İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ayşe Hür, Radikal’in kapatılmasıyla ilgili Aydın Doğan’ı eleştirdi.

Bilgehan Uçak / Haberdar (Özel) – Kapatılan Radikal yazarı ve tarihçi Ayşe Hür, Radikal’in kapatılma sürecini, Türkiye’de gittikçe yaygınlaşan ‘linç kültürü’nü ve siyasi gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulundu. Radikal’in kapatılmasıyla ilgili Aydın Doğan’ı eleştiren Hür, “Keşke Aydın Doğan Ömer Seyfettin’in Diyet hikayesindeki gibi -mecazi anlamda elbette- kolunu kesip koysaydı iktidarın önüne de başı dik şekilde devam etseydi hayatına” dedi.

Haberdar’dan Bilgehan Uçak’ın Ayşe Hür ile söyleşisi şöyle:

Öncelikle linç ile başlayalım. Bu aralar, siz de sık sık lince maruz kalıyorsunuz. Bu topraklardaki linç kültürünü nereye bağlamak lazım?
Linç sözcüğü Batı kökenli, yani Batı’da da linç kültürü var. Başlangıçta “yargısız infaz” için kullanılmış bu terim ama günümüzde kitlesel bir şekilde galeyana gelen veya getirilen toplulukların o anda bir tehdit olarak gördükleri veya suçlu olduğuna inandıkları kişilere saldırmasını anlatmak için kullanılıyor. Yanlış bilmiyorsam, ABD’de, 1800’lerden 1970’lerin başına kadarki dönemde 5 binden fazla kişi linç edilerek öldürülmüş. Faillerin ezici çoğunluğu beyaz derili, öldürülenlerin ezici çoğunluğu siyah derili insanlarmış. Bizdeki linçlerin tarihi üzerine bir araştırma yok galiba. Ama çocukluğumdan itibaren duymuşumdur, çeşitli nedenlerle linç edilen kişileri. Mesela 1970’lerde bir Orta Anadolu şehrinde Mal Müdürü, emrinde çalışan bir memureye tecavüz ettiği için linç edilmeye kalkmıştı. Neyse ki ölüm olmamıştı. Bizde ölümle sonuçlanması nadir galiba. Ya da ben öyle not etmişim zihnime.
Linççi bir güruh var her an hazırda bekleyen. Bunun sürekli olması bu toplumda “sakat” olan bir şeylerin varlığına işaret mi?
Son 30 yılda 400’e yakın linç olayı gerçekleştiğini okumuştum bir yerde. Bunların çoğu Marmara Bölgesi’nde, daha doğrusu İstanbul’da gerçekleşmiş. Marmara’yı Ege, Akdeniz izliyor. En az linç eylemi ise Güneydoğu Anadolu’da olmuş. Saldırıya uğrayanların, kişi veya mal-mülk olsun, büyük bir kısmı Kürt veya PKK’lı diye kodlananlarmış. Bu sayılar ve mağdurların kimliği bizdeki linç kültürünün niteliğine dair ipucu veriyor ama genel olarak lincin motivasyonları konusunda çeşitli teoriler var.
Nedir bunlar?
Özetin özeti, bireyleşmenin, eğitimin, gelirin düşük olduğu, etnik, dilsel, dinsel bölünmelerin olduğu, ekmeğin aslanın ağzında olduğu, hukukun yerleşmediği, suçların veya cezaların norm halinde tanınmadığı toplumlarda kitlelerin galeyana gelmesi, öfke patlamaları yaşaması gayet sık oluyor. Böyle toplumlarda cezalandırmayı bizzat yapmayı hak görebiliyor insan toplulukları. Çoğunluğu oluşturanlar, yani Türkiye’yi esas alırsak, Türkler, Müslümanlar, Sünniler, milliyetçiler…
Azınlıklara…
Kürtler, gayrimüslimler, Aleviler, solcular… İşte bu kesimlere yönelik linç eylemlerinde bulunuyorlar. Azınlığın çoğunluğa linç uyguladığı örnek okumadım ben. Kitleyi harekete geçiren bazen “yetişin namus elden gidiyor” diye çığlık atan bir kişi olabileceği gibi, bazen medya yoluyla kanaat önderlerinin “vatan tehlikede, dinimiz tehlikede, yaşam tarzımız tehlikede” fikrini itinayla toplumun zihnine kazıması yoluyla da olabiliyor. Toplumun bilinçaltı doldurulduktan sonra bunun hasadını yapmak çok zor değil. Yığınsal olaylarda sorumluluk dağıldığı için tepkilerin sınırı çabucak genişliyor. Kopyalama yöntemi ile normal zamanda akla gelmeyecek yöntemler uygulamaya sokulabiliyor. O ana kadar kedi gibi uysal olan biri yığınların verdiği cesaretle kaplana dönebiliyor, karınca ezmez biri cinayet işleyebiliyor, bir ocağın altını yakmamış biri bir oteli ateşe verebiliyor.
Linççiliğin sürekli olmasını neye bağılıyorsunuz?
Lincin sürekli bir tepki biçimi haline gelmesi ise yöneticilerin tavırlarıyla ilgili. Bizde bu mekanizma şöyle işliyor: Linç haberi duyulduğunda güvenlik güçleri olay yerine gitmiyor, gitse seyrediyor, seyretmese göstermelik müdahalelerde bulunuyor, bulunca sorumluları gözaltına almıyor, alsa salıveriyor. Sonra devletin en tepesine kadar uzanan silsile içinde “halkımız tepki göstermekte haklıdır”, “elbette halk kendini koruyacak”, “ellerine sağlık aslanlarım” gibi cesaretlendirici, teşvik edici konuşmalar yapılıyor. Ve arkasından yeni bir linç eylemi geliyor.
Size yönelik saldırıları da bu türe sokabilir miyiz? Çünkü sürekli hedef  gösteriliyorsunuz. Yok ateist, yok solcu, yok şu, yok bu… Ahmet Samim’den Ali Kemal’e, ondan Hrant Dink’e bu hedeflerin ne manaya geldiğini biliyoruz… Nedir gazetecilerin çektikleri?
Saydığınız isimlerin öldürüldüğünü düşününce benim başıma gelene linç bile dememek lazım aslında. Sosyal medya linci yeni bir kavram. Amaç kişiyi fiziken değilse bile manen öldürmek. İtibarsızlaştırmak, küçük düşürmek. Bazıları “karakter katli” diyor. Bu konuda birkaç araştırma yapıldı. Aktroll, Ülkücütroll diye tabir edilen ve benim de ettiğim adreslerin belli kişiler tarafından yönlendirildiğini ortaya koydular. Son olarak Radikal’in ünlü yazarlarından birinin oğlunun böyle bir grubun başında olduğunu duydum ve çok şaşırdım.
İnanamıyorum!
“Yumurta kafa”, Osmanlı arması, Erdoğan resmi gibi görselleriyle adeta tornadan çıkmışa benziyor bu adresler. Hakaret mesajlarının içerikleri bile birbirinin kopyası. Özellikle iktidarı eleştiren kişilere yönelik sosyal medya lincine katkıda bulunanlara aylık ödendiği iddiaları var. Ben, dediğiniz gibi çok değişik kesimlerin hedefi oluyorum sık sık. Çoğu zaman son derece sıradan bir cümlem iktidar yanlısı biri tarafından paylaşılıyor ve arkasından sövme timleri harekete geçiyor. Bana yönelik saldırıların ezici çoğunluğu cinsiyetime, yaşıma, medeni durumuma yönelik hakaretlerden oluşuyor. Açıkçası bu tür hakaretlerin etkileyeceği kişiler olabilir ama beni etkilemiyor, sadece tek tek engellemek için harcadığım zamana acıyorum.
Peki, üzülmüyor musunuz hiç?
Beni üzen “linç” tipi sol kesimden gelenler oluyor. Neyse ki sayıları az ve ısrarcı değiller. Ama daha çok üzüldüğüm, ağır saldırılara uğradığım zamanlarda bile çok az kişinin tepki göstermesi. Tepki derken saldırganları bloklamak veya bana manen destek olmak gibi eylemleri kastediyorum. Sonuçta yaşadığım en yoğun duygu yalnızlık ama hapiste olanları, öldürülenleri düşününce şikayet etmenin çok ayıp olduğunu farkediyorum.
Agos, Taraf, Radikal… Derken, şimdi işsiz bırakılan gazetecilerden biri oldunuz. Radikal’in kapanmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce ne oldu?
Radikal’in neden kapandığına dair içerden bir bilgim yok. Kanımca Doğan Yayın Grubu’na, ya da daha genel söylersek Aydın Doğan’ın mali ve ekonomik varlığına, yönelik iktidar baskısının sonucu. Aslında yaklaşık altı ay önce bazı gelişmeler üzerine bunu beklediğimi yazmıştım sosyal medyada ama o dönemdeki yayın yönetmenimiz Ezgi Başaran “bunu nereden çıkardınız?” diye sitem etmişti.
Kötü bir kehanet…
Altı ay gecikmeyle korktuğum oldu. Aydın Doğan bir süredir iktidar tarafından adeta tehdit ediliyordu. Aralarında ekonomik alanda ne gibi gerilimler vardı bilemeyeceğim ama Gezi’de Divan Oteli’nin gazdan boğulmak üzere olanlara kapılarını açmasıyla birlikte kamusal alana yoğun biçimde taşınan bir antipatinin olduğunu biliyoruz. Holding’e yönelik vergi incelemeleri, vergi cezalarından sonra, Milliyet gazetesinin elden çıkarılması, ardından Radikal’in kağıt baskıya son vermesi, dijital yayında pekala sürdürülmesi mümkün iken Radikal İki ekine son verilmesi iktidara ödenen diyetlerdi. Ancak bunlar da yetmedi, Radikal tümüyle kapatıldı. Üstelik bu kapatma öyle ani oldu ki, ben ve benim gibi birçok kişi haberi Twitter’dan öğrendik. Sorum üzerine yayın yönetmeni Cem Erciyes, kendisine de birkaç saat önce haber verildiğini, bizleri arayamadan haberin sosyal medyaya sızdığını söyledi. Düşünebiliyor musunuz öyle acele bir kapatma ki, yıllarca emek verdiğimiz, duygusal olarak bağlandığımız bir yayın organının tarihe gömülmesini sindirmemiz ve elbette bir sonraki ay kiramızı ödeyebilmemiz, karnımızı doyurabilmemiz için bir iş bakmamıza bile fırsat verilmiyor bizlere. Gazetenin daimi kadrosuna kanunların emrettiği bazı ödemeler yapılmıştır ama benim gibi telifle çalışan kişiler gerçekten zor durumda bırakıldı.
Ayıbın sınırı yok!
Aydın Doğan’ın bu kadar gaddarca davranması için ağır bir tehdit altında olması gerektiğini düşünüyorum. Artçı sarsıntılar da hala devam ediyor. Hürriyet’e Abdülkadir Selvi’nin alınışı, belki Fehmi Koru’nun da Hürriyet yazarı olması ihtimali var. Gerçi Selvi ve Koru gibi Erdoğan’ın sevmediği şahsiyetlerin Hürriyet’te yazmasının ne anlama geldiğini de tam olarak çözebilmiş değilim. Sonuç olarak şöyle söyleyip bitireyim bu faslı: Keşke Aydın Doğan Ömer Seyfettin’in Diyet hikayesindeki gibi -mecazi anlamda elbette- kolunu kesip koysaydı iktidarın önüne de başı dik şekilde devam etseydi hayatına.
Radikal’in kapanması, “öteki” gazetecilerin pek umurunda olmadığı gibi buna sevinenler de çıktı… Ne düşünüyorsunuz?
Haklısınız. Ya da en hafifinden Radikal’in kapanmasına çok kişi üzülmedi. Belki de çok kişi farkında bile değil. Bunun nedenleri çeşitli. Genel bir yılgınlık, bıkkınlık hali var herkeste. Ama Radikal uzun süredir, “öz hakiki Radikal” değildi çoğu kişi için.
Ah, Radikal İki…
Özellikle Radikal İki’nin kapatılması, hümanist, solcu, insan hakları savunucusu amatör yazarların, ki çoğu önemli bilim insanlarıydı, seslerinin kesilmesi anlamına geliyordu. Geride kalan yazarların, haberlerin dillerinin yumuşadığı düşünülüyordu. Zaten AKP otoriterleştikçe, liberallerin AKP’ye verdiği avansın bugünkü otoriter rejimin oluşturulmasında çok belirleyici bir rolü olduğunu düşünenler iyice artmıştı. Türkiye’de liberal deyince akla “ekonomik liberalizmden yana olanlar” geliyor nedense. Siyasal liberalizm veya daha geniş anlamda liberter düşünce gelmiyor. Bu yüzden liberallere sınıfsal bir kinle bakılması  yaygın bir tutum. Tek Parti döneminin siyasalarının bir antitezi olarak görüldüğü için Özal’a neredeyse ölçüsüz, ilkesiz destek sunan liberallerin yarattığı antipatiyle başlamıştı galiba liberal düşmanlığı. Mehmet Altan’a fatura edilen “İkinci Cumhuriyet” tartışmaları, ki bu terimi ilk kullananlar 1960 darbecileridir, bazı kesimlerce “Cumhuriyet’i inkâr” gibi algılandı. Halbuki eleştirilen, tarihsel deneyim ve rejimin içeriğiydi. Arzulanan da tarihle yüzleşme ve rejimin demokratikleştirilmesiydi. “Kraliyetle, monarşi ile yönetilen Britanya veya İsveç mi yoksa cumhuriyetle yönetilen İran veya Libya mı?” sorusu toplumda yankı bulmadı. Aksine solcusundan ulusalcısına kadar geniş bir yelpazede, milliyetçi-mukaddesatçı kesimlerin Cumhuriyet öncesi döneme dönme hayallerine destek gibi algılandı. Sonuç olarak bütün bunların bir bileşkesi olarak toplumunun sosyolojik yapısı, tarihsel deneyim bir yana kondu, sanki bir avuç “liberal” AKP’yi iktidara getirmiş gibi yorumlar yapıldı.
Radikal ve de ardından Taraf, bu kampın başını çekiyordu…
Radikal gazetesi, “liberter” çizgiyi temsil ettiği için bu kişiler için bir nevi “günah keçisi” oldu. Sözüm meclisten dışarı, keçinin sahibi de hiç sevilmiyordu.
Neden diye sorayım mı bilemedim…
Bunun nedenlerini anlamak kolay değil benim için. Aydın Doğan’ın diğer gazete sahiplerinden kat kat düşmanı olması ilginç gelmiştir hep bana. Ve “keçi”nin ani bir darbeyle, sevilmeyen sahibi tarafından hayatına son verilmesi bu kesimlerce “men dakka dukka” (etme-bulma dünyası) düsturunun hayata geçmesi olarak görüldü. Bir çeşit özyıkım eğilimi de var bazılarında. AKP’ye tepkileri ne kadar güçlüyse, muhalefet cephesini oluşturması beklenen kesimlere yönelik tepkileri de o kadar güçlü bazılarında. Yani çift taraflı bir bıçak gibi, öfkeli insanlar çift taraflı öfke kusuyor. Hatta kişisel deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, bazen Erdoğan’dan veya iktidarın başka temsilcilerinden çok, bir zamanlar Taraf’ta yazdığım için bana daha çok kızan okurlarım bile var!
Türkiye, başından beri gazetecileri, yazarları, entelektüelleri “açlıkla imtihan eden” bir ülke oldu, diyebilir miyiz?
Bu soruya cevap vermeden önce entelektüel neye denir onu tarif etmem lazım.
Lütfen…
“Entelektüel”, dilimize kökü Latince “intelectus” olan Fransızca “intellect”ten geçmiş. “Soyut ve mantıksal düşünme yetisini kullanan” anlamına geliyor. Batılı “entelektüel”, kimliğini ve zaferini, yüzyıllar boyunca, “Orta Çağ” zihniyetine ve Clericus’a (kilise sınıfına) karşı verdiği mücadele sonunda kazanmış. Entelektüellerin adeta bir sınıf haline gelmeleri ise 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Çarlık Rusyası’nda olmuş. Nitekim bugün “aydınlar sınıfı” anlamına gelen “entelijansiya” da, Rusça “intelligentsia”dan geliyor. Kavram Osmanlıcaya “münevver”, Türkçe’ye ise ‘aydın’ şeklinde geçmiş. Batı dillerinde “aydınlatmak” kökünden gelme “aydın” diye farklı bir kavram yok, sadece “entelektüel” var.
“Aydın” olunca bir de görev eklemiyor insana…
Bana göre, bilgili insan, bilim insanı, yazar, akademisyen olmak, “entelektüel” veya “aydın” olmakla eşanlamlı değil. “Aydın” esas olarak modernleşen Batı-dışı toplumlarda belli bir misyon sahibi, daha çok yerel sorunlar üzerine kafa yoran “dava adamı” iken, entelektüel, bir misyona bağlı olmaksızın evrensel sorunlar üzerine kafa yoran, düşünen kişi. Bizde bu ikinci tipte insan çok az. Yine de 2002 yılında ülkemizi ziyaret eden düşünür ve eylemci Noam Chomsky, Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın sorularını yanıtlarken şöyle demişti: “Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin ve başkalarının, yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için sesini yükseltmekle kalmayıp, ayni zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Yani, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz meselâ? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da İsmail Beşikçi meselâ. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve bunu kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına yaptı. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, milletvekilleri –Leyla Zana gibi…”
Daha kimler kimler!
Chomsky saymamış ama Cumhuriyet tarihinde entelektüel olsun münevver olsun, devletin sillesini yemiş, işsiz bırakılmaktan hapse atılmaya, oradan öldürülmeye kadar değişik cezalara maruz bırakılmış o kadar çok isim sayabiliriz ki… Hemen aklıma gelenler, soldan Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Sabiha-Zeki Serteller, Sabahattin Ali, sağdan İskilipli Atıf, Eşref Edip, Hüseyin Avni, Necip Fazıl… 1933 Darülfünun’un kapatılmasından sonra, 1947’de veya 1960, 1971, 1980, 1997 darbeleri sonrasında üniversitelerden uzaklaştırılan öğretim üyeleri… Ülkenin bir yanından öte yanına sürülen öğretmenler. Örneğin, annem tam beş şehre sürgün edilmişti.
Epey iddialı bir sayı!
Ancak ilginç biçimde, Kemalist olsun, solcu olsun, muhafazakâr olsun hepsi de Jön Türk veya İttihat Terakki geleneğinden gelen Cumhuriyet aydınlarının seleflerinden devraldıkları en önemli miras, ulusla özdeşleşen, tarafsız ve hiçbir özel çıkarı temsil etmediği varsayılan güçlü ve merkezileşmiş devlet anlayışıydı. Bu yüzden asker olsun sivil olsun bu kadroların büyük bir kesiminin temel sorunsalı da aynı oldu: Devlet nasıl kurtulur? Bu uğurda mütedeyyin kesimlere, gayrımüslim azınlıklara ve Kürtlere yönelik en gaddar planlara zımni ya da açık onay verdiler. Üstelik bu kesimler sürekli devletin tokadını yedikleri halde, hayatlarının büyük bir bölümünü takipte, mahkemede, hapiste, sürgünde geçirdikleri halde…. Belki de bir çeşit “Stockholm Sendromu” söz konusuydu.
Her şeyde olduğu gibi burada da “Türk tipi”nden bahsedebilir miyiz?
Belki… Fakat, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devletin entelektüel-aydın düşmanlığına karşın halkın bu kesimlere karşı saygısı güçlüydü. “Okumuş adam” olmak bile başlıbaşına bir saygı unsuruydu. Bugün olan, bunun kaybı. Genel olarak “sağ muhafazakar” grupların, değerlerin egemen olduğu Türkiye’de, sol düşmanlığının aydın düşmanlığı şeklinde tezahür etmesi tarihsel deneyimle ilgiliydi. Özal’la birlikte bu liberal aydın düşmanlığına evrildi. Şimdi İslamcı kesimler “aydın” kavramını mülkleri haline getirmeye çalışıyorlar. Onlara göre gerçek aydın ancak İslami değerlere sahip kesimlerden çıkabilir. “İslam medeniyeti”, “Yeni Osmanlıcılık”, “Oryantalizm”, “Haçlı-Siyonist komplosu” gibi kavramlar etrafında örülen bu yeni tip “münevverlik” kendine benzemeyen herkese karşı yıkıcı bir dil kullanmakta beis görmüyor. Bu yıkıcı dil yüzünden, artık ortalama insan için “aydın” terimi küfürle eş anlamlı oldu adeta. Hatta Bülent Arı adlı profesör, işi “okumuş” düşmanlığına kadar götürdü ve “Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede” dedi.
Bugün içinden geçtiğimiz süreci Tek Parti dönemine benzetenler var. Ne düşünüyorsunuz? Tek Parti dönemi ile bu dönem arasında benzerlikler var mı?
Evet çok benziyor. Ancak 1923-1950 arasında Tek Parti rejimine bazı gerekçeler bulabilirdik. Çünkü iki dünya savaşı arasındaki yıllar, insanlık tarihi açısından çok karanlık yıllardı. 1920’lerde dünya yüzünde 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’de 17’ye düşmüş, 1944’te ise tüm dünyadaki 64 ülkenin ancak 12’si anayasal bir demokrasi ile yönetilir olmuştu. Türkiye’nin yakınlarındaki Arnavutluk, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’da, arka arkaya faşist rejimler kurulmaya başlamıştı. Türkiye de bu çizgiyi izledi. Bir dizi trajik savaş sonucu dört kıtaya yayılmış bir imparatorluktan Anadolu coğrafyasına sıkışmış Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar Batı modernleşmesine yetişmek için radikal bir mühendislik projesini yürürlüğe koymuşlardı. Çok tekrarlanmıştır, önce Türk ulus-devletini yaratmışlar, sonra da buna uygun Türk ulusunu yaratmaya soyunmuşlardı.
Hatta bildiğim kadarıyla “dünyadaki her devletin bir ordusu, Türkiye’de ise ordunun bir devleti vardır” denir…
Bu projenin hayata geçmesini yavaşlatacak unsurlara tahammül yoktu. Yavaşlatmak ne demek, herkesin projeye tam anlamıyla iman etmesini talep ediyorlardı. Dolayısıyla tek partili sistem amaca en uygun örgütlenme biçimiydi. Aslında partiye bile ihtiyaç yoktu. Daha doğrusu ortada modern anlamda bir parti yoktu. Parti ile devlet kadroları çoğu yerde aynı kişilerden oluşuyordu. Çoğu yerde parti devletin öteki yüzüydü, ya da tersi. Modernleşme süreci ilerledikçe iki şey oldu. Birincisi devletten görece bağımsız sınıflar, çıkar grupları ortaya çıktı. Bunların bir bölümü, en çok da Kürtler, Kemalistlerin projelerine karşı çıktılar. Dolayısıyla bu kadar farklı grupların tek bir partide temsili imkansız hale geldi. İkinci olarak, Kemalist kadroların öykündüğü Batı dünyası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında çoğu zaman göstermelik de olsa demokratik rejimlere yönelmişti.
Bu da bizi bazı kararlar almak mecburiyetinde bıraktı herhalde…
Türkiye’nin tek partili rejimi göze batar hale gelmişti. Sonuç olarak iç ve dış faktörlerin üstüste düşmesiyle çok partili rejime geçildi. Aksak topal da olsa bu sistem bugüne dek getirdi bizi. Ancak şimdi AKP’nin çeşitli faktörlerin etkisiyle 14 yıldır ardarda sağladığı seçim başarıları “de facto” bir tek parti rejimi ortaya çıkarmak üzere. Henüz çıkmadı ama eğer CHP ulusalcı muhafazakarlık ve elitizm yüzünden; HDP, PKK ile ilişkisi olduğu veya olduğu algısı yüzünden; MHP 19. yüzyıl tipi milliyetçilik ve liderlik krizi yüzünden baraj altı kalırsa, “İkinci Tek Parti Dönemi”ne girmemiz işten bile değil. Ancak Marx’ın, III. Napolyon’un gerçekleştirdiği darbeyi, amcası Napolyon Bonapart’ın daha önceden gerçekleştirdiği darbeyle kıyaslarken “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi (fars) olarak” dediği gibi, “İkinci Tek Parti” dönemi bir “fars” olacaktır. Elbette Marx’ın “fars” derken “trajik” bir durumu kastettiğini varsayıyorum. Yoksa hiç de gülünecek bir durum değil bu olasılık.
Hani diyorlar ya, Başkanlık bizim genlerimizde var diye, var mı gerçekten böyle bir şey?
Hem haklılar, hem haksızlar. Haklılar çünkü her ne kadar bazıları, Eski Türklerdeki kurultay, kamutay gibi oluşumları veya İslam devletlerindeki ve Osmanlı Devleti’ndeki meşveret meclislerini “demokratik gelenek” diye yutturmaya çalışsa da, her iki kültürde de bey, han, kağan, sultan, şah, padişah, halife gibi mutlak gücü elinde tutan yöneticilerin son sözü, hatta bazı durumlarda ilk sözü de, söylediklerini biliyoruz. Premodern toplumlarda bu tip yöneticiler tanrının yeryüzündeki gölgesi, temsilcisi sayıldıkları için kişilikleri kutsallaştırılır, her emirleri kayıtsız şartsız yerine getirilirdi. Bu model bizim coğrafyamızda da 1870’lere kadar büyük bir itiraz görmeden sürdü. İtiraz görmedi çünkü itiraz edecek kesimlerin ortaya çıkmasına yine aynı mekanizma izin vermiyordu. Merkezin mutlak ve acımasız hakimiyeti söz konusuydu.
Haksız oldukları yer neresi?
Haksızlar çünkü en azından 150 yıldır kör-topal da olsa parlamenter rejim tecrübemiz var. Daha doğrusu gerek iç dinamikler, gerekse dış dinamiklerle yürürlüğe sokulan 1876 Kanun-i Esasi’sinden ve 1877 Meclisi’nden başlayarak, II. Abdülhamit dönemi hariç, 150 yıldır “başkanlık” sisteminden “parlamenter” sisteme geçiş için çabalıyoruz. 1908 anayasa tadilatı, 1921 Teşkilat-ı Esasi Kanunu bu yolda atılmış önemli adımlardı. 1924 Anayasası bile şeklen de olsa “Tek Adam”, “Ebedi Şef” Mustafa Kemal’in yetkilerini kısıtlamıştı.
Neden “şeklen” dediniz?
“Şeklen” diyorum çünkü Mustafa Kemal anayasayı aynen bugün Erdoğan’ın yaptığı gibi rafa kaldırmıştı. 1960 darbesi ise bu yönelişi daha da teşvik etmişti. Tek istisna 1980 darbesi sonrasında Evren’in ve dolayısıyla onu izleyen cumhurbaşkanlarının yetkilerinin genişletilmesi, buna karşılık sorumluluğunun adeta ortadan kaldırılması oldu. Yine de Evren sonrasındaki cumhurbaşkanları kamuoyunun baskısını üzerlerinde hissettiler. Şimdi Erdoğan bu süreci tersine çevirmeyi arzu ediyor. Üstelik Cumhuriyet’in ilk dönemlerine değil, Osmanlı dönemine, hatta Asr-ı Saadet’e kadar geri gitmek istiyor. Sürekli “bize özgü”, “Türklere has”, “bizim kültürümüze uygun” demesinden kafasındaki başkanlık sisteminin “Halife-Sultan” modeli olduğu o kadar belli ki… Kâğıt üzerinde böyle olmasa bile uygulamada öyle olması için her türlü tedbiri alıyor. Medyaya sansür, üniversitelere yönelik baskılar, kanunlardaki değişiklikler hep buna hazırlık faslından.
Sizce bu gidişatın sonu nereye varacak?
Eğer sadece şikayet etmekle veya iktidarı eleştirmekle yetinirsek bu işin sonu kötüye varacak. Kürt Meselesi’nden başkanlık rejimi dayatmasına, medyaya sansürden ormanlarımızın madencilere peşkeş çekilmesine veya HES’lere kurban edilmesine, komşularımızla yaşadığımız gerilimlerden yaşam tarzımıza müdahalelere, eğitim sistemindeki çürümeden çocuk tacizlerine, kadın cinayetlerine, aklınıza gelecek her türlü sorunun kökeninde iktidar etme tarzı, anlayışı vardır. Demek ki, bu sorunları çözecek bir siyasi hareketi, anlayışı iktidara getirmemiz lazım.
Nasıl olacak bu?
İktidara gelmek deyince kiminin aklına darbe, kiminin aklına ihtilal yapmak gelebilir. Ama benim aklıma seçim kazanmak geliyor. Seçim kazanmak için de sadece yönetimin krize düşmesi yetmez, eskisi gibi yönetilmek istemeyenlerin de yönetime gelmeye hazır olması lazım. Bir stratejisi olması lazım, bir projesi olması lazım, bunları hayata geçirecek kadroları olması lazım. Ama elbette en basitinden seçime girecek bir partisi olması lazım. Memnuniyetsizlerin, tam istedikleri niteliklerde bir partileri yoksa, mevcut partilerde kendilerine en yakın gördükleriyle ittifak kurmaya hazır olmaları lazım. Kısacası enerjilerini “katharsis”e yönelik konuşmalardan çok örgütlenmeye yönelik faaliyetlere hasretmeleri lazım. Eğer bunları yapamazsak, korkarım ki en az 50 yıl sürecek karanlık bir döneme gireceğiz. Yani önümüzdeki seçim, uzun bir tünelden önceki son çıkış…
Son soru: Pazar günleri tiryakilik yaratan Ayşe Hür yazılarını okumadan nasıl geçecek?
Bu sözünüzü iltifat kabul ediyorum ama doğrusu sizin gibi düşünenlerin çok olduğunu da sanmıyorum çünkü Radikal kapandığından beri bu soruyu çok az kişi sordu. Resmi tarihin perdelediği konularda çok yazı yazdım, başkaları da yazdılar. Artık ana hatlarıyla çoğu kişi çoğu şeyi biliyor ya da bildiğini düşünüyor. Günümüz, tarihin değil siyaset biliminin günü. Anayasa tartışmaları, rejimin niteliği, demokratikleşmenin nasıl sağlanacağı siyaset bilimi bilgisi gerektiriyor. Bir süre hem okurların hem de benim kafamı dinlemesi iyi olacak. Ama bu demek değil ki, hiç bir şey yazmayacağım. Nitekim özel bir talep olursa, yazıyorum, yazarım da. Ama düzenli bir tarih sayfası hazırlamak için yeniden enerji toplamam zaman alacağa benziyor. Şimdilik önceliğim, geçimimi sağlayacağım bir iş bulmakta. Sizin aracılığınızla “iş arıyorum” ilanımı da vermiş olayım böylece.
twitter: @bilgehanucak

KAYNAK: HABERDAR

Yorumlar kapatıldı.