyyet bile vermediler. İçlerinden biri bile dönüp bakmamıştı. İnsanların en yüksek gayelerine, en yüksek heyecanlarına lanet ederek buradan uzaklaştım. (…) Bundan sonra karyelerde, hemen bütün muhacirlerden yüzde 30-40 telefat vardı. Tifüs, humma, malarya da aynı şiddet ve vahametteydi. İlacın olmadığı yerde hastalıkların vahim sonuçları arasında fark kalmıyor gibi. Kinin ilacının olmadığı yerde en basit malaryanın  vebadan ne farkı olabilirdi.
Dul ve yetimleri toplatarak hazırlanıyor ve incelemeyi sonraya bırakarak ileriye harekete devam ediyordum. Civar karyelerden çocukları ve dulları güzergâhıma tesadüf edecek köylere göndermek üzere muhacirlerden tayin ettiğim görevlileri de etrafa gönderiyordum. Kefrence’nin bir saat ilerisinde, Hazra Köyü’ne vardım.
Burada, muhacir ve yerli beş yüz nüfûstan 417 vefat vardı. Köyün dar aralıklarında koltuk değneklerine dayanmış canlı mevtalar sağa sola sallanarak yürüyorlardı.
O gece kırda yatmayı tercih etmiştim. Kalamadım. Bitlerin boğduğu bir çocuğu burada gördüm. Tırnakların diplerinden itibaren masumun bütün vücudunu istila eden bu murdar milyarlarca mahlûk, cenâzesinin üzerini bir iğne batırılacak yer bırakmamak şartıyla örtmüştü. Bir çınar ağacının gövdesine yaslanarak, sabahı yapmağa çalıştım. Bir türlü gözlerimi kapayamıyordum. (…)”
Hasan Amca Suriye’de Cemal Paşa ile böylesine yakınlaşmasına rağmen bir daha asla İttihat ve Terakki içinde yer almamıştı. Milli Mücadele yıllarında İttihatçıların devamı saydığı Kemalist harekete muhalif kalan Hasan Amca, bir rivayete göre Çerkes Ethem’in ardından Yunanistan’a kaçmıştı. Ancak daha sonra Türkiye’ye dönmüş olmalıydı, çünkü Müfit Tekdal’a göre 1934’te Soyadı Kanunu’ndan sonra Hasan Vasfi Kıztaşı adını almıştı. Müfit Ekdal’a göre 1950’lere kadar İstanbul, Sofya ve Atina’da zaman zaman saklanarak yaşamış, 1950’lerde İstanbul’da Dünya gazetesinde çalışmıştı. Hasan Amca’nın Doğmayan Hürriyet, Bir Devrin İç Yüzü 1908-1918 (Akım Yayınları, 1958) ve Nizamiye Kapısı (Okat Yayınları, 1958) adlı iki kitabı yayımlandı. Doğmayan Hürriyet’in sonunda üç kitabının daha yayımlanacağı belirtiliyordu ama hiçbiri yayımlanmadı.
Hayatının son iki yılını hastalıklara mücadele ederek geçiren Hasan Amca, 1961’de kalp yetmezliğinden ölmüştü. 15 Mart 1961 günü Kadıköy’deki Osmanağa Camii’nde düzenlenen cenaze törenine sadece Hasan Amca’nın gazeteci yakınları ve akrabaları değil, pek çok Ermeni de katılmıştı. Törende dönemin Ermeni Patriği Karekin Haçaduryan yüksek sesle şunları söylemişti: “Ona minnet borçluyuz. Savaşta açlık ve sefaletten bizi kurtaran odur. O olmasaydı, biz de olmazdık.”
7) DOKTOR REŞİT’İN İTİRAFI: “YA ERMENİLER TÜRKLERİ, YA TÜRKLER ERMENİLERİ…”

Resimli Tarih Mecmuası’nın Temmuz 1953 sayısında (C. 4, s. 2444-45) gazeteci Salahattin Güngör’ün İttihad ve Terakki´nin umumi katibi Mithat Şükrü Bleda ile yaptığı bir söyleşi vardır. Bleda şöyle anlatır: “Diyarbakır valisi Doktor Reşit Bey, bir gün Merkezi Umumide beni ziyarete gelmişti. Kendisine ciddi bir lisanla ‘Siz’ dedim, ‘hekimsiniz ve bir hekim sıfatiyle can kurtarmakla vazifeli bir insansınız. Nasıl oldu da, bunca masumun sürü sürü yakalanıp ölümün kucağına atılmasına sebeb oldunuz?’ Doktor Reşid’in bana verdiği cevap şu oldu: ‘Hekim olmak, bana milliyetimi unutturamazdı! Reşit, bir doktordur. Fakat dünyaya bir Türk olarak gelmiştir. Diyarbakır´da Ermenilerin ne türlü vaadlerle el altından nasıl zehirlenip, refah içinde yaşadıkları, bu memlekete karşı ne korkunç düşmanlık duygularıyla beslendiklerini benim gibi yakından tetkik etmek fırsatını bulmuş olsaydınız, şimdi bana böyle hitaplarda bulunamazdınız. Doğu Ermenileri aleyhimize öyle kışkırtılmışlardı ki, eğer yerlerinde kalmış olsalardı, muhitlerinde canlı olarak bir tek Türk ve Müslüman bırakmıyacaklardı. Bir çoklarının sicillerini inceledim. Bunların evlerinde yaptığım araştırmalarda bir orduyu havaya uçurmaya yetecek kadar cephane ele geçti. Baktım, korkunç ve müthiş bir teşkilatları var. Memleketin her tarafına dal budak salan teşkilatı olduğu gibi bırakırsak çok geçmeden Anadolu´da Türk’ü mumla arıyacağız. Yani ya onlar bizi, ya biz onları ….Vaziyet bu merkezde olunca kendi kendime düşündüm: Hey Doktor Reşit! Ortada iki ihtimal var: Ya Ermeniler Türk’ü temizleyecekler, yahut da Türkler tarafından temizlenecekler! Bu iki ihtimalden birini tercih etmek zarureti karşısında uzun müddet tereddüt etmedim. Türklüğüm hekimliğime galebe çaldı. Onlar, bizi ortadan kaldıracaklarına, biz onları ortadan kaldırırız, dedim’….” 
Bleda devam eder: “Doktor Reşid’e sordum: ‘Bu hareketinizden dolayı vicdanınız, sizi rahatsiz etmiyor mu? Cevap verdi: ‘Etmez olur mu? Fakat ben bu işi ne şahsi gururumu tatmin etmek, ne de cebimi doldurmak icin yaptım. Baktım ki vatan elden gidiyor, gözü kapalı, milletimin hayrına hareket ettiğim kanaatiyle pervasızca ileri atıldım.’ Ya tarihi mesuliyet? ‘Eğer bu hareketimden dolayı kendi tarihim beni mesul ederse ona da eyvallah …Başka milletlerin tarihi hakkımda ne yazarsa yazsın, hiçbiri umurum değil.’Doktor Reşit sözlerini şöyle bitirmişti: ‘Biraz evvel, bana bir hekim olarak nasıl cana kıydığımı sormuştunuz. İşte onun da cevabı: Ermeni eşkiyası bu vatanın bünyesinde musallat olmuş birtakım zararlı mikroplardı. Hekimin bir vazifesi de mikropları öldürmek değil midir? (…)’ Doktor Reşit gibi düşünenler o devirde eksik değildi….”
Dr. Reşit I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı yetkilileri tarafından Ermeni katliamlarındaki suçları yüzünden tutuklandı fakat İttihatçı arkadaşları tarafından tutuklu bulunduğu Bekirağa Bölüğü’nden kaçırıldı. 6 Şubat 1919 günü Teşvikiye Karakolu’nun önünden geçerken kendisini tanıyan birinin ihbarı üzerine etrafı sarıldı ve yakalanacağını anlayınca kafasına bir kurşun sıkıp intihar etti.
8) HALEP VE KONYA VALİSİ CELAL BEY’İN DEĞERLENDİRMESİ
Mehmet Celal Bey, 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Erzurum Valiliği, Erzurum’daki hizmetinin ardından kısa süre Edirne ve İzmir Valiliği görevlerinde bulunmuştu. 1914’te savaşın patlak vermesiyle bitlikte Halep valiliğine atandı. Halep Vilayeti’ne bağlı olan Zeytun’daki Ermenilerin tehcir edilmesi emri geldiğinde buna şiddetle karşı çıktı. Hemen Ermeni ileri gelenleriyle görüşerek barışçıl bir çözüm arayışına girdi. Ancak merkez Zeytun Kazası’nı Halep Vilayeti sınırlarından çıkartınca Celal Bey’in yapacağı bir şey kalmadı. Ardından Celal Bey Halep Valiliği’nden alındı ancak İstanbul’a dönmesi de sakıncalı görülerek Konya Valiliği’ne atandı.Celal Bey 10-13 Kânunievvel (Aralık) 1918 tarihli Vakit gazetesinde üç bölüm halinde yayımlanan “Ermeni Vakayi’i, Esbâb ve Tesiratı” (Ermeni Olayı, Sebepleri ve Etkileri) başlıklı anılarından bir bölüm:
“Evet, birtakım Ermeniler düşmana yardım ettiler. Ve bazı Ermeni mebusları da çeteciliği mebusluğa tercih ederek birçok cinayetlerde bulundular. Hükümetin vazifesi, failleri yakalamak ve sadece onları cezalandırmak ve eğer bu mümkün değilse, o yöredeki Ermenileri, düşmanca değil, dostça ve geçici olarak başka yerlerde iskân etmek idi. Bir çeteci her şeyi yapabilir. Çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler. O zamanki hükümet, Rusların Sakarya vadisine saldıracaklarını ve Ermenilerin kendilerine yardım edeceklerini düşündüklerinden, tedbir olarak, tehciri Ankara, Konya ve Eskişehir’e kadar yaydıklarını söylüyorlardı. O zamanlarda Rusların yeni dretnotları henüz ikmal edilmiş olduğundan, Yavuz ve Midilli ile Karadeniz’e hâkimdik ve Rusların Sakarya havzasına asker çıkarmaları mümkün değildi. Haydi, bu ihtimali de kabul edelim… Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? Doğru yanlış, vatanın selameti için Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılmaları lazım addedilmişse, işbu tarzda mı tatbik edilir? Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Düşündü ise soruyorum: Oralara ne kadar gıda maddesi gönderdi ve göçmenlerin iskânı için kaç hane yaptırdı? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler. Yine gizleme ve saklaması mümkün değildir ki, bu kararı İttihat ve Terakki umumi merkezinin bazı önde gelen mensupları aldı ve o umumi merkezin tabii azası olan hükümet tatbik etti.
İTC Merkez-i Umumisi, Balkan Harbi’nden evvel Makedonya meselesinin de kolayca halline girişti. Azalarından birinin fikrince, Makedonya meselesi bir nüfus meselesi imiş. Eğer İslam nüfus çoğalırsa mesele kendiliğinden halledilirmiş. (…) İki rakam arasındaki nispeti tayin için ya rakamlardan birini büyütmek veya diğerini küçültmek lazım gelir!… Rumeli’deki nüfus arasındaki farkı değiştirmek için Bulgarları, Rumları, Sırpları mahva imkân yoktu. Onun için Basra’dan İslam muhacirleri getirmeye teşebbüs ettiler.
Anadolu’da ise bu külfete olsun lüzum görmediler. Ermenilerin mahvını tanzim ettiler. Bunu sırf Merkez-i Umumi değil, o zamanki hükümet de tatbik etti. Böyle olmasaydı, katliama iştirak etmeyen kaymakamlar öldürüldüğü, mutasarrıflar ve valiler azledildiği halde, iştirak edenler terfi etmezdi. Ve tehcir işleri, İttihat ve Terakki mensuplarının denetimi altında cereyan etmezdi. İmdi, bence meselenin en mühim noktasına geliyorum. Bu hercümercden, şu katliamlar ve cinayetlerden, Müslümanlar ve bilhassa Türkler de mesul müdürler, yoksa bundan âri midirler?
(…) Tahminime göre, en aşağı üç-dört yüz bin Ermeni öldü. Bu kadar kan akıtan bir milletin feryad ve şikâyete hakkı vardır. Bu hakka kimse itiraz edemez. Fakat yalnız Ermeni ölmedi. İki milyondan ziyade Türk ve Arap da telef oldu. Türkler ve Araplar da Ermeniler kadar mağdur ve bîçaredirler. Onların da şikâyet ve feryada hakları vardır. Ben Osmanlı memleketinin bugünkü halini Erzurum vilayetinin yukarıda tasvir ettiğim haline benzetiyorum. Yani bütün memlekette iki sınıf halk var. Biri hukuka tecavüzle menfaat elde eden zorbalar, diğeri, bu zorbaların tecavüzüyle ezilmiş olan Türkler, Araplar, Ermeniler…
Hepimiz için felaketin doğuş sebepleri bir!… Vatanından ayrılarak yollarda ölen veya öldürülen Ermenilerle, Cezire ve Suriye çöllerinde, Erzurum dağlarında açlıktan, hastalıktan, sıcaktan telef olan veya telef edilen Türkler ve Suriye’de açlıktan sokaklarda inleye inleye ölen Arapların ve Cemal Paşa’nın kanunuyla ipe çekilen ve sürgün yerlerinde sefalet içinde kalan uğursuz kuvvet aynı kuvvettir. Binaenaleyh, Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz! Birbirimizi suçlamaktansa, el ele verip medeni dünyadan adalet dilemek ve asırlardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu hale getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise, bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”
Derleyen Ayşe Hür

1915’e  Özbeöz Müslüman/Türk tanıklardan  içeriden bir bakış amaçlı bu yazı Toplumsal Tarih Dergisi’nin Haziran-Aralık 2015 sayılarında ‘Tehcir anlatıları’ başlığı altında peyderpey yayımlanmıştır.

Yorumlar kapatıldı.