Bedros Dağlıyan
Lise son sınıftayım. Birkaç dersten de ikmale kalmışım. Tembellikten değil hem çalışıp hem okumaktan dolayı çalışmaya fırsat bulamamaktan… “Çalışır geçerim be “ dedim anneme… Annem bu “aman oğlum çalış” Sonra da devam etti “çalış ki bizi rüsva etmeyesin.” O yaz bütün sayılı günler gibi çabucak gelip geçti işte… Ben, her daim olduğu üzere ancak son bir hafta kala kitapları açtım; sıkı da çalışıyorum. Kendi kendimi de telkin ediyorum bir taraftan… Geçersin sen geçersin diyorum seslice… Annemse bir taraftan beni gözlüyor diğer taraftan da dualar ediyor. Surp Giragos Kilisesine gidip mumlar yakıyor…
İmtihan sabahı er vakit beni kiliseye gönderdi. Gittim. Enne( Anna) Baco erkenden orada. Enne Baco, o nur yüzlü kadın kilisenin zangocu, bakıcısı her şeyi… Sami Ağabeyin de (Sami Hazinses) annesi… Beraberce mum yakıp dua ettik o nur yüzlü başı tülbentli, yüzü sürekli ağlar gibi bakan kadınla…
Geçtim. Annem pek sevinçli;” Bu Pazar gidip mum yakalım” diyor. Gittik. Nasıl da kalabalık o gün kilise… Der Giragos yönetiyor her zamanki gibi ayini… Sonra Der Baba’nın yanına gidip ellerini öpüyorum. Nasıl güler yüzlü, nasıl nurani bir insan; tanıyanlar hemen evet diyeceklerdir. Hatırını soruyorum.
Balıkçılarbaşı’ndan aşağıya inen her sokak Gâvur Mahallesine gider. Dört ayaklı minare mihenk taşıdır, her buluşmada… O sokakların her köşesi ve Diyarbakır’ın bütün eski pazarlarında, sanatkârların nerdeyse tümü Ermeni tanıdıklar… Terzisi, marangozu, demircisi, bezazı, dökümcüsü, puşici ve ipekçisi… Her köşeden biri selam ediyor gelip geçerken…
Sonra… Sonra biz birer birer Diyarbakır’ı terk ettik. Aslında hiçbirimiz gönüllü gitmedik. Gitmek zorunda bırakıldık. Kimimiz İstanbul’a, kimimiz de Avrupa’nın dört bir tarafına dağıldık. Nar taneleriydik, taneleri acıyan…
Sonra Der Baba’da geldi İstanbul’a… On iki Eylül’de güya Doğu’nun Müslüman çocuklarını Hristiyan yapıp Ermeni okullarında okumasını sağlıyor diye gözaltına alıp aylarca yatırdılar. Çıktı. Yolda görünce ellerine sarılıp öptüm. Yaşlanmış, çökmüştü. Ağlamaklıydı. Sarıldım. O da bana sıkıca sarıldı. O koca adam, o iyilik timsali adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözyaşları, boynumu, yüzümü ıslatıyordu. Bende ağladım; beraberce ağladık. Ellerini gösterdi bana… Tırnakları yoktu. Her biri mosmordu. Yürüyemiyordu. Ayak tırnaklarını mı da, diyemedim. Sözlerim ağzımda hıçkırık oldu. “Mahvettiler beni, mahvettiler. Ben artık onmam, diyordu bir taraftan…
Surp Giragos’un içinde az okumamıştım duaları… Her bayram dolup taşar, anneler babalar içeride dua ederken biz çocuklar da bahçesinde koşturup dururduk. Bazen hatta çokça top da oynardık. Marşal Dayı kızardı, ama iyi adamdı. Biz çocukları da çok severdi zaten…
Der baba ki bütün Doğunun ve Güneydoğunun kimsesiz, fakir çocuklarını bulup tek tek cemiyete kazandırmamış mıydı? Hrant bile Der Baba’dan hep sevgiyle söz etmez miydi? Der Giragos Narlı Kapı Kilisesine papaz oldu. Her iki çocuğumun vaftizini yine o yaptı. Şimdi Der Babamız yok artık… Belki Sur içi Gâvur Mahallesi de yok!
Önce Ermenileri, Süryanileri, Rum ve Yahudileri gitti Gâvur Mahallesinin… Şimdi de evleri birer birer… Ol şehir ki, yedi bin yıllık kadim bir kültürü taşır. Çayönü dediğiniz yer yani Hilar’ın tarihi MÖ 7500’lerden başlamıyor mu?
O kaç bin yıllık şehrimin bazalt taşları yağmur yağmışsa ya da sabah yıkanmışsa nasıl da parlardı; sanırsın seher yıldızı… Şimdi biz yokuz, niceleri gibi… Biz şehri sevgimizle bugüne getirdik. Sevgimizle de sonsuza… Sizse sadece zulüm getirip ah aldınız her zaman olduğu gibi… Biz hep hancı yani Diyarbakır olduk sizse isminiz her ne olursa olsun zalim olup öyle anıldınız. Öyle de anılmaya devam edeceksiniz…
İşittik ki Sur içini o kadim şehri kamulaştırıp yıkacakmışsınız. Beton ekecekmişsiniz tüm Anadolu’ya hatta İstanbul’a yaptığınız gibi… Atalarımız, ecdadımız sanat, kültür üretip ve bahçeler, köşkler yapıp insana yatırım yaparken; siz sadece ölecek insanlara mezar gibi binalar yaptınız…
Duyduk ki, Kiliselerimize, vakıflarımıza da göz koyup kamulaştıracakmışsınız. On dört kiliseden geriye kalan dört kiliseyi de çok gördünüz Diyarbakır’ın Ermeni, Süryani ve Keldani’lerine…Yaparsınız, yapabilirsiniz de… Biz alışkınız, ensemize vurulup malın, mülkün elimizden alınmasına… Ancak Amed’liler buna göz yummaz. Diyarbakırlı, Dikranagerd’li buna göz yummaz.
On bin yıllık kenti sona mı erdireceksiniz yoksa! Olursa, bu da ancak size yakışır! Tokinizle bin yaşayın…
Yorumlar kapatıldı.