Selim Hakan- temet nosce
Milliyetçilik hiç şüphesiz insanlığın en amansız hastalığı. Adına ister milliyetçilik deyin, ister ulusalcılık, ister faşizm, ister Nazizm. Kendi ırkından olmayanı, kendi dilini konuşmayanı ikinci sınıf gören, ona boyun eğdirmek isteyen, hatta onu insan yerine koymayan tüm ideolojiler, yaklaşımlar ve düşünceler insanlığın baş düşmanıdır. Bunların olduğu yerde barış ve güvenlikten söz edilemeyeceği gibi, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü de barınamaz. Milliyetçiliğin yol açtığı en çarpıcı yıkım, iki dünya savaşını da kapsayan faşizm çağında yaşandı… Tarihin en utanç verici olayları yaşandı. Osmanlı’da İttihatçılar Ermenileri, Almanya’da Naziler Yahudileri toplu şekilde katletti.
***
Milliyetçilik hiç şüphesiz insanlığın en amansız hastalığı. Adına ister milliyetçilik deyin, ister ulusalcılık, ister faşizm, ister Nazizm. Kendi ırkından olmayanı, kendi dilini konuşmayanı ikinci sınıf gören, ona boyun eğdirmek isteyen, hatta onu insan yerine koymayan tüm ideolojiler, yaklaşımlar ve düşünceler insanlığın baş düşmanıdır. Bunların olduğu yerde barış ve güvenlikten söz edilemeyeceği gibi, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü de barınamaz.
Milliyetçiliğin yol açtığı en çarpıcı yıkım, iki dünya savaşını da kapsayan faşizm çağında yaşandı. Milyonlarca insan faşist diktatörlük rejimlerinin yarattığı girdap içinde büyük acılar içinde yok oldu. Milliyetçi rejimlerden doğal olarak en çok, o rejimler altındaki ‘ötekiler’, yani azınlıklar etkilendi. Tarihin en utanç verici olayları yaşandı. Osmanlı’da İttihatçılar Ermenileri, Almanya’da Naziler Yahudileri toplu şekilde katletti.
Faşist çağın ideolojileri ve diktatörleri günümüzde insanlığa karşı işlenen suçların ve antidemokratik rejimlerin ikonik birer simgesi çağdaş ülkeler için. Artık Almanya’da Hitler ve Nazi ideolojisi, diğer çağdaş ülkelerde faşizm ve diğer milliyetçi ideolojiler kötülükle özdeş olarak ve nefretle anılıyor.
Türkiye birçok konuda olduğu gibi bu konuda da dünyada özel bir konuma sahip. Batı ülkeleri büyük travmalar ve yıkımlarla dolu faşist geçmişlerinden utanırken, Türkiye bu geçmişiyle hala gurur duyuyor. İtalya’da Mussolini, Rusya’da Stalin, İspanya’da Franco, vb. utanç ve ibret vesilesiyken, Türkiye’de Atatürk’ün tartışılması bile bir tabu.
Faşist batı devletleriyle işbirliği içinde adeta bir oldubittiyle Osmanlı Devleti’ni birinci dünya savaşına sokan, yüzbinlerce Osmanlı vatandaşını cephelere sürüp öldürten, devleti çökertip yok eden, Ermenileri katleden, daha sonra Cumhuriyet kurulduktan bugüne kadar da ‘ötekiler’e (Kürt, Alevi, Komünist, vs.) yönelik katliamlarına devam eden İttihatçı ideoloji günümüzde halen kutsanmakta ve devletin en temel politikalarına yön vermekte. Dahası, 1930’ların ruhunu yansıtan İttihatçı politikalar, toplumun önemli bir kısmı için ülke için hayati derecede önemli ve gerekli olarak görülür.
İttihatçı zihniyeti eğitimde, siyasette, basında, sivil toplumda, hemen hemen her yerde gözlemlemeniz mümkün. Ermeni soykırımının inkarı hala vatani bir görev çoğu Türk için. Yazılı basının amiral gemisi olarak tabir edilen bir gazetenin logosunda İttihatçı slogan her allahın günü hatırlatmasını yapar: Türkiye Türklerindir! Minibüs süslemelerinin en sevilen parçalarından biri “ya sev ya terket” yazan çıkartmalardır mesela. Türkiye’deki siyasi partilerin ezici çoğunluğu az çok, şu veya bu şekilde milliyetçidir. Sol partilerin bir kısmı dahi milliyetçidir. Kendisini yıllardır solda göstermeye çalışan -tabi bu konuda kimseyi de ikna edemeyen- CHP bile milliyetçidir. Ermeni veya Kürt sözcükleri hakaret gibi algılanır bu memlekette (bkz. “affedersiniz ermeni”), bilmem başka bir şey söylemeye gerek var mı?
Türk faşistleri Cumhuriyet kurulmadan önce Ermenileri baş düşman olarak bellemişlerdi. Onların icabına bakıldı. Sonra dindarlar ve mürteciler baş düşman oldu. Onlar da uzunca bir süre alaşağı edildi. Soğuk savaşın ilk dönemlerinde en büyük düşman komünistlerdi. Evelallah onların da kökü kazındı. 70’lerden sonra, özellikle de 80 darbesinden bugüne kadar da Kürtler asıl düşman oldu. 90larda bir ara irtica paranoyası ön plana çıktıysa da son 35-40 yılın tartışmasız en önemli düşmanı Kürtler oldu.
İttihatçı faşist devletin Kürt politikası ilk kez Özal tarafından kurcalandı. 90’ların başında Özal ve ekibi Türkiye’yi Kürtlerle barıştırmak istedi, ama bu projesi İttihatçılar tarafından öldürülmeleriyle sonuçlandı (bkz. 93 gizli darbesi). 90’lar boyunca Kürt düşmanla savaş sürdü. Ancak 2002’de iktidara gelen AKP, bihassa askeri vesayetin geriletildiği 2007’den sonra, bu topraklarda son yüzyılın en radikal açılımını başlattı. Bu, kadim milllyetçi devlet geleneğindeki en kaydadeğer kırılmaydı. Buna İttihatçı derin devletin tepkisi, başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişimleri oldu. Açılım sürecinde, göstermelik ve geçiştirmelik de olsa, Kürtlere bazı yüzeysel haklar tanındı, PKK ile barış müzakereleri başlatıldı, vs. Bu açılım her ne kadar ürkek, çekingen adımlarla ve samimiyetsiz bir şekilde yapılmış olsa da, her ne kadar gündelik siyasi kazanımlar odaklı ilerlemiş olsa da en az yüzyıldır İttihatçı geleneğinden taviz vermeyen Türkiye devleti için son derece olağanüstü bir hamleydi.
Maalesef daha ileri bir noktaya taşınabilecek, kurumsal ve hukuksal altyapısı oluşturulabilecekken, öncesi ve sonrasındaki kırılmaların da katkısıyla, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında barış süreci sona erdi. Cemaatle yaptığı koalisyonu fiyaskoyla sonuçlanan ve Kürtleri daha fazla kandırıp sömüremeyeceğini anlayan AKP rejimi, İttihatçıların temsilcisi Ergenekonla koalisyon kurdu. Böylece devlet kurulum ayarlarına geri döndürüldü. Hem de bu sefer olabilecek en tehlikeli bileşimle: siyasi İslam ve ulusalcı militarizm.
Bugün yaşadığımız felaketlerin başlıca nedeni ve asıl sorumlusu Erdoğan – Ergenekon işbirliğidir. Buna karşılık PKK’nın izlediği saçmasapan strateji de maalesef bu işbirliğine katkıda bulunuyor. HDP, Temmuz 2015’te başlatılan sıcak savaşla birlikte silahsız mücadele işlevini büyük ölçüde yitirdi. Bu aşamada yaygın bir iç savaşın önüne geçmek için ne yazık ki yapacak fazla bir şey yok. Hatta görünen o ki, iki taraf da savaşı kızıştırmak için epey niyetli ve varını yoğunu ortaya koymaktan geri kalmayacak. Güneydoğuda yaşanan iç savaş ülkenin her tarafına yayılacak. Bir yandan devlet güçleri tarafından Kürt bölgelerinde sürdürülen ağır insan hakkı ihlalleri, insanlığa sığmayan uygulamalar, katliamlar ve işkenceler; diğer yandan da, iyice kızıştırılan intikam hisleriyle birlikte bombalı katliamlar, güvenlik güçlerine saldırılar ve sivil ölümler artarak sürecek.
Buraya kadar, tarihsel süreci de ana hatlarıyla özetlemeye çalışarak, nasıl bugünlere geldiğimizi anlatmak istedim. Bundan sonra ise, muhtemel ya da arzu edilen gelişmelerin ana çerçevesini çizmeye çalışacağım.
Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki, bugün yaşadığımız sorunların temel nedeni milliyetçiliktir. Milliyetçi, baskıcı, pozitivist, elitist ve militarist bir İttihatçı ideolojisi olmasaydı, bugün ne Ermeni soykırımından ne Kürt sorunundan ne de Alevilere, gayrı-müslimlere yapılanlardan bahsedecektik. Bu ideoloji devleti tanımlamasaydı, 80 darbesini yaşamamış ve Yunanistan’la birlikte AB üyesi olmuş, demokratik, insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğünün hüküm sürdüğü gelişmiş bir Batı ülkesi olabilirdik. Dolayısıyla, çözüm istiyorsak her şeyden önce ve kesin bir şekilde milliyetçilikten kurtulmamız gerekiyor. Bu zorunluluk Türkleri olduğu kadar Kürtleri de kapsamakta.
Dolayısıyla, bu vahim sürecin bir an önce ve en az kayıpla sonuçlanması için CHP ile Kürt aktörlerin milliyetçilik tuzağına kesinlikle düşmemesi gerekiyor. Maalesef her iki kesimde de Türk ve Kürt milliyetçiliği yükselişte.
CHP’nin, MHP ile aynı trajik kaderi paylaşmaması için yalnızca iki seçeneği var. Birincisi, pratikte daha zor; milliyetçilikten arındırılmış bir CHP. Yani, ulusalcı ve milliyetçi unsurları partiden tamamen temizlenmiş, Baykal gibi asalakları tasfiye etmiş, Atatürk’e tapma refleksini terk etmiş, Kürt alerjisinden ve diğer paranoyalardan (irtica gibi) ebedi olarak kurtulmuş bir CHP’den söz ediyorum. Bunlar başarılırsa CHP’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü açılarından pek bir eksiği kalmaz. Ancak mevcut şartlarda bu çok zor. AKP ve MHP ile birleşip Ermeni soykırımıyla ilgili inkarcı tutumu sürdüren bir partiden İttihatçı zihniyeti söküp atmasını beklemek, şu olağanüstü koşullarda bile, hayalcilik olur.
İkinci seçenek ise daha radikal, ama nispeten daha kolay ve gerçekçi. CHP içinde çok yetkin, milliyetçilikle alakası olmayan parlak isimlerin, barış ve demokrasiyi benimsemiş diğer siyasetçileri de arasına alarak ideolojilerden bağımsız, geniş tabana hitap edecek yepyeni bir parti kurması. Sol veya sağ etiketlerden dikkatlice kaçınarak, özgürlükçülüğe ağırlık veren bir söylemle toplumda karşılığı olan bir partinin başarılı olmaması için hiçbir neden yok. Yeter ki milliyetçilik batağından tamamen sıyrılabilmiş, tüm toplumu kucaklayabilecek bir parti olsun. Böyle bir parti, CHP için geçerli olan, dinsiz parti gibi -mesnetsiz de olsa- önyargılar nedeniyle her maça 1-0 yenik başlama handikapının aşılmasına ve oy artıramama kısır döngüsünden kurtulmaya yardım edecektir. Böyle bir oluşum başarısız olursa diye harekete geçmemek için bir neden yok. Böyle bir dönemde risk alınmayacaksa ne zaman alınacak? Başarısız olsa bile, ülkede daha fazla acının yaşanmaması için risk alıp harekete geçmek, kırk yıl aynı şeyleri yapıp başarısızlığa mahkum olmaktan daha iyi değil mi?
Diğer bir önemli husus da Kürtlerin milliyetçilik tuzağına kapılmaması. Kürtler derken PKK ve HDP’yi kastediyorum. İzleyecekleri strateji ve politikalarda, faşist Türk devletine benzer şekilde, Kürt milliyetçiliği yapmaları, Kürt olmayanlara ayrımcı şekilde yaklaşmaları hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, meşruiyet ve kredibilite sorunu da doğurur. Kürtlerin, özellikle şu aşamada, asla ve kat’a Türk halkını düşman olarak görmemesi gerekir. Kürtler unutmamalıdır ki, Kürtlerin tek düşmanı İttihatçı devlettir, Kemalistlerdir, Ergenekonculardır. Yarım yüzyıla yakın bir süredir sistematik bir biçimde Kürt düşmanlığıyla yıkanmış Türk toplumunun büyük bir kesiminde Kürt düşmanlığının ya da en hafif deyimiyle Kürt antipatisinin olduğu bir gerçektir. Ancak İttihat rejiminin çökmesiyle hepsi unutulacaktır. Türk milliyetçiliğinin minimize edilmesine paralel şekilde Kürtlere yaklaşım da yumuşayacak ve nihayet normalleşecektir.
Diğer yandan, PKK liderlerinin son zamanlardaki açıklamalarına bakılacak olursa, bağımsız bir Kürt devleti kurma amacı ön plana çıkıyor. Gelgelelim, bu amaç gerek ulaşılabilirliği, gerekse sonuçları açısından birçok soru işareti barındırıyor. Kürtlerin son dönemde kazandığı uluslararası itibara ve desteğe rağmen, askeri kapasite açısından Kürtlerin bunun gerçekleştirme ihtimali düşüklüğü bir yana, böyle bir şey yapılabilse bile, kurulacak devletin milliyetçi bir yaklaşımdan kaçınacağını kimse garanti edemez. Bağımsız bir Kürdistan idealini Kürt milliyetçiliğinden ayrı düşünmek oldukça zor görünüyor. Milliyetçi saiklerle şekillendirilen herhangi bir devletin demokratik ve insan haklarına saygılı olmayacağını tahmin etmek için dahi olmak da gerekmiyor. Dolayısıyla, Kürtlerin demokratik bir Türkiye’de beraber yaşama umudunu kaybetmemeleri belki daha çetrefilli ve uzun erimli bir çabayı gerektirecek ama hem daha gerçekçi hem de daha kalıcı bir çözüm getirecektir. Türkiye’nin yakın zamanda gerçek anlamda bir demokrasiye geçmesini ummak, özellikle de şu dönemde, hayalci bir beklenti gibi durabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, AKP bir süreliğine de olsa demokrasinin ucundan tutmuş ve İttihatçı odakları pasifize etmeyi başarabilmişti. Erdoğan yerine, demokrasiyi araç olarak değil de gerçekten benimsemiş bir lider olsa bugün çok daha farklı bir noktaya gelmiş olurduk. Bırakınız demokrasiyi gerçekten benimsemiş olmayı, sırf iktidar hırsı uğruna halihazırda zayıflatılmış İttihatçı zihniyetine teslim olacak kadar kendini kaybetmemiş bir AKP liderliğinde bile demokratikleşme yolunda önemli mesafeler kat edilebilirdi.
Bu yazı, kişisel bir görüş ya da temenninin yansıtılması olarak değil, temel bir evrensel ilkenin, eşitlik ilkesinin ışığında yerel gelişmelerin yorumlanması olarak değerlendirilmelidir. Milliyetçilik ve türevleri, eşitlik ilkesinin ihlaline ve insan hakkı ihlallerine yol açtığı gibi, demokrasi ve barışın tesis edilmesi önündeki en büyük engeldir. Ermeni soykırımı, Alevi-Sünni çatışması, Kürt sorunu, demoratikleşmeme, insan hakları ihlalleri, vs. Türk milliyetçiliğinin ve onun temsilcisi İttihatçı – Ergenekoncu ideolojinin ürünüdür. Kürt sorununun tek gerçekçi çözümü demokrasidedir. Demokrasiye geçmek ise İttihatçılar bertaraf edilmeden, milliyetçi politikaları terketmeden imkansızdır. Sorunun çözümünü başka yerlerde aramak, sorun çözülmesini yalnızca AKP’nin devrilmesine bağlamak abesle iştigaldir. Söz gelimi, yarın bir seçim yapılır ve CHP tek başına iktidar olsa bile, İttihatçıların/Ergenekoncuların devlet politikalarını belirleme gücü ortadan kaldırılamazsa Kürt sorunu asla çözülemez ve şiddet sarmalından çıkılamaz.
Aslında sorunun tespiti ve çözüm önerisi son derece basittir: milliyetçileri pasifize etmeden, Kürt sorununu çözemezsin!
Yorumlar kapatıldı.